Ana Sayfa Genel Süreklilik ve kopuş bağlamında İslam inancı

Süreklilik ve kopuş bağlamında İslam inancı

3791
0

İslam öncesi Arap toplumu ile İslam toplumu arasında ciddi bir ayrılık ve kopuş söz konusu olmuş mudur? Ya da örneğin İslam toplumu hangi konularda geride bıraktığı toplum anlayışının değerlerini ve hukuk düzenini kabul etmiş, hangi konularda sözü edilen gelenekten ciddi bir kopuş yaşamıştır? Bu yazımızda yukarıda ifade etmeye çalıştığımız soruların yanıtını aramaya çalışacağız. Bu noktada konu başlıklarımızı inanç biçimleri, ibadetler, miras hukuku, savaş koşullarındaki uygulamalar ve siyasi teşkilatlanmalardaki değişim ve farklılar olarak sunmaya gayret edeceğiz. Konunun hacmi göz önünde bulundurulduğunda, burada külliyatın tamamının değil bir kısmının aktarılacağını ve mutlak karşılaştırmalar yerine benzerlik ve ayrılıkların öne çıkarılacağını şimdiden söylemiş olalım.

İnanç olgusu
Çok genel olarak İslam inancı öncesi dönemde put merkezli bir inanç anlayışının var olduğu ifade edilir, insanların putlara taptığı ve Allah’ı inkâr ettiği belirtilir. Oysa bu sava tarihi bilgiler ışığında yaklaştığımızda, iddia edilen düşüncenin geçersizliğini anında görebiliriz. Zira ne ifade edildiği gibi insanlar başlı başına “elleriyle yaptığı” puta tapmakta ne de yaratıcıyı yani Tanrı’yı inkâr etmektedirler. Dahası sunulanın aksine anılan dönemde de tanrı inancını güçlü bir biçimde dile getiren kimseler bulunmakta ve ötesinde bu inancın Mekke döneminde de yer aldığı bilgisi Kuran’da bulunmaktadır. Dahası o dönemde tektanrı inancını kabul eden ve tarihi İbrahim Peygambere kadar götürülen “Hanif dinine” mensup çok sayıda kimse bulunmaktadır. Birazdan görüşlerimizi detaylandıracağız ama bu aşamada şu kadarını ifade edelim ki, İslam öncesi dönemin “cahiliye” diye kodlanması bile başlı başına, yanlı bir kara propagandadan ibarettir. Çünkü İslam sonrası dönem, önceki dönemden ne inanç başlığı itibariyle ne de verili yasalar/değerler üzerinden büyük bir kopuş yaşamıştır. O halde bu anlayışa göre, ortada “cahiliye” denen bir dönem de olmamalıdır.

İslamiyet öncesi dönemde putlar genel olarak Allah inancından bağımsız olarak verolan inanç öğeleri değildir.

Diğer taraftan cahiliye tabiri kendi içerisinde “inançsızlık” vurgusunu ifade eden değer yüklü bir kavramdır. Oysa ifade ettiğimiz üzere İslam öncesi dönemde böyle bir olgu söz konusu değildir. Aksine Mekke, Medine, Taif gibi bölgeler din ve inançları bağrında taşıyan yerlerdir. Tanrı, peygamber ve din inancı bu bölgelerde oldukça yaygındır. Anılan bölgelerde yaşayan, Hıristiyan ve Yahudi topluluklar bulunmaktadır. En nihayetinde Uzakdoğu’dan değil Ortadoğu’dan söz ediyoruz. Bu anlamda İslam öncesi dönem Mekke toplumunda, peygamber ve özellikle tanrı inancı oldukça yaygın ve hatta hâkim inanç öğelerini ifade etmektedir diyebiliriz.

Daha önce de dile getirdiğimiz gibi bu bilgiler Kuran’da da yer almaktadır. Mu’minun suresinde bu durum şöyle geçer: “De ki: biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunan kimindir? Allah’ındır diyecekler. De ki: öyleyse ders almaz mısınız? De ki: yedi göğünde rabbi, yüce arşın da rabbi kimdir? Allah’tır diyecekler. De ki: öyleyse ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız.” Benzer biçimde Mekke toplumunda ve genel olarak Araplarda Allah inancının var olduğunu döneme ışık tutan eserlerde de görebiliyoruz. Şöyle ki, Araplara göre “Tanrı kâinatın dışında olup bütün yaratıklar ona tabiydi. Tanrı bütün varlıkların yaratıcısı ve ulu hâkimi olup yağmur yağdırır ve her şey onun emrindedir.”(1) Yine bu kaynaklara göre Hac sırasında Kinane ve Kureyş kabilelerin ettiği şu dua, İslam öncesi dönemde Tanrı inancının gücünü göstermesi bakımından çarpıcıdır: “Allah’ım sana geldik. Sana geldik ki, senin bir ortağın yoktur. Ancak senin hükmünde olan bir ortağın vardır; sen ona hükmedersin o ise sana hükmedemez.”(2) Çok açık bir biçimde gözüktüğü üzere sözü edilen törende edilen dualarda Allah başat konumda yer alan bir inanç öğesidir. Öte yandan bu sözlerde “ortak” koşulan öğenin “putlar” olduğu belirtilmekte, bununla birlikte putlara hükmedenin de Allah olduğu dile getirilmektedir.

