Eskiçağ’ın iki büyük bilgi kaynağı, Platon ve Aristoteles gelecek yüzyıllar üzerinde büyük ölçüde etkili oldular. Bu birbiriyle çelişik iki düşünce dünyası felsefede ülkücülük ve gerçekçilik ayrımını iyice belirgin kılarken iki ayrı bakış biçimi olmakla felsefeye zenginlik kattılar. Eskiçağ düşünce açısından asıl onlarla Eskiçağ oldu demek pek de yanlış olmaz. Özelikle Aristoteles bütün bir Ortaçağ’ı etkileyerek Yeniçağ’ın düşünce dünyasına ağır bir bileşen olarak katıldı. Gassendi’nin XVII. yüzyılda pek güzel belirlediği gibi, bu uzun süren etki onun gücünden çok ardıllarının güçsüzlüklerinden kaynaklanıyordu. Platon da benzer bir etkiyi sürdürdü. Daha doğrusu bu iki filozof düşünce tarihinin temeline öyle bir yerleşmişlerdir ki, onları çektiğiniz zaman bu koskoca yapıdan geriye hiçbir şey kalmayacak gibidir. Bununla birlikte bu iki filozofun aydınlanma üzerinde doğrudan bir etkisi olduğunu söylemek çok zordur. Aydınlanmacılar Aristoteles’den doğrudan doğruya etkiler almadılar ama Aristoteles’çi bir bilgi anlayışı geliştirmiş olan Locke’dan çokça yararlandılar.
Aydınlanmanın en büyük dayanağı Rönesans’sa Rönesans’ın en büyük üç dayanağı da Stoa felsefesidir, Epikuros’çuluktur ve Pyrrhon’culuktur. Felsefe tarihinde bilgi anlayışlarının yalınlığı ya da basitliği gereği ilk bakışta pek de ilgi çekmez gibi görünen bu üç felsefe okulu gerçekte yeni düşüncenin oluşumuna üç güçlü bileşen olarak katılmıştır. Montaigne Eskiçağ’ı Yeniçağ’a bağlayan en önemli köprülerden biriydi, onun yarı felsefe yarı edebiyat nitelikli düşünce dünyasında bu üç bileşenin ağırlığı apaçık biçimde görülür. Platon ve Aristoteles elbette önemlidirler ama yeni düşünce Stoa’nın usçuluğundan ve bu usçuluğa dayalı ahlak anlayışından, Epikuros’un bize yaşamın değerini duyuran hazcılığından ve Pyrrhon’un kuşkuculuğundan çok şey almıştır. Özellikle yeni insan ve onun getirdiği yeni bilimsel kavrayış yepyeni bir yolda ilerlerken bu üç ayrı bakış açısını ayrı ayrı gereksiniyordu.
Stoa ahlakı hem bir katlanma ahlakıdır, insanı dünyanın güçlükleri karşısında sorumluluklarıyla başbaşa bırakır, hem de bir görev ahlakıdır, insanın toplumda etkin olma yükümlülüğünü bir koşul olarak ortaya koyarken onu görevli kılar. Stoa’cı dediğimiz insan mutluluğun peşindedir ama bu mutluluk nasıl bir mutluluktur? Bu mutluluk bize duyumların sağlayacağı mutluluk değildir, tam anlamında istemli yaşamın sağlayacağı mutluluktur. Stoa dendiği zaman akla hemen kendine egemen olan insan, kendinin efendisi olan insan, usunu istemi yönünde kullanacak yetkinliğe ulaşmış insan gelecektir. İnsan kendinin efendisi olduğu zaman özgür olacaktır, onun mutluluğu tepeden tırnağa buna bağlıdır. Bu da öncelikle her şeyi doğallığıyla ya da olduğu gibi görmekle belirgindir. Böylece Stoa okulu Fransız Devrimi’ne kadar uzanan bir devrimci eylem ahlakı geliştirmiştir. Bu ahlak dünyayı değerler açısından iyiye doğru dönüştürecek öncülleri içerir. Dünyanın daha da insanlaşması insanın istemli bir varlık olarak tanrısallaşmasına bağlıdır. Burada kendini aşan, daha doğrusu kendini aşmak isteyen, kendini aşmakla yükümlü olan insan fikri ortaya çıkar. Dünyayı değiştirmek zorundayız, bunun için öncelikle kendimizi değiştirmemiz gerekir. Stoa ahlakı bir tür Prometheus ahlakıdır, kendini insanlığa adamış insanın ahlakıdır.
