Ana Sayfa Dergi Sayıları Olağanüstü Mayıs Sayısı Korona sonrası felsefe

Korona sonrası felsefe

2664
0

Felsefe, eninde sonunda insani sorunlarımızı, çevre sorunlarını, politik sorunlarımızı tartışmak zorunda kalacaktır. Bilim de, hem önemini her geçen gün artıracak, hem de kendisini eleştiri süzgecinden geçirecektir. Kapitalizmin hizmetine girmiş bilimden insana hizmet eden bilime doğru dönüşecektir diye umuyorum. Ekonomik sistem açısından kapitalizmin eşitsizliğinden kurtulup daha adil bölüşümün olduğu bir dünyaya doğru gideceğiz ve insanlığın bütününü ilgilendiren temel problemlere (göçmen, küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre, silahlanma, savaş, açlık sorunları gibi) ilgimizi arttıracağız.

Geçmişten günümüze, felsefede ele alınan konuya yönelik ikili bir yaklaşım söz konusudur. Bir tarafta filozof, önce var olanı ortaya koyar, var olan üzerinde refleksiyonda bulunur, var olanın betimini, analizini ve açıklamasını vermeye çalışır. Filozof bununla yetinmez; ikinci bir yaklaşım daha ortaya koyar; bu yaklaşımıyla var olanın eleştirisinden olması gerekene doğru ilerler. Korona sonrası felsefenin nereye doğru evrileceği sorusu, felsefenin bu ikinci boyutuyla yakından ilişkili gibi geliyor bana. Aslında bilimde de, var olandan yola çıkarak öndeyilerde bulunmak söz konusudur. Ancak bilimin öndeyileri olması gerekene yönelik değildir; gelecekte olası olarak ortaya çıkabilecek olana yöneliktir. Kanımca felsefede karşılaştığımız bu iki boyut da çok önemlidir; çünkü var olanı görmeden, onu analiz etmeden, onu sorgulamadan, var olanı aşmaya yönelik çıkarımlar yapmak, olması gerekene yönelmek pek olası gözükmüyor. Yani, önce var olanın ne olduğunu görmeniz, onu yapı-söküme uğratmanız, yanlışları saptamanız, sonra da olması gerekene uzanmanız gerekiyor.
Geriye doğru baktığımda, korona virüse uzanan süreçte neler görüyorum? Öncelikle belirtmeliyim ki, korona virüs salgını gibi insanlığın varlığını tehdit eden bu türden kriz anlarında insan bu sürece nasıl geldiğimizin bir hesabını yapıp, bu sürece uzanan olaylar silsilesini ve uygarlık serüvenini gözünün önünde canlandırıyor; süreci anlamaya, kavramaya ve analiz etmeye çalışıyor. Yani tüm sürece eleştirel bir refleksiyonla yaklaşıyor. Korona öncesi uygarlık sürecimize baktığımda tümüyle olumsuz şeyler görmüyorum elbette; gördüğüm iyi yönler olduğu gibi, başarısız şeyler de söz konusu. Felsefenin var olana yönelik yaklaşımı yoluyla söylersem, beni etkileyen birkaç hususa değinmem kaçınılmaz. Bu var olana ilişkin saptamalarımı yaptıktan sonra felsefenin ikinci yaklaşımıyla, yani olması gerekene dönük ifadelerimi daha nesnel bir zemine oturtmuş olacağım.
İnsanlığın uygarlık serüvenine tarihsel açıdan baktığımda, avcılık-toplayıcılıktan, tarıma dayalı uygarlığa, oradan sanayi tarzı uygarlığa ve bilişim teknolojisi temelli bir uygarlığa doğru evrildiğimizi görüyorum. Bu uzun yolculukta, pek çok insan başarısına imza attığımız açık. Bunu görmek için şu felsefi deneyi yapmak olası: Bir an için insanın olmadığını varsaysak, evrende neler varlığını yitirirdi? Basit bir refleksiyon dilin, kültürün, inanç sistemlerinin, bilimin, sanatın, felsefenin, ahlakın, ekonominin vb. olamayacağını hemencecik görüverir. Yani doğada kendiliğinden var olanın dışındaki her şey insan başarılarının ürünüdür ve insan başarıları doğa ile diyalektik içinde var oluyor. İnsan doğayı olduğu gibi benimsemiyor; değiştiriyor, dönüştürüyor, var olandan gereksinimleri doğrultusunda yeni şeyler üretiyor. Hatta gereksinimleriyle yetinmeyip lüks ve konforu arıyor; hayatını kolaylaştırmak için pek çok şey yapıyor. Yani doğayı sürekli dönüştürüyor. O yüzden insanı ciddiye almamız gerekir; o gerçekten bir olanaklar varlığı ve olanakları ölçüsünde de üretiyor. Burada hemen şunu da itiraf etmek gerekiyor: İşte felsefenin temel konusunun, insanın doğayla girdiği ilişkideki bu üretimi üzerinde köklü bir refleksiyon olduğunu sanıyorum.

