Fransız maddeci düşünürleri ve Ansiklopediciler, devlet, Kilise ve kurulu düzen ile hak duygusunun ve aklın istemleri arasındaki çelişkiyi irdeleyip ortaya koydular ve tepki gösterdiler; insanların içinde bulundukları koşulların bilincine varmalarının ve özgürlüklerinin ellerinden alınamayacak bir şey olduğunu kavramalarının düşünsel olanaklarını yarattılar ve böylece Fransız Devrimi’nin zeminini hazırladılar.
Diderot ve d’Alembert’in Ansiklopedi’si, kendinden önceki aynı türden yapıtlardan, hem biçim hem de içerik bakımından nitel olarak ayrılır. Bu Ansiklopedi’nin biçimsel özellikleri arasında, kendisinden önce pek az örneği olan abece düzenine göre gerçekleştirilmesini, hacmi bakımından Zedler’in altmış sekiz ciltlik Universal Lexicon’u (1732-1750) dışında kendinden önceki bütün ansiklopedilerden daha büyük olmasını, iki yüzden fazla yazın adamı ve bilginin katkısıyla hazırlanmasını sayabiliriz.
“Bilgiler, insanoğlu ve bu dünya içindir”
İçeriksel özelliğini de, Ansiklopedi’yi yönlendiren bilgi anlayışında ve manevi ve ahlaksal amaçlarda aramak gerekir. Diderot şöyle diyor: “Gerçekten de Ansiklopedi’nin amacı şu yeryüzündeki bölük pörçük ve dağınık bilgileri bir araya getirmek, birlikte yaşadığımız insanlara, bu bilgilerin genel sistemini açıklamak ve bizden sonra gelecek insanlara aktarmaktır. Böylece daha önceki yüzyıllarda yapılmış çalışmalar, daha sonraki yüzyılların işine yarayacak ve daha bilgili hale gelmiş olan torunlarımız, hem daha erdemli ve hem de daha mutlu olacaklar ve biz de insan ırkına yakışır kişiler olarak ölüp gideceğiz”. Burada önemli olan nokta, bilgilerin, insanoğlu ve bu dünya için olduğu ve insanı sadece onların erdemli ve mutlu kılacağı düşüncesinin ileri sürülmesi ve geleneksel, dinsel ve metafizik bilgi anlayışlarına karşıt bir tutumun benimsenmesidir. Bu da, Ansiklopedi’nin içeriğini genel olarak belirleyen ayırt edici bir özelliktir. Nitekim, insan yaşamı için büyük önem taşıyan zanaatlara ve tekniklere, Ansiklopedi’de, daha önce rastlanmadık biçimde önem verilmesi de bunun bir sonucudur. Ama üzerinde aklın işlem yaptığı duyumların, gözlemlerin ve deneylerin bir sonucu oldukları için, bilgilerde bir art arda geliş, zincirleniş ve türeyiş de vardır; yani bilgiler bölük pörçük ve rastlantısal olarak verilmemişlerdir; bunun tam tersine belli bir sisteme dayanırlar. Bu durum, abece düzeni ile bilimler sistemini ya da soyağacını uzlaştırma sorununu ortaya çıkarmıştır ve Diderot’nun bilimler sınıflamasına çok önem vermesinin nedeni de, bilgi ve bilimlerdeki organik bağıntıların ve sistemin gözden kaybedilmemesini sağlamak istemesidir.
İçeriği genel olarak belirleyen bu özellikleri belirttikten sonra, Ansiklopedi’de bazı konularda ileri sürülmüş düşünce ve görüşleri açıklamaya çalışacağız.