Söz sırası putlara gelmişken burada biraz duralım isterseniz. Bilindiği üzere Mekke toplumunda putlar da yaygın olarak kabul edilen bir inanç öğesiydi. Peki, bu öğe Allah inancını dışlıyor, bu öğeyi benimseyenler de tabiri caizse “Allahsız” kimseler mi oluyordu? Bu sorunun yanıtını ve putların inananlar nezdinde neye karşılık geldiğini İslam’ın kutsal kitabı Kuran’dan öğrenmeye çalışalım. Yunus Suresi: “Onlar Allah’ı bırakarak kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara taparlar. Derler ki: Bunlar Allah’ın katında bizim şefaatçilerimizdir.” Zümer Suresi: “…Allah’ı bırakıp putlardan dost edinenler derler ki: onlara bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye dua ediyoruz.” Konu ile ilgili sureleri çoğaltabiliriz. Fakat maksat hasıl olduğu üzere putlar Allah inanç sistemi içerisinde yer alan diğer inanç unsurları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda putlar genel olarak Allah inancından bağımsız olarak var olan inanç öğeleri değildir. Kuran’da da yer aldığı üzere, putu bir inanç unsuru olarak kabul eden kimseler, bunları Allah nezdinde şefaatçileri yani suçlarının bağışlanması ya da dileklerinin yerlerine getirilmesi için aracılık yapabilecek inanç öğeleri olarak kabul ediyorlardı. Şimdi sormalı, bugün de kimi evliya, şeyh vb. kimselerden şefaat umulmuyor mu, onlardan medet beklenmiyor mu?

İslam öncesi dönemde Allah inancının gücünü gösteren diğer örneklerle devam edelim. Bu örneklerden ilki İslam peygamberinin dedesi olan Abdulmuttalip’e aittir. Buna göre Mekke’yi ele geçirmek ve Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’ye gelen Habeş Kralı’na bağlı Yemen valisi Ebrehe’nin adamı Hunata’ya, Ebrehe’ye iletilmek üzere şöyle der Abdulmuttalip: “Vallahi onunla savaşmak istemeyiz. Buna bizim gücümüz yetmez. Bu mabet Allah’ın kutsal beyti’dir. (kutsal saygın ev) Ve sevgili dostu Hz. İbrahim aleyhisselamın evidir. Kâbe, Allah’ın beyti ve haremi olduğu halde, eğer onu müdafaa etmezse ve Ebrehe ile Beyt’inin arasından çekilirse, yani Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmasına engel olmazsa vallahi bizim müdafaa edecek gücümüz yoktur.”(3)

İslam öncesi dönemde Allah inancının varlığını ortaya koyması bakımından tanık göstereceğimiz iki önemli isimle bu başlığı noktalamak istiyoruz. Bu isimlerde ilki Said oğlu Kus’tur. Maad kabilesinin İyad kolundan olan ve şair kimliği ile bilinen Kus aynı zamanda iyi de bir hatiptir. Halkla bir araya geldiği pek çok ortamda görüşlerini ifade etmekten imtina etmeyen ve adeta onlara Tanrı adına çağrı yapan bir isimdir. Sözü ona bırakalım: “Allah kendisine ibadet edilecek biricik Allah’tır. Doğmamış ve doğurmamıştır. O, yaratıkları yarattı ve yolladı. Yarın gene ona dönülecektir.” Tanrı’nın birliğine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye inanan Kus, bir çağrısında düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: “Ey ölüye ağlayan kimse! Ölüler mezarlarında yatıyorlar. Üstlerinde kendi mallarından olarak yalnızca bir kefen parçası vardır. Onları kendi hallerine bırak uyusunlar; zira bir gün gelecek ki o gün çağrılacaklar; onlardan uyanır gibi uyanıp evvelce nasıl yaratılmışlarsa gene öyle yaratılıp çağrılan yere gidecekler. Onların bir kısmı çıplak bir kısmı giyinik olarak gelecekler. Giyinik olanlardan bir kısmı yeni elbiseler, bir kısmı eski elbiseler giymiş olacaklar.” Şu sözler de Kus’a aittir: “Ey topluluk! Nerede babalarınız, dedeleriniz? Nerede süslü saraylar ve taştan yapılar yapan Ad ve Semud kavmi? Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine ben sizin en büyük tanrınızım diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nispetle daha zengin, kuvvet ve kudret bakımından sizden daha artık durumda değil miydi? Bu dünya, değirmeninde onları öğüttü, toz etti dağıttı, kemikleri bile çürüyüp dağıldı, evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların gittiği yoldan gitmeyin. Her şey yok olacaktır. Kalacak olan ulu Tanrıdır ki, birdir benzeri ve ortağı yoktur. Tapılacak olan O’dur.”(4) Dikkat buyurunuz bu sözler İslam inancından önce ifade ediliyor. Kus’un bu ve benzeri çağrılarına daha peygamber olmadan tanık olan İslam peygamberi ise onunla ilgili olumlu düşünmektedir. Kus ile ilgili şöyle konuşur Muhammed Peygamber: “Allah Kus’u yarlığasın (bağışlasın, lütfetsin); O, ayrı bir ümmet olarak hasrolunacaktır.” Bu arada bir not olarak belirtelim ki, Kus’un gelecek olan bir elçiden de söz ettiği ifade edilmektedir.(5)