Düşünürlerin olması gerekene yönelik söylemleri
Tabi şunu unutmamamız gerekiyor; tarihsel bakımdan insan hangi uygarlık düzeyinde ise, hangi tarihsel sosyal-ekonomik koşullarda yaşıyorsa, var olana yöneldiğinde öncelikle onun felsefesini yapıyor. Söz gelimi Platon’un yaptığı felsefe, antik Yunan’ın şehir devleti ve ticaret kolonileri ekseninde yapılanan koşullarından ortaya çıkıyor. İbni Sina’nın felsefesi de öyle; o da var olan feodal İslam toplumunun olanakları ışığında, o koşullarda felsefe yapıyor. Yine Kant’ın yaptığı felsefe, sanayi devrimi toplumlarında var olan ya da o dönemin toplumsal-siyasal-ekonomik yapısı, bilimsel yapısıyla ilgiliydi. Nitekim onun Newton fiziğini temellendirmeye yöneldiğini, sanayi toplumunun değerlerini ön plana çıkardığını biliyoruz. Elbette Kant’ın tümüyle orada takılı kaldığını söyleyemeyiz; onda çağını aşan ve bugün bize ışık olan önemli unsurların olduğu açık. Onun eleştirel yaklaşımının ve sürekli aydınlanma idealinin geride kaldığını söylemek yanlış olur. Felsefenin bir yönüyle bilimle ilişkili bir etkinlik olduğu saptamaları hâlâ ışık olarak önümüzde duruyor. Ancak biz Newton fiziğinin değil, Einstein fiziğinin ve kuantum teorisinin egemen olduğu, bilişim teknolojilerinin olabildiğince yayıldığı, aydınlanmanın değerlerinin sorgulandığı yeni bir dünyada yaşıyoruz.

Tarihsel bakımdan insan hangi uygarlık düzeyinde ise, hangi tarihsel sosyal-ekonomik koşullarda yaşıyorsa, öncelikle onun felsefesini yapar.

Dolayısıyla şunu görmek gerekir: Hangi dönemde yaşıyoruz? Hangi uygarlık araçlarına sahibiz? Ne durumdayız? Bu bakımdan düşünürlerin tarihsel yanlarını çok iyi görmek gerekir. Aynı şey Hz. Muhammed’in, Hz. İsa’nın, Yunus’un, Mevlana’nın, İbni Sina’nın, Thomas Aquinas’ın düşünceleri için de geçerlidir. Bütün bu düşünürlerin önce kendi sosyo-kültürel-tarihsel bağlama yönelik yani var olana ilişkin söylemleri temeldir; ancak biz onları bugün hâlâ anıyorsak, olması gerekene yönelik yaklaşımlarının hâlâ bize kimi şeyler esinlemeleri yüzündendir. Bütün bu düşünürlerin olması gerekene yönelik söyledikleri, ürettikleri şeyler hâlâ canlı bir ilgi konusu ve dikkatimizi çekiyor. Bu açıdan düşünürleri ya da filozofları ele alırken, onlardaki tarihsel olanı ve tarihsel olmayanı iyi ayırmak gerekiyor.