Ansiklopedi’de savunulan bilgi kuramı
Bilginin kaynağı, sınırı ve değeri sorununa, yani bilgi kuramına ilişkin görüşlerde Ansiklopedi’nin tutumu çok açıktır. Bu görüş, Descartes’ın temel ve kesin bir ilkeden (“düşünüyorum, öyleyse varım”) yola çıkarak tümdengelim yoluyla bütün varlığı düşünceyle temellendirmeye ve açıklamaya çalışan ve doğruluğu Tanrının metafizik güvencesine bağlı olan felsefesinden farklı ve ona karşıttır; Leibniz’in tözler arasında Tanrının önceden kurduğu uyuma ve dolayısıyla mantık ile varlık arasındaki özdeşliğe dayanan bilgi anlayışından da farklıdır. Ansiklopedi’de benimsenmiş bilgi anlayışı, Bacon ve Locke’un doğrultusunda yer alan ve duyu verilerine, gözleme, deneye ve aklın bunlar üzerinde yaptığı işleme dayanan ampirik ya da duyumcu bir görüştür. Dolayısıyla bu anlayış, hem Skolastik’e hem de kendinden önceki yüzyılın ve özellikle Descartes ile Spinoza’nın sistemlerine ters düşer. Bu açıdan, Ansiklopedi düşünürlerinin akıl sistemini bir yana bırakıp “sistem aklı”na yöneldiklerinin ileri sürülmesi yerindedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, önceki yüzyılda olduğu gibi Ansiklopediciler’in de, aklın bütün insanlarda tek ve bir olduğuna ve bilgi bakımından en güvenilir kaynağı oluşturduğuna, duyumcu olmalarına rağmen inanmış olmalarıdır. Ama onların duyu verileri ve deneyler üzerinde işlemler yapan bu aklı, kapalı bir sisteme değil, ilerleyen bir bilgiye, açık bir bilgi dünyasına ulaştıran bir yetidir. Ansiklopediciler, kabullenilmiş bütün inançları, bilgileri, değerleri, gelenekleri, toplumsal kurumları, böyle bir aklın süzgecinden geçirip eleştirmeye yönelmişlerdir.
Ansiklopedi’nin savunduğu bilgi anlayışı, metafizik sorunların doğal olarak bir yana bırakılması sonucunu verdi. Gerçi Ansiklopedi’de metafizik sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz ama, alışılagelmiş anlamından çok farklı bir anlamda kullanılıyor bu sözcük. D’Alembert Öndeyiş’te şöyle diyor: “Locke’un, aşağı yukarı, Newton’ın fiziği yarattığı gibi metafiziği yarattığı söylenebilir. (…) Kısacası, metafiziği olması gerekene, yani ruhun deneysel fiziğine (…) indirgedi”. Dolayısıyla, mutlak varlık, Tanrı, ruhun ölümsüzlüğü gibi metafizik sorunlarda Ansiklopedi’de ağır basan görüşün kuşkuculuk, bilinemezcilik ya da maddecilik olduğu söylenebilir. Nitekim d’Alembert bilinemezcidir; Diderot ise, önce tek bir Tanrının var olduğunu bu dünyayı etkilediğini ileri süren Tanrıcılık görüşüne, sonra vahyi kabul etmeyen, ama bir Tanrısallığın ve doğal bir dinin var olduğuna inanan yaradancılık’a bağlanmış, daha sonra doğacılığı benimsemiş ve en sonunda, içkin bir tümtanrıcılıkta ya da maddecilikte karar kılmıştır. Ama Rousseau ya da Voltaire gibi din konusunda Tanrıcılık ve yaradancılık gibi farklı görüşleri de benimsemiş olsalar, Ansiklopediciler’in hemen hepsinin hoşgörüsüzlüğü, bağnazlığı, kurumlaşmış dini ve dolayısıyla kurulu düzeni şiddetle eleştirdiklerini unutmamak gerekir. Gerçekten de bu düşünürlerin amacı, yaygın ve kalıplaşmış inançları akıl ışığında inceleyip geçersizliklerini göstermek ve insanoğluna eleştirel bilincini ve doğal özgürlüğünü kazandırmaktı.