Döneme dair kaynaklarda, İslamiyet’ten önce namazın tıpkı bugünkü gibi beş vakit kılındığı öne sürülmektedir.

Görüşlerini aktaracağımız ikinci isimse Ebu’l Salt Oğlu Ümeyye’dir. Kus gibi o da İyad kabilesindendir. Aslen Mekkeli olmasına rağmen Taif’te dünyaya gelen Ümeyye tıpkı Kus gibi dönemin bilinen şairlerindendir ve İslam peygamberi döneminde yaşamıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgi sahibi olan ve şiirlerinde Tanrı’nın birliği, cennet, cehennem, sevap, ceza gibi temaları işleyen Ümeyye’nin aynı zamanda bir elçi geleceğine de inandığı bildirilmektedir. O, tanrı düşüncesini çağrılarının merkezine koyar ve şöyle der: “Kendine bir destek edinmeyen ve kullarını bir takdir üzerine yaratan Allah’a hamdolsun. Onun kudretine boyun eğenler arasında, şükretme için benim de yüzüm ve bütün vücudum secde eder.” Konu ile görüşlerini şöyle sürdürür Ümeyye: “Allah’ımızın varlığına olan deliller apaçıktır. Bu delilleri ancak bir kâfir inkâr eder. Gece ve gündüz yaratılmıştır. Bunların her birinin süresi birbirinden ayrı olarak belirtilmiş ve sınırlandırılmıştır. Yüce Allah, ışığı her tarafa saçılmış güneş ile aydınlatır. Kıyamet günü Allah’ın katında haniflik dininin dışında bir din boştur.” Ümeyye yeniden dirilmeye de inanmaktadır: “Geçmiş olaylarda bir ibret görüyor musun? Ey kalbim! Kötülükleri bırak, kör olma, yolunu şaşırma, ölümü ve öldükten sonra dirilmeyi hatırından çıkarma, ondan daima kork. Gelmiş ve geçmiş zamanın aldattığı kişilerden olma. Çünkü sen üzerinde yaşayan insanları aldatmakta olan bir dünyadasın. Bu dünyada -senin için- kalbi kinle yanıp tutuşan bir düşman vardır.”(6)

Ümeyye ve İslam inancı bağlamında ortaya konulan bir iddiaysa oldukça çarpıcıdır. Bu iddiaya göre Nebe Suresi 31-34. ayetlerde yer alan ifadelerle Ümeyye’nin bir şiirinde yer alan sözler arasında şaşırtıcı ölçüde benzerlik vardır. Ve bahse konu bu iddialara göre söz konusu ayette yer alan ifadelerin arka planında Ümeyye’nin o şiiri bulunur. Önce Diyanet Vakfı çevirisine göre o ayetlerin mealini okuyalım: “Şüphesiz takva sahipleri için umulanı buldukları yer bahçeler, üzüm bağları, göğüsleri tomurcuk gibi büyümüş yaşıt kızlar, içki dolu kaseler vardır.” Şu sözlerin de Ümeyye’nin şiirinde geçtiği öne sürülmektedir: “Orada, cennette içinde göğüsleri tomurcuklanmış, güneş yüzü görmemiş huriler vardır. O huriler altın, gümüş ve kıymetli incilerden bilezikler takarlar. Yine orada ne boş söz, ne günah işleme ne yergi, ne de herhangi bir şeyden gafil olma vardır.”