Evrenselleşme
Neden bunlardan söz ediyorum; çünkü uygarlığımızın mimarları, filozoflar, düşünürler, teologlar, biliminsanları ve sanatçılardır. İşte tarihsel süremde yaratılan uygarlıkta geldiğimiz son aşamada gördüğüm şey şu: Modernite ve Aydınlanmanın getirdiği evrensellik karşısında, son yıllarda yerellik, post-modern düşünce aracılığıyla neredeyse kutsanır hale gelmişti. Yaşadığımız bu sürecin aslında yerelliğin bir tür iflasına işaret ettiğini sanıyorum. Korona salgını aslında, yerellik diye bir şey olamayacağını, hiçbir kişinin ya da toplumun yalıtılamayacağını gösterdi bana. Yerellik-evrensellik çatışkısında evrensele kattığımız ölçüde var olabiliyoruz. Yerellik dediğimiz içerik sadece bizim kültür alışkanlıklarımızla ilgili. Örneğin, biz Müslüman kültürde yaşadığımız için sünnet oluyoruz.

Corona salgını aslında, yerellik diye bir şey olamayacağını, hiçbir kişinin ya da toplumun yalıtılamayacağını gösterdi.

Düğünlerimizi kendi gelenek ve göreneklerimize özgü yapıyoruz. İnsan ilişkilerimizde ufak tefek kültürel-yerel farklılıklarımız var. Bunların dışına çıktığımızda, öyle bir dünyaya evrildik ki aslında, bilişim teknolojilerin gelişimiyle birlikte, dünyada yerelliklerin çok azaldığını, hatta çok ilgi çekici şekilde kültür örüntülerinin bile birbirine benzemeye doğru gittiği, yaşam biçimlerinin, hatta boş zaman geçirmenin benzer şekillerde değerlendirildiği bir dünyaya doğru yöneldik. Kültür alanında bunu zaten görüyoruz; eğitimde, ekonomide, felsefede, sanat ürününde evrenselleşme, yaşam biçimlerinin gitgide birbirine benzer şekilde evrenselleşmesi söz konusu.

Aniden değişen dünya
Bu yeni dünya öyle bir dünya ki, her şey birbiriyle etkileşiyor. Eskiden de bu etkileşimler vardı; ama çok sınırlıydı. Bugün gelişen bilim ve teknoloji, etkileşimi Heidegger’in deyişiyle, hergünküleştirmiştir. Deyiş yerindeyse, kelebek etkisini andıran bir etkileşimler serisi içinde yaşıyoruz. Şangay’da bir kelebeğin kanat çırpmasının İstanbul’daki borsayı etkilemesi gibi bir şey bu. Böylesi bir dünyada yerelliklerin varlığını koruması hiç de kolay değildir. Bu durumun somut örneğini korona virüsü salgını ile yaşadığımızı düşünüyorum. Çin’deki küçük bir olgunun kısa sürede bütün dünyaya yayılmasıyla insanlığı toptan esir aldığını gözlemledik. Ürettiğimiz uygarlığın, bilim alanında bile yeterli olmadığını, eksiklikler barındırdığını gördük. Burada ironik bir durum söz konusudur: Korona öncesi dünya gündemini en çok etkileyen, en büyük sorun, Suriye’deki iç savaş ve göçmenler sorunuydu. Medya sürekli bununla ilgiliydi; zihnimiz bu sorun tarafından adeta kuşatılmıştı.  Bunlar aslında yerel ve bölgesel sorunlar gibi görünüyordu, ama küresel tarafları da vardı. Küresel kapitalizmin, Suriye ve Orta Doğu’daki etkinlikleriyle karşı karşıyaydık. Çıkar uğruna yapılan oyunlar, kışkırtmalar, birbirini öldürmeler, açlık ve sefaletin kol gezdiği bir dünyaydı gördüğümüz. Açlık içinde, sefalet içinde, ürettiğimizi adil biçimde paylaşamama yüzünden ölen çocuklar, insanlar vardı ve kendimizce kutsallaştırdığımız değerler uğruna insanları öldürdüğümüz bir dünya söz konusuydu. Bu dünyanın bir anda gündemimizden çıktığını, bütün insanlığın görünmeyen ortak bir düşman karşısında birleşmek zorunda kaldığını görüyoruz.

