Ana Sayfa Dergi Sayıları 223. Sayı Cumhuriyet serüvenimiz: Kazanımlar ve tıkanıklıklar

Cumhuriyet serüvenimiz: Kazanımlar ve tıkanıklıklar

316
0

Cumhuriyet mirasımızın en önemli niteliği, anti-emperyalizm ile modernitenin sentezini yapabilmiş ve bunu başarıyla uygulamış olmaktır. Kurtuluş Savaşı’nın ve Genç Cumhuriyetin önder kadrolarının bu sentezi başarabilmiş olmaları toplumumuzun ve toplumu ileriye doğru dönüştürmek isteyen günümüz devrimcilerinin büyük bir şansıdır ve dayanak/çıkış noktasıdır. Evet, yola böyle parlak bir başarıyla çıkıldı, ama sonraki öykü pek başarılı değil. Bugün gelinen noktadan da bellidir bu.

Açıkça cumhuriyet düşmanlığı yapan ve Cumhuriyet’ten intikam almaya çalışan bir iktidar altında cumhuriyetimizin 100. yılına giriyoruz. Başlı başına bu çelişkili ve trajik durum bile Cumhuriyet’in yüz yıllık serüveninin ciddi bir muhasebesini yapmayı gerektiriyor. Genç Cumhuriyet öykünmeleri ve güzellemeleri yerine, gelinen durumun nedenleri, nerelerde tıkanıldığı ve bundan sonra cumhuriyet için neler yapılması gerektiği üzerine kafa yormak sanırım daha ufuk açıcı olacaktır. Bu yazıda, önümüzdeki bir yıl içinde Bilim ve Gelecek’te geniş dosyalar halinde ele almayı hedeflediğimiz konuları notlar halinde sıralayacağız.

Büyük avantaj: Anti-emperyalizm ile modernitenin sentezi
En başta vurgulamamız gereken olgu, yüz yıl önce yaşadığımız Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimlerinin, Türkiye toplumu ve günümüz devrimcileri için büyük bir avantaj ve son derece değerli bir miras sağladığıdır. Bu mirasın en önemli niteliği, anti-emperyalizm ile modernitenin sentezini yapabilmiş ve bunu başarıyla uygulamış olmaktır. Bu sentez çoğu toplum tarafından yapılamadı; dolayısıyla günümüzde yaşanan kritik süreçlerde anti-emperyalizm ve modernite hareketleri karşı karşıya gelebiliyor ve kafalar karışıp ayaklar titreyebiliyor (son örneği İran). Bu sentezi yüz yıl önce başarıyla gerçekleştirebilmiş olmak, bugün bizi dünyanın benzer birçok toplumundan ayıran çok büyük bir şansımızdır, tarihsel kazanımımızdır ve geleceğe uzanmak açısından dayanak noktamızdır.
Bu sentez, ülkemizdeki toplumsal hareketlerin neo-liberalizm (ve emperyalist odaklar) tarafından soğurulmasının ve “turuncu devrimlere” dönüşmesinin panzehridir. En son örneğini 2013 Haziran Direnişi sürecinde yaşadık. “Gezi Direnişi”ni ülke sathında yayılmış “Haziran Ayaklanması”na dönüştüren, turuncu devrim rotasına sapmasını önleyen ve “her yeri Taksim yapan” güç -politik önderlikten yoksun da olsa- işte bu sentezin yarattığı birikimdir. Bu sentezi geçmişte yapmış olmanın yarattığı toplumsal birikimi kavramayan ve onunla birleşmeyen bir “devrimciliğin” başarıya ulaşma şansı yoktur.
Bizim modernite atılımımız başlangıçta anti-emperyalist bir niteliktedir ve -birazdan geleceğimiz üzere- yaşadığımız çağda bizim gibi ülkelerde başka türden bir modernite atılımının da olanağı yoktur. Anti-emperyalist olmayan cumhuriyeti kazanamaz, laikliği kazanamaz, hele sosyalizmi hiç kazanamaz. Bu sentezden uzaklaştığımız ölçüde, hem cumhuriyetten ve moderniteden hem de bağımsızlıktan uzaklaştık. Cumhuriyetten uzaklaşıldığında bağımsızlık da gitti; bağımsızlık göz ardı edildiğinde cumhuriyet de gitti.
Kısacası, Kurtuluş Savaşı’nın ve Genç Cumhuriyetin önder kadrolarının bu sentezi başarabilmiş olmaları toplumumuzun ve toplumu ileriye doğru dönüştürmek isteyen günümüz devrimcilerinin büyük bir şansıdır ve dayanak/çıkış noktasıdır.
Evet, yola böyle parlak bir başarıyla çıkıldı, ama sonraki öykü pek başarılı değil. Bugün gelinen noktadan da bellidir bu. Cumhuriyet sürecimiz pek çok noktada tıkandı ve yaratılan miras (biz devrimciler tarafından da olmak üzere) çok hovardaca harcandı ve harcanmaya devam ediyor. O halde sadede gelmeli ve öncelikle sürecin nerelerde ve neden tıkandığı üzerinde düşünmeliyiz.