Görüldüğü üzere benzerlik had safhada olunca sorular da peş peşe gelecektir: Bu ayetlerin kaynağı Ümeyye midir; iki metin arasında yer alan bu benzerlik tesadüfi olabilir mi vs. İnternet medyasında görünürlüğü yüksek olan bir internet sitesi bu soruların yanıtını şöyle vermiş: “Hurilerin tasviri eskiden beri semavi dinlerde söz konusu edile gelmiştir. Ümeyye b. Ebu Salt, Hz. İbrahim’e gönderilen Hanif dinine bağlı olanlarla yaşamış, Yahudi ve Hıristiyanlarla görüşmüş, onlardan birçok bilgiler yanında ahiret ve cennet hayatıyla ilgili pek çok şey öğrenmişti. Buna göre Kuran ve hadislerde görülen bazı bilgilerin, daha önceden de var olması, bunların hepsinin kaynağının vahiy olduğunun delilidir. Çünkü Hicaz bölgesinde bulunan Hanifliği ve dünyaya yayılan Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın aslı da vahiydir. Elbette bunlardan geriye kalan bazı hak bilgiler de olacaktır. Bu hak bilgilerden bazılarının Kuran ve hadislerde bulunması gayet normaldir. Bu durum Hz. Peygamberin onlardan etkilendiğini değil, hepsinin kaynağının vahiy olduğunu gösterir. Çünkü Allah ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem başta olmak üzere insanlığa yüzlerce peygamber göndermiştir. Şimdi binlerce ayet içerisinde birkaç ayetin veya kelimenin veya ifadenin daha önceki kitaplarda veya semavi dinlerden ders almış bazı şahıslarda bulunması Kuran’ın o kaynaklardan alıntı olduğuna delil olabilir mi?”(7) Yanıt bu, takdir sizin.

Nihai olarak Ümeyye, Muhammed Peygamberin elçiliğini kabul etmez; bu durumu İslam peygamberinin Bedir Savaşı’nda kendi akrabalarını öldürmesine bağlar ve şunları söyler: “Eğer Muhammed gerçek peygamber olsaydı akrabalarını öldürmezdi.” Ümeyye ayrıca Bedir Savaşı ile ilgili mersiyeler yazar fakat halk üzerinde olumsuz etki yapabileceği düşüncesiyle bu mersiyelerin açıktan açığa okunma talebi İslam peygamberi tarafından yasaklanır. Peki, İslam peygamberinin Ümeyye ile ilgili görüşü nedir? O, bu soruya şöyle yanıt verir: “Ümeyye İslamiyet’i kabul etmeye yakındı. Ümeyye’nin şiiri mümin, kalbi kâfirdir”(8)

Hemen hemen bütün din ve inançlarda karşımıza çıkan oruç ibadeti de Mekke ve Medine topraklarında, İslam öncesinde var olan bir ibadet biçimidir.

İbadet ve dini bayramlar
İslam öncesi dönemde benimsenen kimi ibadet ve bayramların benzer biçimde İslam inancının kabul edilmesiyle de sürdürüldüğünü görmekteyiz. Her ne kadar, içerik itibariyle kimi farklılıklar gözlense de bu sürekliliğinin sağlandığı tarihi bir veridir. Örneğin İslam inancında da var olan Kurban Bayramı, İslam öncesi dönemde de kabul edilen bayramlardan biridir. Bunun dışında Medine’de Nevruz ve Mihrican bayramı olarak tanımlanan bayramlar da kutlanırdı. Diğer taraftan İslam öncesi Hicaz bölgesinde halk her hafta Cuma günleri toplanır ve ibadet ederdi. Yevmü’l-Arabe (Arpalık günü) ya da “Ma’ruzat” (Açıklama) günü olarak anılan bu günde hutbe okunurdu. Kimilerine göre ise gerek Kurban Bayramı gerekse de Cuma günleri gerçekleştirilen ibadetlerin kaynağı İbrahim Peygambere kadar uzanmaktadır.