Dünyadaki her şey birbiriyle etkileşir hale gelmiş durumda.

Korona süreciyle takke düştü kel göründü
İlk kez insan tür olarak tehlike altında olduğunu hissetti. Bireyin tehlikesinin ötesinde, geçmişte Neandertallerde olduğu gibi türümüz olan Homo sapiens’in ortadan kalkıp kalkmayacağıyla ilgili endişeler oluşmaya başladı. Bilimden beklentilerimiz o kadar yüksekti ki, bilim her şeyi çözebilir diye düşünüyorduk. Oysa bilimin belli bir alanda bir metot geliştirmesi, ya da var olan metodu bir probleme uygulaması o probleme çözüm üretmesi bile oldukça zaman alan bir durum. Bunu yakinen deneyimledik. Belki de bilim yakın zamanda korona ile ilgili bir şey üretemeyebilir de, bu da olasılık dahilinde. Ama çözüm bulunacaksa tek çözümün bilimden geleceği de apaçık.
İşte bu süreçte ilk kez insanlığın birkaç noktayı birden sorgulamaya başladığını gözlemliyorum. İlk nokta, birbirimiz öldürmek için milyar dolarlar yatırdığımız savaş teknolojisine, tüketim üzerine ve eşitsiz bölüşüm üzerine kurulu sistemin kendisinin sorgulanmasıdır. Söz gelimi, ben evde dururken açlık sorunu yaşamıyorum. Öğretim üyesi olduğum, sosyal güvencem olduğu için, ekonomik bir gelirim var, devletten maaş alıyorum, ama özel sektörde çalışan insanların neo-liberal politikalarla ne kadar güvencesizleştirildiğini, bir kez daha görmüş olduk. Devleti eleştiren, sürekli onu küçültmek gerektiğini savlayan neo-liberaller, ekonomide devlet desteğini sık sık yineler hale geldiler. Uygarlaşma sürecinde en büyük insan başarılarından birisi olan sosyal devlet anlayışının yaşamsallığını, önemini bir kez daha gözlemlemiş olduk.  Devlet sahip çıkmadığı durumda, güvencesiz yaşayan, piyasa ekonomisi içinde emeği sömürülen insanların, nasıl da açlığa mahkûm olduğunu yakinen gördük. Yine devlet hastanelerinin özel hastaneler karşısındaki üstünlüğü ve insancıllığı gün ışığına çıktı. Sağlıkta neo-liberal politikaların iflas ettiğini ABD’nin ve Avrupa’nın sağlık sisteminde gördük, görüyoruz. Her şeyin para olmadığı, insanlığın ve hümanizmanın esas alınması gerektiğini yeniden deneyimliyoruz. Sosyal devlet, sosyal adalet ilkelerinin son 25-30 yıldır bütün dünyada sıklıkla eleştirildiğini gözlüyorduk; ama bu süreç bu eleştirilerin yersiz olduğunu kanıtlamış durumda. İşte korona süreci, felsefi olarak var olana baktığımda, beni böylesi bir eleştiri süreci içine soktu, insani başarılar yanında başarısızlıklarımızın bir dökümünü yapmaya, çıkar için insanların birbirlerini öldürdükleri, eşitsizliklerin kol gezdiği, bireysel ve ulusal çıkar adına her şeyi meşru sayan elimizle yarattığımız o dünyanın sorgulanmasına yol açtı. Doğa bilincimizi yeniden sorgulamamız gerektiğini, doğamın bizim müstemlekemiz olmadığını düşünmeme yol açtı. Demem o ki, birçok insan başarısının yanında, var olan uygarlığımız pek çok başarısızlıklar da içeriyor. Özellikle bu başarısızlıkların çıkarcı neo-liberal kimi politikalarca meşrulaştırılmaya çalışılması, maskelenmesi söz konusuydu. Deyiş yerindeyse korona virüs süreciyle takke düştü kel göründü.

Çalışan insanların neo-liberal politikalarla ne kadar güvencesizleştirildiğini bir kez daha görmüş olduk.