Nasıl bir atlet koşu sırasında o büyük çabayı göstermenin sıkıntısını yaşamak zorundaysa Stoa’cı bilge de yaşamın ya da yazgının kendisine sunduğu bütün güçlükleri gülerek karşılamak zorundadır. Yaşam katlanmakla ve direnmekle belirgin bir savaş alanıdır. Bunun için Stoa’cı doğal bir varlık olduğuna, doğanın bir parçası olduğuna inandığı insanın gerçek ancak doğaya uygun yaşamakla mutlu olabileceğini düşünür. Doğaya uygun yaşamak demek usa uygun yaşamak demektir. İnsan doğanın bir parçası olmakla doğanın evrensel usundan ya da Logos’dan pay almaktadır. Bu biraz da yazgının getirdiği ya da getireceği şeylere ussallık çerçevesinde yaklaşmayı, anlayışla yaklaşmayı gerekli kılar. Doğanın buyruğuyla ilgili olan durumlardan, ölümden, acılardan, hastalıklardan yakınmak yerine onlara olduğu gibi katlanmak uygun olur. Değiştiremeyeceğim durumlar karşısında yapabileceğim çok bir şey yoktur. Doğal zorunluluklarla koşullanmış görünen bu ahlak gerçekte bir özgürlük ahlakıdır.
Öte yandan Rönesans Epikuros’un hazcılığında kendi eğilimlerine yön verecek bir anlam buldu. Ortaçağ’ın unutturduğu bu dünya değerlerini yeniden yaşama geçirmek için hazcılığın dileklerinden yararlanmak gerekecekti. Ortaçağ hıristiyan ahlakı bu dünyanın değersizliğine, yetersizliğine, geçiciliğine dikkati çekerek insanların öbür dünya düşlerine yönelmelerini öngörüyordu ve özellikle de hazları mahkum ediyordu. Bu çerçevede Epikuros’çuluk hıristiyan ahlakının karşısına konmuş bir bu dünya ahlakıdır. Gerçekte kabataslak bakıldığında Stoa ahlakıyla Epikuros ahlakı karşıtlaşır gibidir, ama gerçekte her ikisi de insanın bu dünyayla ilgili bakış açılarını aynı yönde, bilgiliğin ya da bilgeliğin sağlayacağı mutluluğa ulaşmaya çalışan insanı oluşturma yönünde öneriler getirir. Epikuros işgale uğramış olan yunan topraklarındaki insanın acılarını hafifletebilmek için hazzı öne çıkarıyordu. Amaç insanların mutluluğudur. Epikuros hazları hatta “karın hazları”nı önerirken her şeye karşın kendine söz geçirebilen insan örneğinden yola çıkıyordu. Bu yüzden yahey bir yaşamı değil, hazların sağlayacağı dinginliğin belirleyiciliğinde bir bilge yaşamını önerdi. Bu yüzden hazları ikiye ayırdı: dinginlik içinde yaşanan hazları devinim içinde yaşanan hazlardan kesin bir biçimde ayırmak gerekiyordu. O belli ki anlık yaşanan hazzın kendisinden çok onun insan ruhuna sağladığı mutlu dinginlikten yanaydı. Demokritos atomculuğunun izinde tam anlamında maddeci bir atomculuk geliştirmiş olan Epikuros bize gerçek insan olma noktasında ölüm korkusunun bir anlamı olamayacağını öğretti: ölüm atomların dağılmasından başka bir şey değildi ve bizim onu yaşamamız olası değildi.
Pyrrhon’culuğa gelince, onun yeni düşünceyi etkilemesi değişik bir anlamda ele alınmasıyla gerçekleşti. Bütün eski kuşkuculuklar gibi Pyrrhon kuşkuculuğu da evrensel bilginin olamayacağı savı üzerine kurulmuştur. Bu eski kuşkuculuk felsefi araştırmayı anlamsız bulan ve bir çıkmaz sokak olarak gören bir kuşkuculuktu. Evrensel bilgiye ulaşamayacaksak onu araştırmaya kalkmamız saçma olmaz mıydı? Pyrrhon’a göre biz ancak görünüşleri algılayabiliyorduk, varlığın özü bize kapalıydı. O durumda yargıları askıya almaktan (epoke) başka yapabileceğimiz bir şey yoktu. Yargıları askıya almanın verdiği dinginliği öngörmek gerekiyordu. Başta Bacon olmak üzere Yaniçağ’ın düşünürleri bu umutsuz kuşkuculuğu umutlu kuşkuculuğa dönüştürdüler: evrensel bilgi elbette vardır, kuşku evrensel bilgiyi yadsımak için değil bulmak için çok önemlidir. Bacon ancak kuşkuyla yola çıkanların doğrulara ulaşabileceklerini, kuşkulanma gereği duymayanların yanlışa düşeceklerini bildiriyordu.
Kaynak: Afşar Timuçin-Ali Timuçin, 50 Soruda Aydınlanma, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Nisan 2013, s.26-30