Din sorununa ilişkin farklı yaklaşımlar
Din sorunu, genellikle Aydınlanmacılar’ın ve özellikle Ansiklopediciler’in üzerinde en fazla tartıştıkları sorunlardan biridir. Özgür düşüncenin ve aklın yüceltilmesi, Ansiklopediciler’i din konusunda da bir akıl dini kavramına yöneltmişti. Bu, bütün dinsel inanç farklarından sıyrılmış, gelenekten kurtulmuş bir dindi; yani, doğal dindi. Ama bu din anlayışı, Ansiklopediciler’i ve o dönemin düşünce dünyasını etkileyen XVIII. yüzyıl Fransız maddeci düşünürlerinin tanrıtanımazlığıyla çatışma içindeydi. Voltaire’in, Hıristiyan inançlarını kıyasıya eleştirmesine rağmen Tanrıtanımazlığı da reddetmesinden ötürü, bir akıl dininin ve tanrının varlığının kabul edilmesi gerektiği sonucuna varması, bu çatışmayı çözmeye yönelik bir çabanın ürünüdür. Voltaire, maddeciliğin ahlaka bir temel sağlayamayacağını ve ancak yaradancılığın kabul ettiği anlamda bir tanrının varlığına inanmanın, bu gerekli temeli oluşturabileceğini de düşünüyordu. Dolayısıyla “Tanrı olmasaydı, onu yaratmamız gerekirdi” demesinin anlamını, bu bağlamda aramak gerekir. Diderot ise, tam anlamıyla tanrıtanımaz olmadığı halde, doğanın, organik ve dinamik bir yapısı olduğunu, kendi kendine çalan bir piyanoya benzediğini düşündüğü için, bir tanrıya da gereksinimi olmadığı sonucuna varmıştı. Maddeciliği mantıksal sonuçlarına kadar götüren ve sistemli bir biçimde açıklayan Baron d’Holbach ise, tanrı kavramının, insanoğlunun korkularından ve bilgisizliğinden kaynaklandığını ileri sürer; maddeden başka hiçbir şeyin gerçek bir varlığı olmadığını söylediği için de, hem Hıristiyanlık’la, hem tanrıcılıkla, hem de yaradancılıkla çatışır. Sadece felsefi gerekçeler yüzünden değil, insanın yozlaşmasının ve yaşamındaki sefaletin ve zavallılığın, tanrıya inanmaktan kaynaklandığını düşündüğü için de dine karşıdır.
Devlet, iktidar ve tarih konularına bakış
Devlet ve siyasal iktidar konusunda Ansiklopediciler’in genel olarak aydın ve bilgili bir hükümdar (aydın despot) yönetimini ya da meşruti monarşiyi savundukları söylenebilir. Bu belki de, düşüncelerini, iktidarın ve din çevrelerinin tehdidi altında özgürce açıklamaktan kaçınmak zorunda kalmış olmalarının bir sonucudur. Ama bu düşünürlerin hemen hepsi, dinin ve devlet işlerinin ayrılmasından; eğitimin ve başka toplum kurumlarının din adamlarının denetiminden kurtarılmasından, yani laiklikten yanadırlar. Onlara göre, devlet, toplum yararına çalışmalı; toplumun düzenini ve mutluluğunu sağlamalı; yurttaşların kişisel inançlarına ve düşüncelerine karışmamalıdır. Devletin yetkisi ve görevi, hukuk ve yasa alanına giren etkinlikler ve edimlerle sınırlıdır. Dolayısıyla devlet, yurttaşların yaşamına, ancak bu açıdan ve bu alanda müdahale edebilir. Bu arada, Ansiklopediciler’in, ekonomi alanında, din ve siyaset felsefesindeki kadar eleştirici ve “ilerici” olmadıklarını; genellikle özel mülkiyeti ve ekonomik liberalizmi savunduklarını belirtelim.
İnsanlık tarihinde ilerlemenin kaçınılmaz biçimde ve kesintisiz olarak gerçekleştiği düşüncesi, genellikle Aydınlanma felsefesine ve Ansiklopediciler’e bağlanır. Oysa, Diderot ve d’Alembert, tarih konusunda tam anlamıyla iyimser bir görüş benimsemiş değillerdir. Bu düşünürlerin her ikisi de, eski bir tarih görüşünü benimserler. Bu görüş, tarihte büyük kültür ilerlemeleri gerçekleştiğini, ama bunların, daha sonra “devrimler”le kesintiye uğradığını; büyük yıkımların ortaya çıktığını ve imparatorluklarla uygarlıkların silinip gittiğini ileri sürer. Diderot şöyle diyor: “Filanca adamın nereye kadar ilerleyeceği pek bilinemez. İnsan türünün nereye kadar gideceği, ilerlemelerine set çekilmese neler yapabileceği konusundaki bilgimiz ise, bundan da az”. D’Alembert de “barbarlığın yüzyıllar sürdüğünü” belirtiyor. Dolayısıyla Diderot, Ansiklopediciler’in ortak çalışmasının ve girişiminin, ileriye uzanan karşı konmaz bir yürüyüşün belirli bir evresi değil, uygarlıkların ölümüne karşı bir güvence; Batı’nın “yazın dünyasının Rönesans’ından” bu yana gerçekleştirdiği en değerli edinçlerin saklandığı sağlam bir depo olduğunu söylüyor.