Korona virüs sonrası neler olacak? Korona sonrası yeni bir dünya kuracağız gibi büyük bir beklentim yok açıkçası. Tarihsel deneyimler büyük beklentilerimi kırıyor. Büyük beklentilerin özlemsel düşünüşe dayalı bir mitos olduğunu sanıyorum, ama biz felsefecilerin şöyle bir görevi olduğu açık: Var olanın kötü kısımları gösterip ileriye yönelik yeni perspektifler sunmak. Yani felsefenin ikili yaklaşımı, yani var olana ve olması gerekene yönelik yaklaşımını birlikte kullanarak, belki, bu anlamda var olanı yapı-söküme uğratıp, olumluları alıp, olumsuzları ayıklayıp yeni bir dünya kurmamız gerektiğini temellendirebiliriz.

Felsefenin pratik boyutu
Bu bağlamda, öncelikle insanlığın kendisiyle, türüyle savaşını sonlandırması, savaş teknolojilerine yatırımdan vazgeçmesi gerektiğini düşünüyorum; çünkü dışımızda insan türünü yok edebilecek birçok unsur var. Asıl savaşı onlara karşı vermemiz ve bu konuda ortaklaşmamız gerekiyor. Bunlarla baş etmenin yolu, geleneğe, göreneğe bağlılık ya da hamasi nutuklarla olacak bir şey değil, olayın daha çok bilimsel ve felsefi boyutu var. Dolayısıyla, insan türünün geleceği bakımından bilime ve bilimsel araştırmalara yapılan yatırımı vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Yani felsefenin, bilimin şu an ve gelecekte oynayacağı büyük rolü göstermesi, bilimi temellendirmeye yönelmesi gerekiyor. Ayrıca felsefenin kendisini de sorgulaması gerekiyor.

Modern felsefede pratik boyut güdükleşmişti. Marx’a, filozoflar dünyayı sadece anlamak ve açıklamakla yetindiler, artık dünyayı değiştirme zamanı dedirten de bu olsa gerek.