İlk tıkanıklık: ‘Devrimci burjuvazi’ yaratma ütopyası
Türkiye cumhuriyet devrimlerine burjuvazi önderlik etmedi. Çünkü o dönemde devrimlere önderlik edebilecek güçte bir burjuva sınıfı yoktu. 20. yüzyılın başında Anadolu’da etkin bir Türk burjuvazisinden söz edilemez. Devrimleri, Batılı modernite değerlerini benimsemiş asker-sivil kadrolar halka önderlik ederek gerçekleştirdi. Aslında bu da bir zaaf değil, şanstı. Güçlü bir burjuva sınıfı var olup başı çekseydi, süreç ya mandacılıkla ya Osmanlıcılıkla (ve saltanatla) uzlaşmayla ya da her ikisiyle birden sonuçlanırdı ve çok daha “yukardan aşağıya” ve köklü olmayan bir atılımla yetinilirdi (örnekleri Avrupa modernite atılımlarında da mevcut).
Ama Genç Cumhuriyete önderlik eden kadrolar bunu bir “şans” olarak değil bir “zaaf” olarak nitelediler ve “Arupa modeli”ni benimseyerek bir burjuvazi yaratma yolunu seçtiler. Cumhuriyet ve modernite yolunda devam edebilmek için bir burjuva sınıfının yaratılması gerektiğinde karar kıldılar. Bu, cumhuriyet sürecimizin ilk tıkanmasıydı.
20. yüzyıl başlarında artık dünyada devrimci bir burjuvazi kalmamıştı. İngiltere’nin, ABD’nin, Fransa’nın aristokrasiyi demokratik devrimlerle köklü bir biçimde tasfiye eden burjuvazisi atık tarih olmuş ve bu burjuvaziler bizim gibi ülkelerde gericilikle uzlaşan (ve onu destekleyerek kullanan) emperyalist burjuvazilere dönüşmüştü. Yani bizim gibi ülkelerde devrimci bir burjuvazi yaratma yolu, bizzat artık devrimci barutunu tüketmiş ve emperyalistleşmiş burjuvaziler tarafından engellenmişti. Devrimci bir burjuvazi yaratma ve devrimleri bu sınıfa dayanarak sürdürme yolu (yani Avrupa yolu) tıkalıydı. Bu, görülemedi; 20. yüzyılda ezilen bir ülkede yeni bir “Fransız Devrimi” yaratma yolu gerçekleşmesi olanaksız bir “ütopya” idi. Bu yolun artık tıkalı olduğu sonraki süreçte defalarca kanıtlandı. Burjuvazimizi yaratıp besleyip palazlandırdıkça, moderniteyi de bağımsızlığı da yitirdi toplumumuz. Türkiye toplumu hiçbir zaman “devrimci bir burjuvaziye” sahip olamadı; zaten olamazdı da… Günümüzde artık bir tartışma konusu bile değildir bu.