Fransız Devrimi’ne zemin hazırladılar
Ansiklopediciler’in büyük katkısıyla; akıl, deney bilgisi ve eleştiri üzerinde temellenmiş bir yeni düşünce tarzının radikal bir biçimde ortaya konması ve savunulması, devrimden önce Fransız halkının yaşam koşulları ve siyasal iktidarın tutumuyla derinden ilişkilidir. Halkın sefaleti, yozlaşmış ve çürümüş saray hayatı ve despot bir iktidar, ikiyüzlü din adamları, o dönemde Fransa’da, geleneklerin ve manevi değer diye ileri sürülen şeylerin birer aldatmacadan başka şey olmadığını; insanların gözü önüne, ister istemez seriyordu. Bu durumda, Fransız maddeci düşünürleri ve Ansiklopediciler, devlet, Kilise ve kurulu düzen ile hak duygusunun ve aklın istemleri arasındaki çelişkiyi irdeleyip ortaya koydular ve tepki gösterdiler; insanların içinde bulundukları bu koşulların bilincine varmalarının ve özgürlüklerinin ellerinden alınamayacak bir şey olduğunu kavramalarının düşünsel olanaklarını yarattılar ve böylece Fransız Devrimi’nin zeminini hazırladılar.
Antikçağ felsefesinde olduğu gibi Yeniçağ felsefesinde de, metafizik ve varlıkbilim sorunları üzerinde duran bir düşünce evresinden sonra, toplum, kültür ve insan sorunlarının ağır bastığı eleştirel bir evrenin geldiği felsefe tarihlerinde belirtilir. Gerçekten de Aydınlanma, XVII. yüzyılın büyük felsefe sistemlerinden sonra ortaya çıkıyor ve bu bakımdan antikçağın Sofistler dönemini hem hatırlatıyor hem de onunla birçok benzerlik gösteriyor. Aydınlanma, Rönesans’tan beri ele alınan ama, net ve kesin bir biçimde irdelenmeyen insan sorunları üzerinde duruyor. Bunu da, akla ve deney bilgisine dayanarak ileri sürdüğü görüşlerle temellendirmeye çalışıyor; doğaüstü ilkelere başvurmaksızın, yaşadığımız dünyada insandan kaynaklanan ve insan-için olan bir yaşam kurmak amacını güdüyor. Aydınlanma’nın Sofistler’le başka birçok ortak noktası da var. Sofistler’in Grek aydınlanmasında, insanın her şeyin ölçüsü olarak kabul edilmesi; kendisinden önceki felsefeye karşıt olarak insan ve kültür sorunlarının ele alınması; gerçeğin, gözlem ve deney bilgisiyle irdelenmesi; toplum konusunda, devletin bir sözleşmeden doğduğu ve dolayısıyla ona göre düzenlenmesi gerektiğinin, insanların doğal bakımdan eşit olduklarının ve dolayısıyla özgür ve köle insan ayrımının savunulamayacağının; dinin, iktidardaki zeki kimseler tarafından halka boyun eğdirilmesini sağlamak için uydurulmuş bir kurum olduğunun ileri sürülmesi; düşüncelerin geniş kitlelere yayılmak istenmesi, bu tür ortak noktalardır. Kültürün sorgulanması diye özetleyebileceğimiz bu ortak çaba, Aydınlanma’da özellikle Rousseau’da doruk noktasına ulaşır ve tarihsel olanın yapay ve yozlaşmış, doğal olanın ise sağlıklı ve doğru olduğu karşıtlığının ortaya konmasına yol açar. Bu bağlamda, Rousseau’nun Batı kültürünü radikal bir sorgulamadan geçirdiği; doğurduğu kötü sonuçları ortaya koyduğu ve dolayısıyla kültür sorununun tam anlamıyla ilk olarak onun yapıtlarında ortaya konduğu ve kültürün kendi’nin-bilinci’ne vardığı söylenebilir.