Kanım odur ki, Descartes’tan itibaren felsefe adeta bir mantık oyununa dönüşmüş durumdaydı. Bu mantık oyununda felsefenin reel dünyayla, sosyal ve doğal gerçeklikle nerdeyse bağı kopmuştu. Bunu özellikle kimi analitik felsefe geleneği içerisinde, yapısalcı, post-yapısalcı ve özellikle post-modern düşüncede görüyorduk. Felsefenin konusu tümüyle dile, dilsel yapılara, dilsel analize ve mantıksal olana indirilmiş durumdaydı. Sanki felsefenin epistemolojiden başka sorunu yokmuş gibi davranılıyordu. Bunlar elbette önemlidirler; ama felsefe bunlara indirgenemez.
Antik Yunan’da felsefenin bir teorik bir de pratik boyutu vardı; teorik boyut kuramsal olana ilişkin sorunları ele alırken, pratik boyut insanların nasıl yaşaması gerektiğini, nasıl mutlu olacağını araştırıyordu. İşte modern felsefede bu pratik boyut büyük ölçüde güdükleşmişti. Marx’a, filozoflar, dünyayı sadece anlamak ve açıklamakla yetindiler,  artık dünyayı değiştirme zamanı dedirten de bu olsa gerek. Yaşadığımız süreç gösteriyor ki, felsefenin bu pratik boyutu çok işlevseldir. Felsefecilerin, nasıl yaşayacağımız, nasıl üreteceğimiz, nasıl üleşeceğimiz, nasıl mutlu olacağımız, sosyal adaleti nasıl inşa edeceğimiz, insan hakları ve özgürlüklerini nasıl koruyup geliştireceğimiz, demokrasi ve özgülük adına aşılmış ve aşılması gereken yoz, gerici geleneklerin meşrulaştırılmasını nasıl önleyeceğimiz, sürekli aydınlamayı nasıl sağlayacağımız, adil bir toplumu nasıl kurgulayacağımız gibi temel insani problemlerle ilgili, olması gerekene dönük yaklaşımlar, alternatifler geliştirmeleri gerekiyor. Bu konular değerler alanıdır ve özneldir deyip bırakamayız; bırakırsak buralar gelenekler, görenekler, inanç sistemleri, hümanist olmayan ideolojiler tarafından dolduruluyor.
Aslında 1960’lı yıllardan itibaren bu tür söylemler ortaya çıkmıştı, ama şöyle bir şey de vardı: Post-modern yaklaşımla yerelliklerin sık sık gündeme getirildiği ve evrensel paradigmaların, evrensel anlatıların çöktüğü gibi bir söylem inşa ediliyordu. Her şeyin dile, kültüre, yerele gömülü olduğu dile getiriliyordu. Tek gerçeği dilin, kültürün, yerelliklerin ortaya koyduğu, bunun da evrenseli iptal ettiği söyleniyordu. Burada durulmuyor, her şeyin öznel ve göreli olduğu pompalanıyordu. Korona sürecinin, postmodernizmin bu iddiasının çökerttiğini sanıyorum. Daha da öte bazıları hakikatin olmadığını post-hakikat (post-truth) döneminde yaşadığımızı iddia ediyorlardı. Yerelin, kültürlerin, inançların, medyanın sunduğunun ötesinde bir gerçek var ve bu gerçek bizi kökten etkiliyor. Artık hiç kimsenin evrenselin mitos olduğunu, bilginin nesnelliğinin bulunmadığını, her şeyin algıya bağlı olduğunu savunabileceğini sanmıyorum. Koronayı yenmesi gereken, öznellikler değil, nesnelliklerdir; bu sadece bir kültürün ya da bir toplumun tek başına yapabileceği bir şey de değildir. Bu anlamda koronanın hakiki olanın, hakikat olanın ne olduğunu bir kez daha gösterdiğini sanıyorum. Yine bu sürecin, insanlığın tek başına yaşamadığını, insanın küresel bir ağ içinde yaşadığını beynimize kazıdığını düşünüyorum. Benim Samsun’da, Karadeniz Bölgesi’nde ve Türkiye’de yaşamam, dünyada olup bitenlere duyarsız kalamayacağım bir dünyalı olduğum gerçeğini, yaşanan olgulara duyarlı olmam gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü dünyanın herhangi bir yanında olan şey beni etkiliyor; varlığımı ve yaşam olanaklarımı tehdit ediyor.

Üç sonuç
Korona sürecine, felsefenin olması gerekene yönelik yaklaşımıyla baktığımda üç sonuç çıkarıyorum:
1) Üretim ilişkilerini yeniden düşünmek, iletişim teknolojilerine bağlı yeni üretim ilişkilerini gözden geçirmek, değerlerimizi yeniden değerlendirmek gerekiyor. Teknolojinin kullanılmasıyla yeni iletişim biçimleri gelişti ve şu an “ağdaş özne” diye nitelendirebileceğimiz bir ilişki biçimi içerisinde yaşıyoruz. Durumu iyi görmemiz ve pozitif ve negatif yönleriyle felsefi olarak tartışmamız gerekiyor. Adil bir toplum, daha demokratik, daha insancıl bir dünya yaratma konusunda felsefecilerin üzerine büyük görevler düşüyor. İnsanlığın ufkunu genişletmek, yeni ufuk değerleri yaratmak filozofların işidir. Bu ufuk değerlere her zamankinden daha çok gereksinim var.

Üretim ilişkilerini yeniden düşünmek, iletişim teknolojilerine bağlı yeni üretim ilişkilerini gözden geçirmek, değerlerimizi yeniden değerlendirmek gerekir.