Tıpkı bayram ve diğer dini uygulamalar gibi, inancın sürekliliğini göstermesi bakımından önem taşıyan iki önemli ibadet biçimi de namaz ve oruçtur. Şöyle ki Hicaz bölgesinde tıpkı İslamiyet’te olduğu gibi namaz kılınır ve oruç tutulurdu. Yine bu durum Kuran sureleriyle de sabittir. Bakara, İbrahim ve Enbiya surelerinde orucun daha önceki peygamberlere de farz kılındığı anlatılmaktadır. Bunun dışında Enfal suresinde de İslam öncesi dönemde namaz ibadetinin gerçekleştiği şöyle anlatılmaktadır: “Onların beytullah yanındaki namazları da, ıslık çalmadan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.” Öte yandan namazın anılan yıllarda varlığını gösteren bilgilerden biri de şu satırlarda karşımıza çıkar: “Cahiliye devrinde, Peygamberimiz peygamber olarak gönderilmeden önce, üç yıl namaz kıldığı, ayrıca Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’in de namaz kıldığı Ebuzer tarafından zikredilmektedir.”(9) Dahası döneme dair kaynaklarda namazın tıpkı bugünkü gibi beş vakit kılındığı öne sürülmektedir. Buna göre Şaharit (Sabah), Musaf (Öğle), Minha (İkindi), Neilat Şerahim (akşam üstü) ve Maarib (Akşam) namaz vakitleri olarak ifade edilmiştir.(10) Yine cenaze namazının da o dönemin ibadetleri arasında yer aldığı gözlenmektedir. Tıpkı Müslümanlarda olduğu gibi, İslam öncesi yıllarda da cenazelerin yıkandığı, kefenlendiği ve akabinde duaların edildiği belirtilmektedir.(11) Yağmur duası da dönemin gerçekleştirilen duaları arasındadır. Öyle ki bu dualara dedesi Abdulmuttalip ve amcası Ebu Talip ile birlikte İslam peygamberinin de iştirak ettiği aktarılan bilgiler arasındadır.(12)

Hemen hemen bütün din ve inançlarda karşımıza çıkan oruç da Mekke ve Medine topraklarında var olan bir ibadet biçimidir. Muhtelif isimlerde farklı oruçlar tutulmaktadır. Örneğin Kureyşliler işledikleri günaha karşılık oruç tutarlar ve bu oruca da şükran orucu denilirdi. Dr. Cevat Ali Tarihü’l Arab Kable’l İslam adlı eserinde şükran ya da kıtlık orucu ile ilgili şu bilgileri nakletmektedir: “Oruç, eski dinlerde dini geleneklerdendi. Rivayete göre Kureyşliler Aşure günü oruç tutarlardı. Bu günde tören düzenleyerek, bayram ilan eder ve Kâbe’ye yeni örtüsünü giydirirlerdi. Böyle yapmalarının sebebi ise şöyle açıklanır: Kureyşliler cahiliye döneminde büyük bir günah işlemişler, bu günaha kefaret olarak Aşure günü oruç tutmaya başlamışlar, akabinde günahlarının affedilmeleri dolayısıyla Allah’a şükür olarak oruç tutmuşlardır.”(13) Muhammed Peygamber ve eşi Aişe’nin de bahse konu yıllarda oruç tuttuğu aktarılan bilgiler arasındadır (Buhari, Savm,1; Müslim, Sıyam, 19).

Namaz, oruç, bayramlar gibi hac ve umre de dönemin ibadetleri/inanç uygulamaları arasında gelmekteydi. Hac esnasına ayrıca Kâbe ziyaret edilir ve belirli inanç ritüelleri gerçekleştirilirdi. Yine o dönemdeki hacda da ihram, telbiye, vakfe, tavaf, sa’y, cemrelerin taşlanması, kurban kesilmesi gibi, bugün de sürdürülen uygulamalar düzenlenirdi. Söz sırası kurban kesme merasimlerine gelmişken o konuyla ilgili de birkaç kelam etmek istiyoruz. İfade ettiğimiz gibi Kâbe, kurban kesilen yerlerin başında gelmekteydi. Bunun dışında kabir başlarında da kurban kesilir ve böylelikle ölen kimsenin sağlığında insanlara yaptığı iyilik, kesilen kurbanın kurt ve kuşlara yedirilmesi suretiyle ödenirdi. Ayrıca cinlere kurban kesildiği gibi doğan çocuklar ve ilk doğan hayvanlar için de kurban kesilirdi. Bugün de varlığını sürdüren adak uygulaması, o dönemde de var olan bir ritüeldi. Özellikle çocuğu olmayan kimseler, bu soruna çare bulmak üzere adak adarlardı.

Sadaka ve hatta zekât da İslam öncesi dönemde karşımıza çıkan inanç öğeleri arasında gelmekteydi. Arap toplumunda cömertlik çok övülen ve takdir edilen bir vasıf olarak görülüyordu. Dolayısıyla zekât ve sadaka anlayışının arkasında bu olgunun yer aldığı öne sürülmektedir. Bunun dışında Mekke, İslam öncesi dönemde de hürmet edilmesi gereken bir yer olarak kabul edilir ve Mekke için “Haram” yani mukaddes ve dokunulmaz tabiri kullanılırdı. İslam inancı bu anlayışı da kabul etmiş hatta İmam Şafi, ikamet veya seyahat sebebiyle de olsa, Müslümanlar dışında kimsenin Mekke’ye giremeyeceğini söylemiştir.(14) Ayrıca sünnet de Mekke’de karşımıza çıkan bir uygulamadır. Hatta kimi rivayetlere göre İslam peygamberi doğumunun yedinci günü dedesi tarafından sünnet ettirilmiştir. Yine kimi tarihi bilgilere göre sünnet esnasında ziyafet verilmesi de o dönemin gelenekleri arasında yer almaktadır.(15)