İkinci tıkanıklık: Ortaçağ ile uzlaşma
Genç Cumhuriyet’in kararlılıkla uygulamaya soktuğu laikliğin toplumsallaşabilmesi ve halk tarafından da benimsenmesi, başta toprak devrimi olmak üzere bütün ortaçağ kalıntılarının devrimci bir biçimde tasfiyesiyle ve aşağıdan yukarıya bir halk hareketiyle olanaklıydı. Bu, başta Avrupa’dakiler olmak üzere tüm dünyadaki demokratik devrimlerin olmazsa olmazıdır. Cumhuriyet’in ilk 20 yılı bu noktada yaşanan büyük mücadelelerle geçti. Kurucu kadro, cumhuriyet devrimleri ve cumhuriyetin kazanımları diye adlandırdığımız çok ciddi adımlar attı. Saltanatın tasfiye edilmesi, halifeliğin kaldırılması, harf devrimi ve okuma-yazma seferberliği, kadınlara seçme-seçilme hakkı verilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması gibi üstyapıda yapılan devrimlerin yanı sıra, halk mektepleri ve köy enstitüleri gibi uygulamalarla laikliğin ve cumhuriyetin toplumsal tabanının genişletilmesine yönelik adımlar da hayata geçirildi.
Fakat bu kararlılıkla devam edilemedi. Toprak ağalığıyla ve aşiret yapısıyla uzlaşıldı; toprak devrimi hayata geçirilemedi; cumhuriyetin ve laikliğin toplumsal tabanını oluşturacak ve kulluğu-marabalığı ortadan kaldırıp cumhuriyet yurttaşını yaratacak halkçı uygulamalar sekteye uğradı, hatta giderek geri adımlar atıldı.
Devrimler neden sürdürülemedi? Neden geri adımlar atıldı ve giderek bugünkü noktaya gelindi?
Oysa Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist işgale karşı bir Kurtuluş Savaşı ve dinsel temelli bir imparatorluğu yıkan Cumhuriyet Devrimleriyle kuruldu. Kemalist Devrimi, Sovyet Devriminin rüzgârından da etkilenen ama esas olarak Fransız Devrimi yolunu benimseyen bir hareket olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu nitelikleriyle -farklı dinamikleri bulunan Ekim Devrimi bir kenara bırakılırsa- ezilen coğrafyada oluşan ilk ciddi modernite atılımıydı.
Bu noktada yine Genç Cumhuriyet’in kısa bir süre sonra kapitalist yola girme kararının belirleyici olduğunu görürüz. Bu karardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ortaçağ karanlığına karşı mücadeleden ve aydınlanmadan yan çiziş tarihi olarak okunabilir. Oysa mademki Fransız Devrimi yolu seçilmişti, feodalizmin köklü bir tasfiyesinin ve radikal bir aydınlanma hareketinin yaşanması beklenmez miydi? Öyle olmadı; hatta kapitalist yolda derinleştikçe aynı oranda aydınlanmadan da vazgeçildi. Burjuva yoluna giren Türkiye, ne köklü bir toprak devrimi yaparak ulusal bir sanayi devrimi gerçekleştirebildi, ne bilimsel düşünceyi az çok özümsemiş aydınlanmış bir toplum oluşturabildi, ne de laikliği koruyabildi. Birkaç yüzyıl önce Avrupa’da burjuvazi önderliğinde çözülen bu sorunların hiçbiri, 20. yüzyıl Türkiye’sinde burjuvazi eliyle çözülemedi. Burjuvazi ortaçağ güçleriyle uzlaştı.
Türkiye Cumhuriyeti deneyi, “demokratik devrimler” çağının değil ama, “burjuva demokratik devrimler” çağının artık sona erdiğinin en çarpıcı örneğidir. Ezilen Dünya coğrafyası, kendi ortaçağından, kapitalist (burjuva) yola girerek kurtulamaz. Fransız Devrimi yolu (yani devrimci burjuvazi önderliğinde feodalizmin tasfiyesi), yukarda da vurguladığımız gibi, Avrupa’nın demokratik devrimde gecikmiş bölgelerinde dahi köktenci niteliğini yitirmişti; nerede kaldı bağımsız bir kapitalizm birikiminin bulunmadığı Türkiye gibi Ezilen Dünya ülkelerinde… Bu yol bizzat, demokratik devrimlerini birkaç yüzyıl önce gerçekleştirmiş ve artık emperyalist bir nitelik kazanmış dünya kapitalizmi tarafından kapatılmıştır, engellenmektedir.
Eğer 80 yıllık Cumhuriyet tarihinden bu ders çıkarılamıyorsa, son 15-20 yıla göz atmak daha zihin açıcı olabilir. Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu ile ortaçağ kalıntılarının tasfiyesi arasında doğru orantı mı vardır, ters orantı mı? Hiç bu kadar “burjuva” olmamıştık ve hiç bu kadar da “İslamcı”!
Bu da cumhuriyet sürecimizin -ilkinin bir türevi olarak- ikinci tıkanmasıydı.