2) Bilimin felsefi düzlemde sorgulanması ve yeniden temellendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bilimin kendisini, biliminsanının kendisini algılayışı kadar bilimler arasında yapılmış sınıflandırmalar, sosyal ve doğa bilimi gibi disiplinler arasında oluşturulmuş yapay ayrımların da aslında bir ölçüde sorgulanması gerekiyor. Bilimler arasında epistik ayrımların saf dışı edilmesi, sosyal bilimlerin lafı güzaf olarak algılanmasından vazgeçilmesi gerekiyor. Hume’un da dediği gibi, tüm bilimler insan yetenekleri üzerine kuruludur ve insan bilişinin bir ürünüdür. Kaldı ki, doğa bilimleri alanında bulguladığınız herhangi bir sonucu, insana, insani alana uygulamanız için insan bilimlerinden yararlanmak ve bu bilimlerin verilerini kullanmak zorundayız. Korona sürecinde, basiretsiz bir biçimde, iki saat öncesinde ilan edilen sokağa çıkma yasağının başlamasından önce insanlarımızın sokağa çıkıp, ihtiyaçlarını almak için marketlere hücum ettiklerini ve sosyal mesafeye uymadıklarını gözlemledik. İnsan psikolojisi, antropolojik ve sosyolojik veriler düşünülerek kararlar alınmış olsaydı, daha farklı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Kanım odur ki, sorunlarla karşılaşıldığında, doğa ve sosyal bilim ayrımı yok olmakta, bilimlerin işbirliği gerçeği ortaya çıkmaktadır. İnsana ait her şey doğayı, doğaya ait her şey de insanı çok yakından etkiliyor. Bu yüzden bilimler arası etkileşimlerin, işbirliklerinin felsefi olarak irdelenmesi, bilimin bir bütün olarak eleştirel bir bakışla temellendirilmesi gerekiyor. Felsefecilere ve filozoflara bu konuda çok büyük bir sorumluluk düştüğünü sanıyorum.

Felsefe, eninde sonunda insani sorunlarımızı, çevre sorunlarını, politik sorunlarımızı tartışmak zorunda kalacak.

3) Bu süreçte bir bütün olarak felsefenin kendisi üzerinde de refleksiyonda bulunup dönüşeceğini zannediyorum. Felsefe, epistemik bir oyun, mantık oyunu olmaktan çıkıp, sosyal ve doğal gerçekliği tartışan ve sosyal sorunlarımız için yeni, alternatif çözüm önerileri üreten bir disipline doğru dönüşecek ya da dönüşmeli diye düşünüyorum. Yani var olandan hareket eden, ama orada durmayıp yeni alternatifler sunan bir felsefeye ihtiyacımız var. Felsefe aslında var olan sorunlara karşı eleştirel bir tavır alıştır. Bu tavır hiçbir zaman yerelle sınırlı kalmamıştır. Kalsaydı, korona sürecinde önemini bir kez daha kavradığımız uluslararası yardım kolilerinin üzerinde yazan sözler hiçbir etki uyandırmazdı. Budha’nın veya Mevlana’nın bir paket üzerinde gördüğünüz bir sözü veyahut Kant’ın bir deyişi, bizleri bu kadar etkilemezdi. Evrenseli yakaladıkça filozofların yaşadığına ve uygarlığa katkı sağladığına inanıyorum. Dolayısıyla Türk kültüründe yetişmiş felsefecilerimizin evrensel kültüre ve uygarlığa katkılar yaptığına inanıyorum ve bu katkının artacağını sanıyorum. Dünya standartları içerisinde baktığımızda, bilimsel, felsefi, sanatsal olarak kendi yerimizi layıkıyla belirlememiz ve takdir etmemiz gerekiyor.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Felsefe, eninde sonunda insani sorunlarımızı, çevre sorunlarını, politik sorunlarımızı tartışmak zorunda kalacaktır. Bilim de, hem önemini her geçen gün artıracak, hem de kendisini eleştiri süzgecinden geçirecektir. Kapitalizmin hizmetine girmiş bilimden insana hizmet eden bilime doğru dönüşecektir diye umuyorum. Ekonomik sistem açısından kapitalizmin eşitsizliğinden kurtulup daha adil bölüşümün olduğu bir dünyaya doğru gideceğiz ve insanlığın bütününü ilgilendiren temel problemlere (göçmen, küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre, silahlanma, savaş, açlık sorunları gibi) ilgimizi arttıracağız. Bu sorunlarla tek bir ulusun baş edemeyeceği açıktır. Bu yüzden tek tek ulusların temsilcilerinin olduğu ve dünyayı ilgilendiren küresel sorunlarda kararların alındığı küresel bir dünya parlamentosuna doğru bile evrilebileceğimizi sanıyorum.