Miras uygulamaları
Arap toplumunda genel olarak kadınlar mirastan pay edinemez yalnızca erkekler miras hakkından istifade ederlerdi. Fakat Mekke’de kadınlara da miras hakkı verildiği, aktarılan bilgiler arasındadır. Şöyle ki, Zü’l-Mecasidi’l-Yeşkuri adlı kimsenin mirastan erkeklere iki pay, kadına da bir pay verdiği bildirilmektedir.(16) Öte yandan mirastan kadınlara hiç pay verilmemesi -İslam’ın ilk devirlerinde de- Müslümanlar arasında benimsenmiştir. Fakat zaman içerisinde gelişen kimi olaylarla bu uygulama erkeğe iki, kadına bir hisse miras olarak değiştirilmiştir. Örneğin Ensar’dan Evs b. Sabit, geride karısı ve üç kızını bırakarak vefat edince, Evs’in amcaoğulları Süvey ve Arfece, mirasın hepsini kendilerine almışlar, Evs’in karısına ve çocuklarına hiçbir şey vermemişlerdir. Bunun üzerine Evs’in hanımı peygambere giderek yaşanan olayı anlatır ve bu durumun düzeltilmesini ister. Akabinde miras kadına bir erkeğe iki pay olarak değiştirilir (Nisa Suresi, 11).

İslam döneminde, İslam öncesi dönemde olduğu gibi, kölelerin miras olarak intikali uygulaması kabul görmüştür.

Erkek herhangi bir vasiyetname bırakmadan ölürse bu durumda miras baba yönünde en yakın akrabalara geçmekte ve bu duruma “Asabe” denilmekteydi. Aynı anlayış İslam miras hukukunda da devam etmiştir. Benzer biçimde “İslam öncesi dönemde mirasçı bırakmadan ölen azadlı kölenin eski efendisi, bu kölenin bıraktığı malları tevarüs ettiği gibi, bu eski efendi mirasçı bırakmadan vefat edecek olursa, azadlı köle efendisine mirasçı olurdu. Bu husus, İslam tarafından da benimsenmiştir.”(17) Bunun dışında daha pek çok miras uygulamasında benzerlikler görüldüğü gibi İslam dini kabul edildikten sonra kimi değişimler de söz konusu olmuştur.

Miras hukuku ile ilgili olmasa da İslam öncesi ve sonrası dönemde kimi uygulamalarda görülen benzerlikler oldukça çarpıcıdır. Örneğin her iki dönemde de kısas ve kısası diyete çevirme uygulaması benimsenmiştir. Yine İslam öncesi dönemde hırsızlık suçunun cezası el kesme olarak belirlenmişken, İslam da bu cezayı aynen kabul etmiştir. Aynı şekilde İslam öncesi devirde yol kesenin cezası ölüm iken İslam, yol kesenleri ölüm dahil olmak üzere çeşitli cezalarla karşı karşıya bırakmıştır.(18)

Savaşla ilgili uygulamalar
Savaş sonrasında vuku bulan ganimet uygulamalarının pek çoğunun İslam öncesi dönemde de olduğu, diğer bir ifade ile ganimet politikalarının öncesi ve sonrasıyla bir bütünlük arz ettiği görülmektedir. Bu noktada çarpıcı iki uygulama “safi” ve “mirba” denen politikalarda ortaya çıkmaktadır. Safi, savaş ve baskınlar sonucu elde edilen ve ganimetler dağıtılmadan, savaş reislerinin ganimetler içinden kendilerine seçtikleri “pay”a denirdi. Safiler, deve, koyun gibi hayvan cinsinden olabildiği gibi, esir edilen köle ve cariyeler arasından da seçilebilirdi. İşte İslam dönemi ile birlikte safi uygulaması da aynen kabul edilmiştir. Örneğin Muhammed Peygamber, hanımlarından Safiye bintü Huyey’i, Hayber savaşında safi olarak almıştır. Aynı şekilde Reyhane bintü Zey, Beni Kureyza olayı sonrasında Peygamberin safi olarak seçtiği kadınlar arasındaydı. Ve nihai olarak Müreysi savaşından sonra, Cüveyriye bintü’l Haris’i de Muhammed Peygamber safi olarak kendine almış ve akabinde onunla evlenmiştir. Bunun dışında İslam peygamberinin köle, at ve benzeri ganimetleri de safi olarak aldığı ifade edilmektedir.(19)

Mirba ise, ganimetin dörtte birine verilen isimdir. İslam öncesi devirlerde savaş ve baskınlar sonucunda ele geçirilen ganimetin dörtte biri, orduyu yöneten komutana verilirdi. Adi b. Hatim, hem İslam hem de önceki dönemde komutanlık yaptığını ve önceki dönemde ganimetin dörtte birini İslam döneminde ise beşte birini aldığını ifade etmektedir.(20) İslam döneminde ordu komutanın aldığı pay dörtte birden beşte bire düşürülmüştür. Bununla birlikte bu beşte birin içerisinde yetim, miskin ve yolda kalmış kimselerin de payı olduğu ifade edilmektedir. Beşte bir hisseyle (humus) ilgili çarpıcı bir bilgi de Yusuf Peygamber dönemine aittir. Şöyle ki, Yusuf Peygamberin, Mısır toprağının beşte biri Firavun’a ait olmak üzere kanun yaptığı kaydedilmektedir (Tevrat, Tekvin, 47/26).

Savaş uygulamalarının da bir neticesi olarak ortaya çıkan kölelerle ilgili kimi uygulamalarda da benzerlik görülmektedir. Örneğin İslam öncesi dönemde köle, kendi kıymetini kazanıp, sahibine ödeyerek hürriyetine kavuşabilirdi. Mükatebe akdi denen bu uygulama İslam’da da geçerli sayılmıştır. Benzer biçimde her iki dönemde de kölelerin miras olarak intikali uygulaması kabul görmüştür. Bunun dışında İslam öncesi ve sonrası dönemde de bir kölenin cezası, bir hürün cezasının yarısıdır. Yine her iki dönemde de savaşa katılan kölelere ganimetten pay verilmezdi. İslam öncesi dönemde bir esir, mühim bir vazifeyi gerçekleştirmek suretiyle azad edilebilirdi. Öte yandan İslam öncesi dönemde borçlular borçlarından dolayı köle yapılırken, İslam’da bu uygulama kabul edilmemiştir. Anılan dinde köle olma sebepleri savaş, köle ana babadan doğmuş olma ve köleyi satın alma olarak belirlenmiştir. Nihai olarak özellikle cariyelerin çocuklarının durumu hakkında iki dönem arasında kimi farklı uygulamaların olduğu belirtilmektedir.

Siyasi teşkilatlanma
İslam öncesi Arap toplumunda siyasi ve idari teşkilatlanma kabilelerin belirlediği politikalarla yürüyordu. Kan ve nesep bağı ile birbirine bağlı olan kabileler bir taraftan “devlet düzenini” belirlerken, diğer taraftan bu teşkilatlanma içerisinde birey, kabilelerin koruması altında yer alıyordu. Bu anlamda kabilenin koyduğu kanunlara ya da gelenek ve göreneklere aykırı hareket edenler, kabilenin statüsüne zarar verenler cezalandırılmakta ve nihai olarak ailesi ile birlikte kabileyle olan bağı kesilmekteydi. Ayrıca ceza alan kimsenin durumu panayır ve hac dönemlerinde ilan edilerek açıklanırdı.

Siyasi teşkilatlanma konusuna geri dönersek çölde yaşayan Bedevilerle (köylü-göçebe), şehirde yaşayan Hadarilerin (kentli) kimi noktalarda farklı uygulamaları benimsediğini görürüz. Bununla birlikte her iki teşkilatlanmada da kabilelerin ağırlığı başat konumdadır. Bedevilerde her kabilenin başında bir şeyh (melik, emir) bulunmaktadır. Siyasi nüfuz ve ekonomik güçle birlikte, ağırbaşlılık, cesaret, cömertlik gibi özellikleriyle öne çıkan kimseler şeyh olarak seçilirdi. Şeyhlik babadan oğla geçmemekle birlikte, eğer oğul şeyhlik için aranan özellikleri taşıyorsa şeyh olabilirdi. Bütün kabilelerin başında yer alan genel kabile başkanı ise, dönemin güç ilişkileri, töreleri vb. özellikleri göz önünde bulundurularak seçilir ve yine ağırlıklı olarak “güç ilişkileri” çerçevesinde hareket ederdi. Ayrıca kabile başkanına danışmanlık yapan bir meclisin de bulunduğu bu siyasi teşkilatlanmada, devrin politikalarına hâkim öğretiler yol gösterirdi.

Kentli Arapların siyasi teşkilatlanması da yukarıda belirttiğimiz ilkeler çerçevesinde belirlenmekteydi. Bununla birlikte, bu teşkilatlanmada da “Darun Nedve” denilen bir meclis bulunmaktaydı. Mekke Parlamentosu ya da “onlar meclisi” diyebileceğimiz bu mecliste, on ileri aileden gelen temsilciler, siyasi ve toplumsal sorunlara çözüm bulmaya çalışırdı. Her kabile kırk yaşını geçmiş ve liderlik özelliği taşıyan kimseyi bu meclise gönderir, meclis de kendi içerisinden ayrıca bir başkan seçerdi. Sosyal, siyasi ve askeri işlerle ilgili kararlar başkan aracılığıyla açıklanır ve hatta nikâh ve düğün merasimleri de bu meclisten çıkardı. Bu noktada Tezcan’ın şu ifadeleri oldukça dikkat çekicidir: “Dâru’n-Nedve, Peygamber’in (sas) dördüncü kuşaktan dedesi Kusay bin Kilab tarafından, yaklaşık 440 yılında Kâbe’nin kuzeyine, tavafa başlanılan yerin arka tarafına inşa edilmiştir. Bu yapı, Kureyş ileri gelenlerinin icra-yı meşverette bulundukları, müzakere yapmak için toplandıkları bir konaktı. Mekke’nin demokratikleşmesinin önemli adımlarından sayılan bu mekânın inşa edilmesi, şehrin işleri ile ilgili halkın, görüşlerini özgürce ifade edebilmelerine imkân sağlamıştır.”(21) Bu teşkilatlanma dışında “Erdemliler İttifakı” (Hilfu’l Fudul) olarak bilinen “demokratik” bir örgütlenme de söz konusuydu. İslam peygamberinin de yirmili yaşlarda katıldığı bu örgütlenmede amaç, can ve mal güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması ve zulmün önlenmesi olarak belirlenmişti. Bu örgütlenmenin de İslam inancının benimsenmesinden bir süre sonra kapatıldığı kaydedilmektedir.

Farklı değerlendirmeler söz konusu olsa da İslam’ın egemen olmasıyla birlikte “kabile konfederasyonları” olarak tanımlayabileceğimiz bu yapılanmalar lağvedilmiş ve yerine Peygamberin ve akabinde halife ve sultanların mutlak hâkim olduğu devlet düzeni kabul edilmiştir.

Sonuç yerine
İslam, devraldığı toplumun sosyolojik, askeri ve inanç kabullerini bağrında taşıyarak dönemin koşulları içerisinde var olmuş bir dindir. Doğal olarak, geçmişin bütün yasa ve değerleri aynı şekilde benimsenmemiştir. Sosyal, siyasi ve dini başlıklarda kimi değişimler elbette söz konusu olmuştur. Fakat İslam, geride bıraktığı toplumdan, mutlak anlamda bir kopuş yaşamamıştır. Aksine pek çok başlıkta süreklilik hali vuku bulduğu gibi kimi kabullerde de bir değişim/dönüşüm süreci yaşanmıştır. Bu yazıda söz konusu karşılaştırmaları sınırlı örnekler üzerinden ele aldık. Bu örnekler ve elbet bu çalışmaların çoğaltılması, yalnız geçmişin değil bugünün de aydınlanmasına katkı sunacaktır.

DİPNOTLAR
1)Dr. Neşet Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fak. Yay, 1957.
2)Age.
3)İbni Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, Sağlam Kitabevi, 1981.
4)Aydın Tonga, Emeviler, Doğu Kitabevi, 2013.
5)Dr. Neşet Çağatay, age.
6)Age.
7)sorularlaislamiyet.com (Kuran’da, Ümeyye’nin şiirlerine benzer ifadeler olması nasıl açıklanabilir sorusu).
8)Dr. Neşet Çağatay, age.
9)Doç. Dr. Ali Osman Ateş, İslam’a göre Cahiliye ve Ehl’-i Kitab Örf ve Adetleri, Beyan Yay. 1996.
10)Aydın Tonga, age.
11)Ali Osman Ateş, age.
12)Belazuri, Ensabü’l-Eşraf; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi vd. kaynaklar.
13)Cevat Ali, Tarihü’l Arab Kable’l, İslam VI, Irak, 1957.
14)Maverdi, Ahkamü’s-Sultaniye, (Terc: A.Şafak).
15)İbn Kesir, el-Bidaye, II.
16)Mücteba Uğur, Hicri 1.Asırda İslam Toplumu, İstanbul 1400/1980.
17)Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II.
18)Doç. Dr. Ali Osman Ateş, age.
19)Ebu Davud, Sünen III.397.
20)Ebu’l Kasım Abdurrahman b. Abd es Süyehli v.581/1185.
21)Tuğrul Tezcan, Kur’an’da Şûrâ Kavramı ve Çağdaş Yorumları, Doktora Tezi, Ankara 2010, s. 33.

Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:164, Ekim 2017 s.43