Üçüncü tıkanıklık: Türk ve Kürt uluslaşma süreçleri ortaklaştırılamadı
Türkler uluslaşma sürecine, ezilen dünya halkları arasında ilklerden biri olmalarına karşın, Avrupalılara göre oldukça geç bir tarihte girdiler. Bu durum kapitalist ilişkilerin serpilmesinin gecikmesiyle bağlantılıdır. Türklerin uluslaşma süreci taş çatlasa 150 yıl öncesine götürülebilir ve esas atak 1918 sonrasında yaşanmıştır. Bu tarihlerde Avrupa’nın ileri kapitalist ülkeleri emperyalist aşamaya ulaşmışlardı ve ezilen dünyaya yönelik ekonomik-askeri müdahaleleri yoğunlaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı, esas olarak, parçalanmaya yüz tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş topraklarının emperyalistler tarafından paylaşılması savaşıydı. Bu paylaşım gerek dolaysız müdahaleler ve işgallerle gerekse -özellikle Osmanlı’nın Avrupa parçasında- çeşitli milliyetçiliklerin kışkırtılmasıyla sürdürülmekteydi. Bu koşullarda Türklerin uluslaşma süreci, hem Osmanlı kalıntısı feodal ilişkilerin tasfiyesi hem de emperyalist müdahaleye karşı mücadele görevleri içinde olgunlaştı.
Kürtlerin uluslaşma sürecinin de aynı tarihlerde başladığı söylenebilir. Kürtlerin yaşadığı bölgeler feodal ilişkilerin çok daha yoğun olduğu bir coğrafyaydı. Dolayısıyla Kürtlerin uluslaşma sürecinin önünde çok daha büyük engeller vardı. Anadolu’ya yönelik emperyalist müdahale, Türkler ile Kürtlerin anti-emperyalist bir birlik oluşturmasını ve dolayısıyla uluslaşma süreçlerinin de ortaklaşmasını getirdi. Çünkü bölgede gerek nüfus yoğunluğu gerekse tarihsel birikimler ve din ortaklığı açısından iki temel halk Türkler ve Kürtlerdi. Daha doğrusu gerçekçi kurtuluş projesi -tüm eski Osmanlı topraklarının değil- Türkler ve Kürtlerin yaşadığı bölgenin emperyalizmin elinden sökülüp alınmasıydı. O günün koşullarında Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kadronun temel meselesi Türk-Kürt ittifakını gerçekleştirmek olmuştur. Bu ittifak sağlanamamış olsaydı kurtuluş olanaksızdı ve bunu en iyi bilen de başta Mustafa Kemal olmak üzere anti-emperyalist kurtuluş savaşı veren kadroydu. Türk, Kürtsüz kurtulamazdı; Kürt de Türksüz. Gerek Erzurum ve Sivas kongreleri gerekse 1920’de Ankara’da kurulan ilk meclis, bu ittifakın temelinde yükseldi.
Kurtuluş dönemine ait tüm belgelerde, ortak vatana, ortak cumhuriyete, ortak kimlik ve kardeşliğe, Türklerin ve Kürtlerin asli kurucu unsurlar olduğuna ve karşılıklı haklara vurgu vardır. Kısacası “iş”e böyle başlandı ve ilk aşama (kurtuluş) bu yaklaşımlarla başarıya ulaşabildi.
Peki, daha sonra ne oldu? Kurtuluş dönemi (1919-1923) politikaları kuruluş döneminde neden sürdürülmedi? “Türklerin ve Kürtlerin eşitlik ve karşılıklı haklara saygı temelinde ortak vatanı” biçiminde formüle edilebilecek bağıta neden bağlı kalınmadı? Neden kurtuluş dönemi formülasyonu terk edilip, 1930’da bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün dillendirdiği “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” formülasyonuna gelindi? Ve bunun sonuçları ne oldu?
1930’da ilan edilen millet kavramı, tarihteki en köklü burjuva demokratik devrim olan Fransız Devriminden esinlenen tipik bir “Avrupa yolu” formülasyonudur. Milleti etnik kökene göre değil, bir siyasal devrime göre tanımlayan modern bir formülasyon. Çeşitli etnik kimliklerin bir potada eritilerek (asimile edilerek) “Türk milleti”nin bir “üst kimlik” olarak tanımlanması. Bu yeni millete “Türk” adının verilmesi de ağırlıklı ve etkin etnik topluluğun Türkler olmasından kaynaklanıyor. Tıpkı “Fransız” adının “Franklar”dan köken alması gibi.
Peki, bu formülasyon ve böyle bir yola girilmesi gerçekçi miydi? Bunu saptamak için birbirine bağlı şu iki soruya yanıt vermek gerekir: 1) Kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaştığı 20. yüzyılda, hem de emperyalist sömürü tehdidi altındaki ezilen bir ülkede Fransız Devriminden esinlenen bir çizgiye (bağımsız kapitalist restorasyona) girilmesinin olanağı var mıydı? Yani o günün Türkiye’sinde Fransız Devrimine önderlik eden sınıfa benzer bir devrimci burjuva sınıfı mevcut muydu? 2) Kürtler “Türk” adı altında gönüllü olarak asimile edilebilir miydi?
Aslında 90-100 sene sonra yazıyoruz ve sonucu biliyoruz. Birinci sorunun yanıtını önceki tıkanıklıkları açıklarken vermiştik. Millet, kullarla, marabalarla olmaz; özgür yurttaşlarla olur. Kemalist önderlik, cumhuriyet devrimleriyle bu yönde ciddi atılımlar gerçekleştirdi. Fakat her adımda güçlü direnmelerle karşılaştı ve tavizler vermek zorunda kaldı.
Meseleye Kürtler açısından baktığımızda ise koşulların daha da zorlu olduğu görülüyor. Birincisi, ortaçağ karanlığının, feodal ağalığın ve aşiret sisteminin en yoğun olduğu bölge Kürtlerin yaşadığı coğrafyaydı. Eğer Kürtleri de kapsayan yeni bir millet (bir üst kimlik olarak Türk milleti) yaratılmak hedefleniyorsa, bu feodal ilişkilerin köklü bir toprak devrimiyle tasfiyesi gerekiyordu. Fakat Kemalist önderlik kurtuluş döneminde esas olarak bu Kürt feodalleriyle (aşiret liderleriyle, ağalarla) ittifak yapmış ve başarıya bunlarla ulaşılmıştı. Şimdi girdiği yolda ilerleyebilmek için bu ittifaklarını kökten tasfiye etmesi gerekiyordu. Ve bunu da ancak dışarıdan zorlamayla değil, Kürt feodallerine karşı Kürt yoksul köylüleriyle birleşerek (sınıf çelişkisini esas alarak) yapabilirdi. Emperyalist kışkırtmaların hâlâ sürdüğü koşullarda son derece zorlu bir durum.
Ek bir zorluk daha var: Kurtuluş döneminde ilan edilen vatan sınırlarına ulaşılamadı. Türkiye’nin kopmaz bir parçası olarak düşünülen Musul eyaleti ve Irak’ın kuzeyi kurtarılamadı. Dolayısıyla Kürt halkının büyük bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kaldı; Kürtler bölündü. Yani Kürt halkının önemli bir bölümü, izlenmesi oldukça zorlu olan politikaların bile etkisi dışında kaldı. Kürtleri de kapsayan yeni bir millet yaratma hedefiniz var, ama Kürtlerin yarısından çoğu kapsam alanınız dışında!
Sonuç olarak, girilen yol itibarıyla yerine getirilmesi olmazsa olmaz olan, ama girilen yol itibarıyla aşılması hemen hemen olanaksız olan üç nokta var:

– Artık gericileşmiş dünya burjuvazisine karşı, hem de devrimci bir burjuvazinizin bulunmadığı koşullarda bir burjuva demokratik devrim yapma zorunluluğu.

– İttifak yaparak kurtuluşu birlikte gerçekleştirdiğiniz Kürt feodallerini -Kürt yoksul köylüleriyle birleşip seferber ederek- tasfiye etme zorunluluğu.

– Kürtlerin çok önemli bir bölümünü kapsayamadan, Kürtleri de kapsayan (Kürtleri asimile eden) yeni bir millet ve bir ulus-devlet yaratma zorunluluğu.

Kemalist önderlik bütün bu alanlarda ciddi adımlar attı; toplum bu yönde önemli mevziler elde etti. Bunlara “cumhuriyetin kazanımları” diyoruz. Fakat yukarıda sıraladığımız zorlu koşullar nedeniyle bütün bu adımlar yarım kaldı, tamamlanamadı. Önderliğin sınıfsal nitelikleri ve seçilen yol itibarıyla yarım kalmaya da mahkûmdu. Bu tamamlanamamışlık daha sonraki duraklamanın, donmanın ve giderek geriye dönüşün de kaynağını oluşturmuştur.
İşte Atatürk’ün 1930’daki “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklindeki millet tanımı bu koşullarda ortaya atılmıştır. Bu formülasyon, genel anlamda baktığımızda, milleti etnik kökene göre değil, Fransız Devriminin “yurttaşlık” kavramından esinlenerek ortak politik bir devrime dayandırarak tarif ediyor ve ilkel (etnik) milliyetçilikle arasına sınır çekiyor. Ancak konuya kendi toplumumuzun koşullarının özelinde yaklaştığımızda ve Kemalist kadroların 1920 başlarında, sıcak savaş sırasında geliştirdikleri “Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı ortak vatan” tanımı göz önüne alındığında, bir gerilemeyi, dahası günümüzde bir kördüğüm haline gelmiş olan sorunun başlangıç noktasını ifade ediyor.
“Türk milleti” biçiminde tarif edilen bu formülasyon, tipik bir asimilasyon programıdır. Türkiye sınırları içinde yaşayan halk, çok çeşitli milliyetlerden değil, esas olarak iki unsurdan, Türkler ile Kürtlerden oluştuğu için bu program ister istemez, Türklerin Kürtleri asimile etmesi biçimine dönüşmüştür. Olabilir, milletler böyle de kurulabilir. Fakat bu noktada kritik sorular (gerek şartlar) şunlardır:

1) Türk uluslaşması, oldukça ağırlıklı bir topluluk olan Kürtleri de kapsayacak düzeyde gelişmiş ve “Türklük” bir “üst kimlik” pozisyonu kazanmış mıydı? Bu tamamen -eğer sosyalizmi hedefleyen bir yola girilmemişse- burjuva demokratik devrimin derinleşme ve ulusal kapitalizmin gelişme düzeyiyle ilgili bir sorundur. Türkiye kapitalizminin -hele o yıllarda- böyle bir gelişmişlikten çok uzak olduğu biliniyor. Türk uluslaşması ise o yıllarda, bırakalım kapsayıcı bir üst kimlik niteliği kazanmış olmayı, henüz geçmişten gelen “Osmanlılık”, “İslamlık” gibi kimliklere karşı kendi özel kimliğini kazanma uğraşı içindeydi. Türklüğü, geçmişe, Orta Asya’ya, Göktürklere, Oğuzlara, Alpaslan’lara vb. vurgu yaparak ve özel bir “devlet kurma yeteneği” atfederek tanımlama girişimleri ise, Atatürk’ün siyasal devrime vurgu yapan modern millet tanımından ve kapsayıcılıktan baştan vazgeçmek, etnik milliyetçiliğe sapmak anlamına gelecekti (daha sonra hakim olan eğilim de zaten budur).

2) Kürtler, Türklerle birlikte karşılıklı haklara saygı temelinde ortak bir vatan kurmaya gönüllüydüler; ama Türk adı altında asimile olmaya, yani Türk olmaya gönüllü müydüler? Bu da son tahlilde kapitalizmin gelişme seviyesiyle ilişkili bir konudur. Fakat Kürt coğrafyası feodal ilişkilerin en yoğun olduğu bölgeydi. Ankara Hükümeti de bu ortaçağ ilişkilerini tasfiye etmeyi beceremedi. Bu ancak Kürt yoksul köylülüğü ile birleşip Kürt (ve Türk) feodalizmini alaşağı eden bir sınıf mücadelesi ile (toprak devrimiyle) başarılabilirdi; ama böyle bir sürece girilemedi. Ankara’nın böyle devrimci bir perspektife sahip olmadan Kürt illerinin üzerine yürümesi ise, Kürt feodalizminin tasfiyesine değil, Kürt halkının kırılmasına dönüştü, bağların daha da zayıflamasına yol açtı. Kısacası, ne Türk uluslaşması söz konusu formülasyonun hayata geçmesini sağlayacak düzeydeydi, ne de Kürtler Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsemeye (asimile olmaya) gönüllüydüler.

3) Kürtlerin yarısı dışarıda kalırken, diğer yarısını asimile etmek mümkün müydü? Türkiye sınırları içindeki Kürtlerin, dışarıdaki Kürtlerle ilişkileri sürmekteydi. Sırf bu olgu nedeniyle dahi Kürtleri de içinde eriten bir Türklük yaratmak hemen hemen olanaksızdı.
Kısacası o günün Türkiye koşullarında, Avrupa toplumlarının birkaç yüzyıl önce yaşadıkları türden gönüllü bir asimilasyonun olanağı yoktu ve samimiyetle ortak bir millet yaratmayı hedefleyen 1930 formülasyonu bir “ütopya” olarak kaldı. Sonuç olarak tanımın devrimci (ve iyi niyet) yönü giderek törpülenirken, devlet asimilasyona açılan kapıdan bodoslama girerek bunu kaba zor, inkâr ve şiddet yoluyla uygulamaya girişti. Bunun da bir çıkmaz yol olduğu günümüzde açıkça görülmüştür.
Cumhuriyet sürecimizin üçüncü tıkanması da buydu.

Dördüncü tıkanıklık: Bağımsızlığın yitimi
Türkiye Cumhuriyeti anti-emperyalist bir mücadeleyle kuruldu ve 20. yüzyılda pek çok ülkeye de esin kaynağı oldu. Başka türlü kurtulmasına da kurulmasına da olanak yoktu. Emperyalizm çağında “bağımsız bir vatan” ancak emperyalizmden koparılan toprak parçası olarak gündeme gelebilirdi; Mustafa Kemal ve arkadaşları şu veya bu emperyaliste yaslanarak kurtuluş olamayacağını net olarak kavramışlar ve her türlü mandacılığa karşı çıkmışlardı. 20. yüzyılda Ezilen Dünya’daki “yurtlar”, daha önceki yüzyıllarda Avrupa’da olduğu gibi kapitalist pazarlar olarak değil, emperyalist sömürüden şu veya bu düzeyde kurtarılmış bölgeler olarak ortaya çıkabilirdi. Bizim hem “yurt” hem de “yurttaş” oluşturma yolumuz, ister istemez “Avrupa yolu”ndan farklılaşmıştı; daha doğrusu bizim gibi ülkelerde “Avrupa yolu” bizzat Avrupalı emperyalistler tarafından tıkanmıştı.
Kurtuluşta ve kuruluşun ilk döneminde izlenen bu hat giderek terk edildi. “Anti-emperyalizmin” ve her alanda bağımsızlığın, kurtuluşta olduğu kadar kuruluşta da gerekli olduğu unutuldu; belki de başarılamadı. Kapitalist yol tercihi ve burjuva sınıfı yaratma kararı, bir “ulusal kapitalizm” ile değil, çarpık ve bağımlı bir kapitalizm ve işbirlikçi bir burjuvaziyle sonuçlandı. Ekonomik bağımsızlığın yaratılamaması siyasal bağımsızlığı da törpüledi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO’ya girildi ve siyasi bağımsızlık yitirildi. Tüm dünyaya esin kaynağı olmuş anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla kurulan Cumhuriyet, dönüp dolaşıp tekrar emperyalizmin ağına düştü.
Kapitalist yola girilmesinin başka bir sonuç vermesi de olanaksızdı. Kapitalizm sürecinde sizden en az 100 yıl ilerdeki ülkelerle kapitalizm kulvarında yarışmanın olanağı yoktu. Bu da cumhuriyetimizin dördüncü tıkanmasıydı.

Başka bir yol izlenebilir miydi?
Bu noktada genellikle sosyolojik zorunluluklardan söz edilir ve başka bir yol izleyebilmenin olanaksız olduğu belirtilir. Hatta bugün bazıları (bazı iktidar sözcüleri de dahil) böyle bir “maceraya” (yani cumhuriyet macerasına) kalkışmanın hata olduğundan dem vuruyorlar. “Keşke Yunan kazansaydı” diyen meczuplar da var, cumhuriyeti “kapatılması gereken bir parantez” olarak niteleyenler ve cumhuriyetin kadim kültürümüzü yok ettiğini söyleyenler de… Bu tür tezleri, sol hatta sosyalist bir kılıf giydirerek savunanları da biliyoruz.
Yukarıda sözünü ettiğimiz “tıkanıklıklar” sosyolojik bir zorunluluk muydu, “tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye” gerçekleşmesi olanaksız bir “zorlama” mıydı, yoksa başka bir yol izlenebilir miydi? Bu sorunun yanıtları üzerinde düşünmek tarihte kalmış hamasi bir tartışma yapmak değildir, çünkü aynı sorunlar -kuruluştan 100 yıl geçmesine karşın- bütün haşmetiyle yine karşımızdadır. Bugün de temel tartışmalarımız, laiklik, bağımsızlık, kamuculuk, Türk-Kürt sorunu vb. değil mi? Yakın tarihimizdeki tıkanıklıkları vurgulamamızın nedeni, bugün hangi yolu izlememiz gerektiğini ortaya çıkarmaktır.
Toplumsal olaylarda “zorunluluklardan”, “tıkanıklıklardan” vb. söz ediyorsak geniş süreçleri doğru analiz etmeli ve bu olayların geniş süreç içindeki yerini tespit etmeye çalışmalıyız; yoksa yanılgı kaçınılmazdır.
Bence Türkiye -dünyadaki genel sürece paralel olarak- 150 yıldır kendine özgü bir modernite süreci içindedir. Türkiye’nin “geniş süreci” budur. Kurtuluş savaşımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve cumhuriyet devrimleri, bu modernite sürecindeki en büyük atılımlarımız ve bundan sonraki mücadelemiz için en büyük mirasımız, dayanaklarımız. Yaşadığımız tıkanıklıklar ve geri düşüşler ise bu süreç içindeki zikzaklarımız. Bu bakış açısıyla, yaşanan tıkanıklıkları, bir “zorlamanın” sonucu olarak değil, yeteri kadar zorlamamanın sonuçları olarak görmek gerekir. Sözünü ettiğimiz geniş süreç devrimci bir süreçtir ve tıkanıklıklar devrimcilikten verilen tavizler sonucu oluşmuştur. Dolayısıyla bu tıkanıklıkları bir “zorunluluk” olarak görüp boyun eğmek yerine, günümüz koşullarında bu tıkanıklıkları nasıl aşacağımızı tartışmalıyız.
Farklı bir yol izlenebilirdi. Kapitalist yol “kaderimiz” değildi. Aynı dönemde bize benzer bazı ülkelerde (Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti) farklı yollar izlendi. Modernitenin, burjuva modernitesinden farklı biçimleri oluşturulmaya çalışıldı. Aradaki benzerlikler ve farklar, günümüzdeki sonuçları da göz önüne alınarak tartışılabilir; ama bu ayrı bir tartışma konusudur. Sonuç olarak bütün bunlar, burjuva modernitesinden farklı ve onu aşan bir modernite hedefinin deneyleridir ve geleceğe uzanım için değerlendirilmelidir. Geniş sürecin olası deneyleridir bunlar ve önemleri gelecekte anlaşılacaktır. Modernite, burjuvaziye ve kapitalizme mahkûm değildir.  Hele günümüzde böyle bir mahkûmiyet, çöküş anlamına gelir.
Dünya çapında çok büyük felaketler ve geri düşüşler yaşanmazsa eğer, modernite sürecimiz devam edecek. Günümüz koşulları 100 yıl öncesinden çok farklı. 100 yıl önce yaşadığımız tıkanıklıkları yeniden yaşamamamız için elverişli toplumsal koşullar mevcut artık. Ama bugün yeni bazı tıkanıklıklar da söz konusu olabilir.

DEVAM EDECEK