Yüzyıllar öncesinden Seneca’nın soğukkanlı sözleri, duruluğu ve yalınlığı ile etkilerken gerçekliğiyle kan donduruyor: “Din, halk tarafından ‘doğru’, bilge insanlar tarafından ‘sahte’ ve yöneticiler tarafından ‘kullanışlı’ kabul edilir.” Napolyon Bonapart, en az Seneca’nınki kadar yalın bir ifadeyle, ekliyor: “Din insanları sakin ve sessiz tutmanın en mükemmel yoludur. Yoksulların zenginleri öldürmesini önleyen dindir.”
Engels’in “her şeyin kendi varlığını akıl karşısında savunmak ya da tüm varoluş iddialarından vazgeçmek zorunda kaldığını” söyleyerek anlattığı Aydınlanma döneminde, pek çok filozof gibi D’Holbach da dinin bu sınavdan geçemediğini en açık bir dille söyleyenlerdendi. Dinlerin korkutucu tanrıları, D’Holbach’a göre, tepelerine sürekli felaketler yağdıran bir evrenin sırlarına akıl erdiremeyen, dehşete düşmüş insanların hayal ürünüydü. Din, hem felaketleri hem de doğanın düzenini bu tanrılara başvurarak açıklamaya çalışıyordu. Manüfaktür ve mekanik birbirini hızla geliştirirken, o güne dek ruha ya da tanrıya atfedilen hareketin maddenin bir özelliği olduğu düşüncesi geniş halk yığınlarına olmasa da, dönemin bilimsel uğraşlarını takip edenler arasında kabul görmüştü ve D’Holbach, “Bir tanrı olmadan doğanın açıklanamayacağını söylüyorsunuz, öyle mi? Bu demektir ki, çok az anlayabildiğiniz bir şeyi açıklamak için, hiç anlamadığınız bir ilk nedene ihtiyaç duyuyorsunuz.” diyordu. Ancak D’Holbach’ın kavgası dinin, yalnızca bilimsel düşünceye ve akla saldıran yönü olmadı. D’Holbach’ın, dine karşı kavga vermesinin en büyük nedeni, dinin insanı “tiranların mutlak iktidarına” teslim etmesiydi.
Köleliğini seven köle
20. yüzyılın ilk yarısında düzenin acımasızlığını romanlarına ürpertici bir “gerçeklikle” taşıyan Aldous Huxley, tiranlığın, “zorlanmaya ya da baskı uygulanmasına gerek duymayan çünkü köleliklerini seven kölelerden” oluştuğunu söylerken, D’Holbach gibi pek çok filozofun, din ile birincil kavga nedenlerini de açığa vurmuş oluyordu. Çünkü dinler, Aydınlanma dönemi Ansiklopedistler’inin sıklıkla vurguladığı gibi insanları birbirlerine karşı “barbarca eylemlere teşvik ederek tiranlığı onaylamakla” ya da krallara tanrının yeryüzündeki temsilcisi rolünü vererek mutlak bir sömürü iktidarını desteklemekle kalmıyor, insanı her bakımdan “küçültüyor” ve her şeyden öte, kendi gözünde köleleştiriyordu.
‘Titreyen ölümlüler kitlesi’
Roma döneminin büyük filozofu Lucretius, kendi döneminin dinini korku salmakla, “titreyen bir ölümlüler kitlesi” yaratmakla suçluyordu; bu sürekli korkunun insanı “yılgıya” mahkum ettiğinin altını çiziyordu. Lucretius, dünyayı tanrıların yarattığına da yönettiğine de karşı çıkan Epikuros’a yazdığı övgü dolu dizelerde şöyle diyordu: “Gözleri önünde, insan hayatı acınası bir durumda yerlere uzanmış, gök yüceltilerinden iğrenç görünümlü yüzünü ve dişlerini gösteren dinin ağırlığı altında yatıyordu. İlk kez bir Grek, bakışlarını kaldırıp ona dikmeye cesaret etti; karşı koymayı ilk olarak o göze aldı. Ne tanrılar üstüne anlatılan şeyler, ne onların yıldırımları, ne de gökyüzünün öfkeli homurtusu durdurabildi onu… Sımsıkı kapanmış doğa kapılarının çatırdadığını ilk olarak o işitti… Ve bu zafer bizi göksel güçlerle eşitledi.” Bugün insanlık bir kez daha dine boğulmak istenirken pek el üstünde tutulan “kutsala saygı” dayatması, zamanında filozoflar tarafından ciddiye alınmış olsaydı, bugün bildiğimiz felsefe tarihinden söz etmemiz imkansız olurdu.
Lucretius, din egemenliğinde insan hayatının “acınası” olduğunu söylüyor ve “dişlerini gösteren dinin” karşısında korkuyla yatmakta olan insanı ayağa kalkmaya, yürümeye, koşmaya, kendi zihninin tasarımları olan tanrılara teslim ettiği gökyüzüne uzanmaya ve kendine saygısını yeniden kazanmaya çağırıyordu.
Zayıf insan
Engels’in “Hepimiz Feuerbachçı olduk” sözü ünlüdür; Feuerbach, materyalizmin izinde, din insanın “çocukça halidir” diyordu. Hıristiyanlığın Özü adlı eserinde, tüm dinlerin özünü çıkarmaya çalışmıştı; vardığı sonuç, dinin insanın kendisiyle ahengini yok ettiği oldu. Feuerbach, dinin insanın kendine bakışını nasıl bozduğunu şu sözlerle anlattı: “Tanrı sonsuzdur ve insan sonlu; Tanrı mükemmeldir ve insan kusurludur; Tanrı ebedidir, insan geçici; Tanrı ‘her şeye kadir’dir ve insan zayıftır; Tanrı kutsal ve insan günahkardır”. Sınırlı, kusurlu, geçici, zayıf ve günahkar; dinin insanı işte budur; güvensiz ve yetinmecidir.
‘Büyük çocuklar yatağa’
Çocukluk benzetmesini, Schopenhauer’da da buluruz. Schopenhauer, “Liderler, başka çareleri kalmadığı zaman dini büyük çocuklarını yatağa göndermek için kullanır ve o yüzden bu kadar desteklerler” der, “Dinler ateşböcekleri gibidir: parlayabilmek için karanlığa gereksinim duyarlar. Belli oranda bir cehalet herhangi bir dinin var olabilmesi için gerekli koşul, onu yaşatacak araçtır. Otoriteden başka hiçbir şeye dayanmayan dini kurallar, mucizeler, vahiyler, dinler şüphesiz insanoğlunun sadece çocukluk dönemine uygun kısa-vadeli destekler. Ve kabul edilmeli ki insan ırkı, tüm tarihi ve fiziksel verilere bakarsak, şu an 60 yaşında bir adamın 100 katından daha yaşlı değil ve hâlâ çocukluğunu yaşıyor.” 21. yüzyılda bizler, bu açıdan, Schopenhauer’ın anlattığı durumun çok da ilerisinde değiliz; ancak Schopenhauer’ın, isyanında, insanlığın bu “çocukça” halden neden çıkamadığının başat nedenini görebiliyoruz.
Kuşkusuz, ilk söyleyen Schopenhauer değildir ve yüzyıllar öncesinden Seneca’nın soğukkanlı sözleri, duruluğu ve yalınlığı ile etkilerken gerçekliğiyle kan donduruyor: “Din, halk tarafından ‘doğru’, bilge insanlar tarafından ‘sahte’ ve yöneticiler tarafından ‘kullanışlı’ kabul edilir.” Napolyon Bonapart, en az Seneca’nınki kadar yalın bir ifadeyle, ekliyor: “Din insanları sakin ve sessiz tutmanın en mükemmel yoludur. Yoksulların zenginleri öldürmesini önleyen dindir.”
Sınıf mücadelesinde laiklik
Meslier’nin, “İnsanlık ancak son kral son papazın bağırsaklarıyla boğazlandığında kurtulacaktır” sözü çarpıcılığıyla, okuyan herkesin zihnine kazılmıştır; bir elimizde Napolyon ve bir elimizde Meslier, en açık şekliyle ortaya koyuyor: Din, ve tersinden laiklik mücadelesi, sınıf mücadelesinin parçasıdır ve can alıcı önemde bir parçadır.
Türkiye’de AKP’yi iktidara getirmek ve iktidarda tutabilmek için varını yoğunu ve kuşkusuz Türkiye’nin geleceğini ortaya koyan liberal güruhun, “laiklik tepeden inmecidir” sözünü diline doladığını biliyoruz. Peki din nasıl ayakta duruyor? Ve Schopenhauer ya da Feuerbach’ın diliyle sorarsak, insanlık neden “çocukça halinden” çıkamıyor?
Napolyon, büyük ve görkemli dini törenler düzenlemesi ile ünlü idi; “Bir din seçmek zorunda kalsaydım, tanrım evrensel bir yaşam verici olarak güneş olurdu” da onun sözüdür ama ünlü büyük törenlerini güneş için değil, inanmadığı Katoliklerin Tanrısı için düzenliyordu.
Burjuvazinin dine dönüşü
Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü kitabında pek isabetli anlatıyor: “Belki de hiçbir devrim, Fransız Devrimi kadar din karşıtı bir felsefeye dayanmadı; Fransız devrimcileri pazar ayinlerini kaldırabilmek için haftayı yedi günden on güne çıkardılar. Bu, din karşıtlığının en sembolik göstergelerinden birisidir; Fransız Devrimi’nde, sosyalist devrimde aranan üç karşıtlıktan, aile, din ve mülkiyet karşıtlıklarından birisi, dinsizlik, son derece yoğun bir biçimde yer alıyor. Mülkiyet karşıtlığı, asillerin ve ruhban sınıfının büyük mülkiyetinedir; küçük ve orta mülkiyet Fransız Devrimi’nde büyük bir kutsallık kazanıyordu. Napolyon, mülkiyete dayalı bir rejimi din olmadan uzun süre sürdürmenin güçlüğünü görerek, Fransız Devrimi’nin din karşıtlığını hızla törpülüyor.”
İtaat jeneratörü
Sömürü düzenleri, hiç kuşkusuz sadece zor ile ayakta duramıyor; Napolyon’un deyişiyle “sükunet” ve bunun için de belli ölçüde “örgütlü cehalet” ve “rıza” her sömürü düzeninin olmazsa olmazıdır. Sömürü düzeni ayakta kalacaksa, insanın ve aklın bozulması elzemdir ve tam da bu nedenle din ile en büyük kavgaları vermiş iki grup, devrimciler ile filozoflar, dine baktıklarında her zaman bir büyük “korku”, “küçülme”, “bozma” ve “itaat” jeneratörü görmüşlerdir.
Fransız Aydınlanması’na giden yolda despotizm kavramını en derinden inceleyenlerden Montesquieu, “mutlak itaat, itaat edenlerin cehaletini şart koşar” diyordu; bir filozof daha ve işte Schopenhauer’in karanlığındayız. Montesquieu, İran Mektupları kitabında, dönemin sansürünü bertaraf edebilmek için despotizmi “Muhammedi din” üzerinden anlattı; bu dinin egemen olduğu imparatorluklarda, halkın, hükümdara karşı, şaşırtıcı ölçüde yüksek bir hürmet ve itaat gösterdiğini vurguluyordu. Montesquieu’nün gözünde İslam dini, mutlak itaatin oluşumuna büyük katkı sağlıyordu. Devamı mı, “Elle est une crainte ajoutée à la crainte”, despotizmde din korkuya korku ilave etme işlevi görüyordu.
Dinselleştirme
Fransız Devrimi’nde burjuvazi ise kendi devriminden ve laiklikten korkmayı öğrendi; artık “deneyimli” idi. “İtaat jeneratörüne”, dine ve dinselleştirmeye sarıldı. Sömürü arttıkça dinselleştirme de arttı. Tekeller ve emperyalizm, dini bir yanda sömürü düzenine, köleliğe rıza üretimi aracı ve diğer yanda sosyalist blok ülkelerine karşı olduğu kadar kapitalist ülkeler içinde yükselen işçi sınıfı hareketine karşı silah olarak kullandı. Amerika’nın bir dönem pek popüler ismi Samuel Huntington’ın, “20. yüzyılın sonlarında Amerikan yaşantısında görülen en çarpıcı ve beklenmedik gelişmelerden biri, dinin siyaset ve kültür alanında başat bir güç olarak yeniden ortaya çıkmasıdır” vurgusu ile Türkiye’nin pek yakından tanıdığı CIA şefi Graham Fuller’ın “Komünizme karşı İslam’ı kullandık” itirafı bu gerçeğin pek basit ifadeleri olarak tarihe geçti.
İnsanlık “çocukça halinden” çıkamamaktadır ve bunun en büyük nedeni, tekeller düzeninin, dini pompalamak zorunda olmasıdır. Çünkü sömürü düzeni, köleliğini sevenler imal edemedikçe ayakta kalamaz. Çünkü arsızlaşmış tekellerin, “işyerinde fazla tedbir aramak Allah’a inancı sarsar” hutbelerine inananlara, sendikaları ve sosyalistleri düşman bilenlere ihtiyacı vardır. Çünkü bu düzenin insanlıktan çıkmış insana ihtiyacı vardır. AKP’nin “fıtrat”ına, Lucretius’un tanrı, kader ve iktidar karşısında “titreyen ölümlüler kitlesine”, Feuerbach’ın “zayıf ve yetinmeci insanına”, Schopenhauer’in “büyük çocuklarına” ve “karanlığına”, karanlığı korumak için de aydınlık korkusunu aydınlık düşmanlığına çeviren “kindar nesillere” ihtiyacı vardır.
İnsan tanrının koltuğuna göz dikince
19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Rusya’ya damgasını vuran devrimci hareketlerin estirdiği rüzgarın Dostoyevski’den Andreyev’e pek çok büyük Rus romancısı tarafından “insanın tanrılığa özenmesi” olarak görülmesini ve mahkum edilmesini pek ilginç ve, bir anlamda, pek yerinde bulmak durumundayız. Lucretius, “göksel güçlerle eşitlenme” demişti ve Dostoyevski’nin gözleri önünde yalnızca “doğanın kapıları” değil, insanın içine hapsedildiği düzenin duvarları çatırdıyordu; bizler kendi dilimizde “güneşi zapt etme” hedefi olarak biliyoruz. Bugününün ve geleceğinin kontrolünü eline alma iddiasındaki insan, tam da Dostoyevski’nin suçladığı gibi, kendini “dev aynasında görür”. Haklarının ve gücünün bilincindedir; dinin çizdiği “sınırlı, kusurlu, geçici, zayıf ve günahkar, kendine güvensiz” yaratıktan, “köleliğine sevdalı köleden” çok uzaktır. Devleşir.
Ünlü Eski Rejim ve Devrim kitabında Alexis de Tocqueville de “Canavar Devrim, önce ülke içindeki bütün kurumları yıkıyor, Tanrı’yı bile yerinden etmeye yöneliyor” yollu yazıyordu. Sonra mı, “Sonra sınırlarını taşıyor, imparatorlukları yıkıyor, kralları indiriyor ve halkları ezerek önünden sürüyor”. Tocqueville’in sözlerinde bir ölçüde, Diderot’nun başını çektiği Ansiklopedi’yi yasaklayan Savcı Omer Joly de Fleury’inin de hınç dolu sesini duyar gibiyiz: “Dini yıkmak ve halkları bağımsızlık yolunda kışkırtmak! İşte Aydınlanma!”