Aydınlanma’nın sınırlılıkları
Diderot, güttükleri amacın “yaygın ve ortak düşünce tarzını değişikliğe uğratmak” olduğunu söylüyordu. Gerçekten de Aydınlanmacılar ve Ansiklopediciler, bilginin yanı sıra, ona bağıntılı olarak eyleme de önem veriyorlardı. Lucien Goldmann’ın belirttiği gibi, Aydınlanmacılar, “bilme ile eylemin arasındaki sıkı bağın bilincindeydiler. Ama onlar, ister doğaya ister insan toplumuna ilişkin olsun, praksisi (insan etkinliğini), insan eyleminde ya da aynı amacı güden birçok bireyin eşzamanlı eyleminde, bilme yoluyla edinilmiş özerk bilgilerin doğrudan uygulanması olarak görüyorlardı. Onlar için, ister doğa bilimleri, ister toplum bilimleri söz konusu olsun, bilim, varlığı ve gelişimi, hiç kuşkusuz pratik gereksinimlerle ve bireylerin deneyimleriyle desteklenmiş ve hatta olanaklı kılınmış özerk bir gerçeklikti; ama bu bilimin içeriği, insanların tarihsel eylemiyle hiçbir şekilde belirlenmemişti. Dolayısıyla praksisin, toplum yaşamında, kuramsal bilgilerin ve ahlaksal ilkelerin uygulanması olarak önemli bir rolü vardı ve praksis, merakın ve araştırmanın gelişmesinde yararlı ya da zararlı bir etken olabilirdi; ama sözcüğün gerçek ve dar anlamında, hakikatin içeriği üzerinde etki gösterebilen ve insan ile toplumu nitel bir dönüşüme uğratabilen bir yaratıcı etkinlik değildi. Kısacası, Aydınlanma düşünürleri, düşünce ile eylem arasındaki bağıntıların diyalektik karakterini hiçbir zaman sezinlememişlerdi”.
Ayrıca, Aydınlanma’nın katışıksız akılsal bir düşünüş ve kavrayış üzerinde temellendirilmek istenmesinin, bu düşünce akımını, karşısına dikilip eleştirdiği nesneyle yani dinle diyalektik olarak belirlenmeye zamanla yol açtığı ve aynı akımın kendine özgü bir çeşit bağnazlığa ve hoşgörüsüzlüğe sürüklenmesine yol açtığı da söylenebilir. Katışıksız, salt ve formel bir düşünüşün insan gerçekliğini, dinin ve inancın kaynağını ve ona duyulan gereksinimin anlamını kavrayamayacağı; soyut bir insan imgesiyle yetinmek zorunda kalacağı, Aydınlanma’ya yönelik irdelemelerde çok kez dile getirilmiştir. Hegel ve Goethe de Aydınlanma’yı bu açıdan eleştirirler ve dolayısıyla, romantik, trajik ya da diyalektik dünya görüşlerine, bir tür zemin hazırlarlar.
Not: Bu makale, Ansiklopedi’nin Yapı ve Kredi Yayınları’ndan 2000 yılında çıkan baskısına Selahattin Hilav’ın yazdığı “Ansiklopedi ve Aydınlanma Felsefesi” başlıklı önsözünden alınmıştır. Başlığı ve arabaşlıkları biz koyduk.
Kaynaklar
1) Kâmuran Birand, 18. Asır Fransız Tefekkürü ve Namık Kemal, Felsefe Arkivi, sayı 1, 1945.
2) Lucien Goldmann, La Bourgeoisie Chretienne et les Lumieres.
3) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi.
4) Horkheimer-Adorno, Dialectic of Enlightenment.
5) Jean Hyppolite, Genişe et Structure de la Phenomenologie de l’Espirit de Hegel.
6) Alain Pons, Introduction, Encyclopedic ou Dictionnaire raisonni des Sciences des Arts et des Metiers.
7) Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi.