Ana Sayfa Dergi Sayıları 46. Sayı Doğu’dan Batı’ya bilim ve felsefe köprüsü: Endülüs – 2 İbn Tufeyl ve...

Doğu’dan Batı’ya bilim ve felsefe köprüsü: Endülüs – 2 İbn Tufeyl ve Hayy b. Yekzân

730
0

Sakin bir yaşam süren İbn Tufeyl oldukça az yazan bir düşünürdür. Öğrencisi Bitrûci ve ünlü İbn Rüşd, onun özgün bazı astronomik görüşlerinden söz ederler. Bilebildiğimiz tek eseri Hayy b.Yekzân adli felsefi romandır. İbn Tufeyl’in yalnız kişisi Hayy b.Yekzân, ıssız bir adada yalnız başına doğal yeteneklerini geliştirerek ruhani âleme yücelen biridir.

İbn Tufeyl’e ünlü İmru’l-Kays’ın kabilesine mensup olduğu için el-Kaysi, doğduğu ve yetiştiği yöre itibariyle de el-Endelusi, el-Kurtubi, el-İşbili lakapları da verilir. Hıristiyan skolastiklerinin eserlerinde adı Abubacer biçiminde görülür. İbn Tufeyl’in Latince’ye çevrilmiş bir eseri bilinmediğine göre, İbn Rüşd’ün İlm en-Nefs adlı kitabında ona yönelttiği eleştiriler aracılığıyla Avrupa’da tanınmış olmalı.

Yaşamı hakkında bildiklerimiz

Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 12. yüzyılın ilk on yılında Gırnata yakınlarındaki Vâdı Aş’ta (Gadiz, Guadix) doğduğu söylenebilir. Ailesi ve eğitimi konusunda elimizde hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Bazılarının ileri sürdüğü gibi, İbn Bâcce’nin öğrencisi değildir; çünkü kendisine ait olan Hayy b.Yekzân’ın daha ilk sayfalarında onunla hiç karşılaşmadığını kendisi ifade etmektedir.

İbn Tufeyl’i önce Gırnata’da tabip olarak görüyoruz. Daha sonra Gırnata bölge emirinin kâtibi oldu. 1154’te Muvahhidler hanedanlığının kurucusu Adb el-Mü’min tarafından Septa ve Tanca emiri olan oğlu Ebû Sa’id’e kâtip olarak atandı. Bir süre bu görevde kaldıktan sonra kendisine yakınlık ve dostluk gösterdiği bildirilen Muvahhidlerin ikinci sultanı Ebu Ya’kûp Yusûf’un (1163-1184) saray tabibi oldu. Tarihçi el-Merrakûşi’nin bildirdiğine göre, “kendisine İbn Tufeyl’in günlerce gece-gündüz sarayda sultanla birlikte kaldığı” ifade edilmiştir. Şüpheli bir rivayet olmakla birlikte, bu sultana vezirlik yaptığı da söylenir. İbn Tufeyl 1182’de saray tabipliği görevinden çekilip, yerini ünlü İbn Rüşd’e bırakıncaya kadar aynı görevde kaldı. Ebû Ya’kûp Yusûf’un ölümünden sonra yerine geçen oğlu Ebû Yusûf Ya’kûb döneminde de sultanla dostluk ilişkileri devam etti ve bir rivayete göre şüpheli olduğunu ifade ettiğimiz vezirlik görevini bu dönemde de sürdürdü. 1185-6 yılında Merrakeş’te öldü. Cenazesine sultanın da katıldığı söylenir.

Bilinen tek eseri: Hayy b.Yekzân

Görüldüğü kadarıyla sakin bir yaşam süren İbn Tufeyl oldukça az yazan bir düşünürdür. Bilebildiğimiz ve bize kadar gelen eserleri Hayy b.Yekzân adli felsefi romandır. Bunun yanında tıp konusunda yazdığı iki küçük risâle ve İbn Rüşd’le el-Külliyât’ı konusunda mektuplaşması dışında hiçbir şey bulunmamaktadır.

Döneminin ünlü bilginlerini saraya çekmek suretiyle, bilimsel ve felsefi çalışmalara hız vermek istediği anlaşılıyor. Bilindiği gibi ünlü İbn Rüşd’ü 1168 yılında sultana tanıştıran odur. Öğrencisi Bitrûci ve ünlü İbn Rüşd, onun özgün bazı astronomik görüşlerinden söz ederler. Bitruci, Batlamyus’un görüşlerinin eleştirisinde öğretmeni İbn Tufeyl’den yararlandığını ve onun görüşlerine dayandığını söyler. Eserleri Hıristiyan skolastiklerce tanınmadığı halde, onların eserlerinde, “öteki İslâm düşünürlerinden farklı olarak ‘mümkün aklı’ ya da ‘kuvve halindeki aklı’ hayâl gücüyle (el-mütehayyile) aynı saydığı; bu aklın yeterince hazırlıklı bir duruma gelince akıl edilir soyut sûretleri alabileceği ve bu nedenle bir başka akla ihtiyaç olmadığı” görüşünde olduğu ifade edilir.

İbn Tufeyl’in en iyi bilinen eseri Hayy b.Yekzân 14. yüzyılında İbranca’ya çevrilmiş olmasına rağmen, öteki eserleri gibi Latince’ye çevrilmediği ve hakkında başka kanallardan da bilgi edinmedikleri için, 17. yüzyıla gelinceye kadar Avrupa’da bilinen bir eser değildir. İlk kez 1671’de Latince’ye çevrilmiş ve bunu hemen izleyen yıllarda Latince’den İngilizce’ye çeviriler izlemiştir. Doğrudan doğruya Arapça’dan İngilizce’ye yapılan çeviriler ise 1708 tarihini taşımaktadır. Bu ilginin nedeni, Arapça’dan yapılan İngilizce çevirinin alt başlığından da anlaşılacağı üzere, gerek doğal gerekse doğaüstü hakikatlere yalnızca tabiatın ışığıyla ulaşabileceği görüşünün 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerinde rağbette oluşudur.

Hayy b.Yekzân, İbn Sinâ’nın Hayy b. Yekzân’ı ile aynı adı taşımaktadır. Ancak bu ad rasgele değil, bilinçli olarak konmuştur; çünkü İbn Tufeyl kendisini Buharalı filozofun öğrencisi sayan tek Endülüslü filozof olup, eserinin başında yakın bir dostunun isteği üzerine İbn Sinâ’nın doğu felsefesinin sırlarını açıklamak amacıyla bu eseri kaleme aldığını; giriş bölümünün sonunda ise bu eserde İbn Sinâ’nın Hayy b.Yekzân, Salâmân ve Absâl’ın öyküsünü anlatacağını söylemektedir. “Hayy b.Yekzân” ile “Salâmân ve Absâl” İbn Sinâ’nın aynı ana fikri işleyen iki ayrı öyküsü olup, bunlar aynı zamanda adlarını oluşturdukları öykülerin baş kahramanlarıdır. İbn Tufeyl, her iki öyküdeki ana fikri almış, bu üç baş kahramanı farklı bir öyküde bir araya getirmiştir. Onun İbn Sinâ’ya yakınlığının bir başka göstergesi de, İbn Sinâ’nın bireysel nefsin ruhani bir töz olduğu ve bedenin ölümünden sonra da varlığını sürdürdüğü görüşünü benimsemiş olmasıdır. Öte yandan İbn Bâcce’nin Tedbir el-Mutevahhid’inin eser üzerindeki etkisi de tartışılamaz. İbn Bâcce’nin “yalnız kişisi” erdemsiz bir toplumda hayatın güçlükleri ve tehlikeleri ile karşı karşıya olan bir kişi olduğu halde, İbn Tufeyl’in yalnız kişisi Hayy b.Yekzân, ıssız bir adada yalnız başına doğal yeteneklerini geliştirerek ruhani âleme yücelen biridir.

Sûfiyâne tecrübe

İbn Tufeyl eserinin giriş bölümünün başında Hayy b.Yekzân’ı, bir dostunun İbn Sinâ tarafından işaret edilen doğu felsefesi hakkında bilgi istemesi üzerine yazdığını belirtmektedir. Yazarın kendi ifadesine göre, dostunun bu isteği onu bu felsefenin bir gereği olan sûfîyâne bir yaşantıya itmiş ve sonunda yüce bir makama ulaşmasını sağlamıştır. Bu makam ona göre, sözlerle ifade edilemeyecek ve açıkça anlatılamayacak olağanüstü bir tecrübeyi içerir. Bu tecrübenin sırlarına ilişkin ayrıntılar değil, ancak öz bilgi verilebilir. Bu tecrübeye ulaşanlardan bilgi ve kültür açısından eksik olanlar, yaşadıkları tecrübenin yeterli anlatımını veremeyip, aşırı ifadeler kullanırlar. İbn Tufeyl bunlara örnek olarak “Ben Hakk”ım, “cübbemin altındaki Tanrı’dan başkası değildir” gibi Hallâc’ın ve başkalarının sözlerini veriyor. Bunlara karşılık bilimlerden payını almış ve bunlar sayesinde beceri kazanmış biri olan Gazzâlî’nin ise kendi sufiyane deneyimi hakkında “ne olduğunu söylemeyeceğim, onu olduğu gibi kabul et ve açıklama isteme” anlamındaki dizeyi aktardığını söyler.

Bu tecrübe, İbn Sinâ’nın el-İşârât’ta sözünü ettiği üzere, öncüllerden sonucun çıkarılması biçimindeki akli tasıma (kıyasa) dayanan kuramsal bir kavrama yoluyla elde edilemez; ona irade (istenç) ve riyâzet sonucu çeşitli aşamalardan (sözgelimi, evkât, ittisâl, sekinet, vusûl) geçerek ulaşılır.

İbn Tufeyl, bu sûfiyâne tecrübenin daha aşağı düzeyinde aralarında yalnızca açıklık ve berraklık farkı bulunan özde aynı bir başka sûfîyâne tecrübeden daha söz eder. Bu tecrübe kuramsal bilgilere ve akli incelemeye dayanır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tecrübe, Aristocu felsefenin tam anlamıyla edinilmesiyle ulaşılan bir tecrübedir. İbn Tufeyl, buna, bu tecrübeyi yaşayan İbn Bâcce’yi örnek veriyor. Ona göre, İbn Bâcce bunun ötesinde bir mistik tecrübeyi yaşamış; bu tecrübeyi yaşamış velileri, ulaştıkları hazzın hayal gücüne ait olduğunu ileri sürerek, kötülemiş; gerçek anlamda en yüksek hazza ve mutluluğa ulaşanların (es-su’edâ) durumlarını anlatacağına söz vermesine rağmen, ya kendi ifadesiyle gezilerinden zaman bulamaması, ya da anlatacaklarının kendi dünyevi yaşamına uygun düşmeyeceği düşüncesiyle bu sözünü yerine getirmemiştir. İbn Tufeyl’in gerek bu ifadesinde gerekse İbn Bâcce’ye hitaben “tatmadığın şeye tatlı deme” sözünde acı bir eleştiri tonu sezinlenmekte ve İbn Bâcce’nin velilere hakkını vermediği sonucu çıkmaktadır.

İbn Tufeyl’e göre, yalnızca kuramsal bilgiye dayanan mistik tecrübenin ifadeleri kitaplara geçirilebilir ve sözle ifade edilebilir; ancak bu türlü bilgiler bile Endülüs ve Kuzey Afrika’da oldukça ender bulunmaktadır. Bulunanlar da, bu meselelere girmenin Hanefiler ve İslam şeriatınca yasaklanmış olması nedeniyle, simgelerle kapalı bir biçimde ifade edilmiştir.

Endülüs’te ve Kuzey Afrika’da yetişen birinci kuşak düşünürler matematikle, ikinci kuşak ise mantıkla uğraşmışlar; ancak bunlar, onların gerçek anlamda ruhani yetkinliğe ulaşmalarını sağlayamamıştır. Üçüncü kuşak içinde yer alan İbn Bâcce ise, güçlü bir kavrayışa, üstün bir zekaya ve derin görüşlülüğe (basirete) sahip olduğu halde, dünya meşgaleleri onu bilgisinin ve hikmetinin sırlarını ortaya koymaktan alıkoymuştur. Ondan sonraki son kuşağa gelince, bunlar ya yetişme aşamasındalar, ya yetkinliğe ulaşamadan işin peşini bırakmışlardır, ya da bizim onlar hakkında yeterli bilgimiz yoktur.

İbn Tufeyl’e göre çeşitli İslam düşünürleri

İbn Tufeyl, Giriş’te daha sonra İslam felsefesi konusunda kısa tarihi bilgi vermekte ve çeşitli İslam düşünürlerini eleştirmektedir.

Ortaya koydukları Aristocu eserlerinin tam anlamıyla ruhani yetkinliğe ulaştırmakta yetersiz kaldığını söylediği İslam düşünürlerinden ilki Fârâbi’dir. İbn Tufeyl, onu, yalnızca erdemli ve olgun nefslerin ölümden sonra kalacakları, kötü ve erdemsiz nefslerin ise el-Medînet el-Fâzıla’da ebedi acıyla karşılaşacaklarını, es-Siyâset el-Medeniyye’de bedenleriyle birlikte yok olacaklarını, el-Ahlâk’ta ise insan mutluluğunun bir yönünün yalnızca bu dünyada gerçekleşeceğini söylediği için eleştirmekte ve böyle bir görüşün insanların Tanrı’dan umut kesmelerine neden olacağını, kötü ile iyiyi aynı kefeye koyacağını belirtmektedir. İbn Tufeyl ayrıca Fârâbi’nin peygamberliği hayal gücüne bağlayışını ve felsefeyi dinden üstün görüşünü de kabul edilmez bulmaktadır.

İbn Tufeyl, eş-Şifa’da Aristocu görüşleri açıkladığını, gerçeğin ise burada açıklanan görüşlerden farklı olduğunu ve salt gerçeğe ulaşmak isteyen kişinin el-Hikmet el-Maşrikiyye’ye bakması gerektiği görüşünü ileri süren İbn Sînâ’nın, bu eserinde bile, Aristocu olmayan kimi öğelerin bulunduğunu tüm gerçekliği ile ileri sürmektedir.

İbn Tufeyl, Gazzâlî’yi ise seslendiği zümreye göre farklı görüşler ileri süren tutarsız biri olarak nitelendirmekte ve onu, öyle anlaşılıyor ki, iki yüzlülükle suçlamaktadır. Gazzâlî, başkalarını bazı görüşleri nedeniyle tekfir etmekte, ancak daha sonra tekfir ettiği bu görüşleri kendisi benimsemektedir. İbn Tufeyl, buna örnek olarak, Gazzâli’nin Tehâfut el-Felâsife’de cismani dirilişi inkar edip, ödül ve cezaya yalnızca nefslerin tabi olacağını söyledikleri için, filozofları tekfir ettiğini; fakat Mîzân el-Amel’de bu görüşün Sûfilere ait olduğunu, el-Munkız mine d-Dalâl’da ise kendisinin Sûfilerle aynı görüşü paylaştığını söyleyerek tekfir ettiği düşünceye meyletmesini veriyor. İbn Tufeyl’e göre, bütün eserlerinde bu durumla karşılaşılan Gazzâlî, Mîzân el-Amel’in sonunda bu tutumundan ötürü özür dileyerek, üç türlü görüşten söz etmektedir. a) İnsanın, çoğunlukla birlikte benimsediği görüş; b) Soru soranların ve akıl danışanların durumuna uygun olarak sunulan görüş; c) İnsanın yalnızca kendisine sakladığı ve yalnızca aynı kanıları paylaşan kişilere açtığı görüş. Gazzâlî, görüşlerini teşbih ve temsillerle kapalı bir biçimde açıklamış; onun Cevâhir el-Kur’ân’da açık hakikati içerdiğini söylediği eserleri Endülüs’e kadar ulaşmamış; ulaştığı söylenen eserlerinin de bu türde olmadığı hatta daha da kapalı oldukları görülmüştür. İbn Tufeyl, adını vermediği bir yazardan söz ederek, onun Gazzâlî’yi Mişkât el-Envâr’ın sonunda giderilmesi imkansız bir hataya düşmekle suçladığını ileri sürmektedir. Bu yazara göre Gazzâlî, Tanrı’ya yaklaşmış olanların (el-mukarrabûn), O’nun salt birlikle uzlaşmaz bir niteliğe sahip olduğunu öğrendiklerini ifade etmekte ve böylece Tanrı’da bir tür çokluk bulunduğunu söylemek istemektedir. Ancak İbn Tufeyl, bütün bu tutarsızlıklarına rağmen Gazzâlî’nin Tanrı’yla birlenen, O’na ulaşan insanlardan olduğundan kuşku duymadığını söylemektedir.

Nitekim İbn Tufeyl, arayış sonucu ulaştığı hakikatin elde edilmesinde Gazzâlî ve İbn Sînâ’nın öğretilerinin azımsanmayacak rolü bulunduğunu ve kendi döneminde ortaya çıkan başka görüşlerden de yararlandığını ifade etmektedir. Anlattıklarına bakılırsa İbn Tufeyl, başlangıçta akli inceleme ve araştırma yoluyla, daha sonra ise doğrudan kavrama (zevk) yoluyla hakikat konusunda aydınlığa ulaşmış; ancak böyle bir deneyimden geçtikten sonra mistik yolculuğun sırlarını, kendisine ricada bulunan dostuna açıklayabilecek ve ona yol gösterebilecek yetkiyi kendisinde bulabilmiştir.

Hayy b.Yekzân’daki ana fikirler

İbn Tufeyl işte bu mistik yolculuğun ana hatlarını İbn Sina’nın da sözünü ettiği Hayy b. Yekzan, Salaman ve Absal’ın öyküsünü anlatarak vermektedir. Bu öyküde başlıca şu üç ana fikir egemendir:

  1. a) Hakikate ulaşmak için başkaları tarafından öğretilmeye ve eğitilmeye ihtiyaç yoktur. İnsan tek başına da kendi yetilerini geliştirmek suretiyle en yüce hakikate ulaşabilir. b) Farklı anlayış ve kavrayış yeteneklerine sahip oldukları için insanların hepsi felsefi bilgi sayesinde ulaşılan hakikate ulaşamazlar. Onların büyük çoğunluğu için hakikatleri somut ve simgesel biçimde ortaya koyan dinin anlatımları yeterlidir. Çoğunluğun izlediği dinsel yaşam biçimine karışmak başarılı sonuçlar vermez; onları tuttukları yoldan döndürmeğe yetmez. c) Filozofun en yüce ereği, etkin akılla birlendiği vecd haline ulaşmak olmalıdır.

Hayy, varlık türlerini öğreniyor

İbn Tufeyl’in oluşturduğu öykünün sahnesi birbirine yakın iki adadır. Bu adalar, ekvatorun güneyinde ılıman iklimli bir bölgede bulunmaktadır.

Adalardan ıssız olanında Hayy b. Yekzan, İbn Tufeyl’in önerdiği seçeneklerden birine göre, adanın ılımlı ikliminin de yardımıyla mayalanmış çamurdan, Kur’an’da da belirtildiği biçimde, anasız babasız bir çocuk olarak; ötekine göre ise, bu ıssız adanın yakınında bir yerleşim yeri olan büyük bir adanın zalim sultanının kızının gayri meşru çocuğu olarak, dünyaya gelir. Öykünün ikinci şekline göre, bu gayri meşru çocuk, durum anlaşıldığında öldürülmesinden korkan annesi tarafından bir kutuya konarak, denize bırakılır. Ertesi sabah dalgalar çocuğu ıssız adaya bırakır. Bu noktadan itibaren Hayy’ın doğumuyla ilgili iki farklı öykü birleşir.

Hayy’ı ıssız adada yavrusunu yitirmiş olan bir ceylan besler ve yedi yaşına gelinceye kadar yetiştirir. Bu yaştan sonra, keskin zekası ve akılla çevresindeki tabiatı ve hayvanlar dünyasını incelemeye girişir. Gereksinimlerini nasıl karşılayacağını öğrenir. Bu arada ceylan ölür. Hayy ceylanın ölümünün nedenini araştırır ve kalbinin sol boşluğundaki hayvansal nefsin bedeni terk etmesi olduğunu görür. Bu, ona, bedenin canlılık ilkesi olan nefsin bir aleti olduğunu öğretir. Bir süre adada oraya buraya dolaşır, durur. Ormanda çıkan bir yangından yararlanarak bir kor elde eder ve onu mağaraya götürerek ateş yakar ve orada yaşamaya başlar; ateşi sönmemesi için gece gündüz yanık tutar. Bu, alevin özelliklerini tanımasına yardımcı olur. Ateşin gök cisimlerine ait bir öğe olduğu, nefsle ilgili bulunduğu sonucuna varır. Bu sonuca varırken ölü ya da canlı birçok hayvanı teşrihe tabi tutar ve inceler. 21. yaş günüyle birlikte dikkatini tabii alemden metafizik aleme çevirir. İlkin yeryüzündeki çeşitli varlık türlerini, madenler, bitkiler ve hayvanları inceler; bütün cisimlerin madde ve suretten oluştuğunu; maddenin suret kabul ettiğini, bunun bir suret vericinin varlığını gerektirdiğini fark eder. Bu suret vericiyi önce cisimler arasında arar; fakat görür ki, bütün cisimler hadistir ve bir muhdisin varlığını gerektirir.

Hayy, Tanrı’ya ulaşıyor

Hayy 28. yaşına bastığında gökyüzü ile ilgilenmeye başlar. Gökyüzü ve gökyüzünde bulunan nesnelerin cismani, yani üç boyutlu olmalarından evrenin sonlu olduğu, ancak gök cisimlerinin küresel olup, aynı merkezli kürelerde dairesel hareketlerle hareket ettikleri ve bütün kürelerin hareketlerinin nedeninin en yüksek gök küresi (el-felek el-aksû) olduğu sonucuna varır. Hayy evreni büyük bir canlı varlık olarak görmeye başlar. Evrenin zamanda mı yaratıldığı yoksa öncesiz mi olduğu konusunda kararsız kalır ve her iki husustaki kanıtların aynı ölçüde inandırıcı olduğu sonucuna varır. Ancak, evren ister zamanda yaratılmış olsun isterse öncesiz, vardığı ortak sonuç, evrenin varolmak için zorunlu bir varlığa muhtaç olduğudur. Bu varlık her şeyin yaratıcısı, bütün cismani niteliklerden uzak, duyularla ve hayal gücü ile algılanamayan bir varlıktır. O evreni korur; hem varlık hem öncesizlik açısından ondan üstündür; her türlü eksiklikten uzak mükemmel bir varlıktır.

Böylece Hayy 35. yaşına ulaşır. Artık kendini iyice yaratıcının düşünülmesine vermiştir. Kendisi bölünemeyen, cismani olmayan böyle bir varlığın nasıl bilindiği sorusunu araştırmaya girişir. Bu varlığın ancak bölünemeyen, cisim olmayan, bozulma ve çözülmeye tabi olmayan bir şey tarafından bilinebileceği ve bu şeyin de insan varlığının özünü oluşturan “nefs” olduğu sonucuna varır. Bu nefs, algıları açısından kuvve halinde olup (ilk yetkinlik), hep fiil haline çıkmağa hazır bir haldedir. Bir varlık, ne denli yetkinse, o denli fiil halinde bulunduğu için, hedefi yetkinliğe ya da fiil haline ulaşmaktır. Bu nedenle nefsin gerçek yetkinliği bu dünyada aklını sürekli kullanır haline gelmesiyle gerçekleşir. İşte insan nefsinin bu akli yönüdür ki ilahi alemi temaşa eder ve bedenin ölümünden sonra da varlığını sürdürür. Akli yönü gelişmemiş nefsin sonu hiçliktir. Öte yandan kişi aklını Tanrı’yı bilmekte yeterince kullanamaz, O’ndan yüz çevirir ve tutkularına uyarsa, ilahi alemi temaşa edemez ve ebedi acıyla karşılaşır. Kendini bütünüyle Tanrı’ya verir ve ilahi temaşa sırasında kendini yok ederse ebedi mutluluğa erer. Hayy bütün bunları kavrayınca, düşünceleri Tanrı’ya yönelerek cezbe haline varmağa çalışır. Ancak duyuları, bedensel gereksinimleri, imgeleri ona engel oluşturur. Tanrı’ya bütünüyle kendini vermeden öleceği korkusu benliğini sarar. Bir an önce anılan mistik deneyimi edinmek için araştırmalara girişir. Önce hayvanları inceler ve onların Tanrı’yı aramadıklarını görür. Gök cisimleriini inceler; onların kendisi gibi akıl sahibi bir töze sahip olduğunu ve ezelden beri O’nu temaşa ettiklerini anlar. Böylece bütün canlılar arasında yalnızca kendisinin zorunlu varlığı bilme gücünde olduğu kavrar. Bunun nedeni, mükemmel bir denge halindeki töze sahip olması ve gök cisimlerine şaşırtıcı benzerliğidir. Ayrıca o, bir yandan akli bir töze sahip olmasıyla Zorunlu Varlık’a, bir yandan da aşağılık parçası olan bedeniyle hayvanlara benzediğini saptar. Böylece o, eylemlerinin şu üç düzeyde gerçekleşmesi gerektiğine karar verir: a) hayvanların eylemlerine öykünme b) gök cisimlerine öykünme ve c) Zorunlu Varlık’a öykünme. Kuşkusuz bu plan, ya da ayırım, daha önce birkaç kez değindiğimiz, Aristo’nun insanı beden, tutku ve akıl biçiminde üç yönüyle ele almasına benziyor.

İlahi aleme yolculuğun aşamaları

İnsanın son hedefi üçüncü aşamada ulaştığı, varlığının özü olan akli töz sayesinde Tanrı’ya sürekli temaşa halinde bulunup, O’ndan bir an bile ayrı kalmamak olduğu halde, bu aşamaya ulaşabilmek için diğer aşamaları geçmek, bu aşamalarda yer alan çeşitli engelleri ortadan kaldırmak gerekmektedir.

Birinci aşamada olan hayvansal nefsin eylemlerine öykünme ya da bu eylemleri gerçekleştirme, bedenin temel gereksinimlerinin uygun bir biçimde giderilmesine bağlıdır. Bu gereksinmeler, beslenme, giyinme ve barınma gereksinimleridir. Kişinin ikinci ve üçüncü aşamaları gerçekleştirebilmesi ve ikinci aşamanın sürekliliğinin sağlanması için gerekli olan bedenin korunması özünlü olarak bir engel oluşturmakla beraber, ilintili olarak yararlıdır. Bedenin eğitiminden yeterli yardımı sağlayabilmek için özellikle beslenme konusunda sağlıklı bir yaşamaya yetecek en az miktar besinle yetinmek gerekir. Bütün besin kaynakları Zorunlu Varlık tarafından yaratıldığı için, tıpkı tanrı gibi bu kaynakların bakımına ve korunmasına özen gösterilmelidir. Bu kaynakların savurganca tüketimi yaratıcının işine karşı çıkmaktır. Aslında yiyecek içecekten tümüyle uzak durmak gerekir, ama bu, bedenin çözülmesine neden olacağı için, beslenerek yaratıcının işine karşı çıkmaktan daha kötüdür. Hayy bu konuda iki kötünün en iyisini seçmek gerektiği sonucuna varır. Tüketim için önceliği meyve ve daha sonra da sebze alır. Hayvansal besinler son sıradadır. Türlerin korunması, burada, ilahi bir buyruk, gerçekleştirilmesi zorunlu ilahi bir irade olarak kabul edilmektedir.

Hayy, ilahi aleme yolculuğun ikinci aşaması olan gök cisimlerine öykünme ya da onların eylemlerini gerçekleştirme aşamasında, hayvansal nefsin eğitilmesi ve disipline sokulması gerektiğini gözlem ve deneyimlerinden öğrenir. Birinci aşama insanın Tanrı’nın görüntüsüne sahip olmasına hiçbir katkıda bulunmadığı, hatta bu görüntüyü perdeleyen duyulur nesnelerle ilgili olduğu için, bir engel oluşturduğu halde, hayvansal nefsi korumak suretiyle, ikinci aşamanın gerçekleşmesine yardımcı olur. İkinci aşama sayesinde insan, Tanrı’nın sürekli görüntüsüne önemli ölçüde sahip olur; ancak bu görüntü açık seçik olmayıp, bulanık bir görüntüdür. Görüntüyü bu yolla gözleyen kişi, gözlemi sırasında kendi nefsinin bilincindedir ve ona geri döner. Bu görüntünün gerçekleşebilmesi için insanın gök cisimlerine benzemeye çalışması ve bu cisimlerin niteliklerini edinmesi gerekir. Bu nitelikler üç grupta toplanır: a) Varoluş ve bozuluş alemi ile ilişkili nitelikler; sözgelimi, bu alemdeki nesnelerin suretleri almaya hazırlıklı bir hale getirilmesini sağlayan nitelikler. b) Gök cisimlerinin kendilerine özgü nitelikler. Berraklık, parlaklık, aydınlık saydamlık, küresel hareket vb. gibi. c) Zorunlu varlıkla ilişkili nitelikler. Sözgelimi gök varlıklarının Tanrı’nın sürekli görüntüsüne sahip olmaları, O’nu arzulayıp buyruklarına uygun hareket etmeleri, iradesine sürekli boyun eğmeleri. Hayy, birinci türden niteliklerin elde edilmesi için, hayvan ve bitkilerin gelişmesi ve yetişmesinin sağlanması, iyi bir biçimde her türlü zararlılardan ve engellerden korunması; ikinci türden niteliklerin elde edilmesi için beden temizliğine ve güzelliğine dikkat edilmesi ve tıpkı gök cisimleri gibi dairesel hareketler yapılması; ve son alarak üçüncü türden niteliklerin elde edilmesi için de yine tıpkı gök cisimleri gibi, tüm maddi alemden ilişkileri keserek düşüncenin tümüyle Yüce Tanrı üzerinde toplanması, nesnelerin gözden kaybolmasını sağlamak üzere kendi ekseni etrafında hızla dönüş hareketleri yapması gerektiğine inanır. Ancak bütün bu alıştırmalar da, Hayy’ın edindiği bilgilere göre, insanı Tanrı’ya tam olarak ulaştıramaz; çünkü cismani yetiler ona müdahale edip, cismani aleme geri dönüşünü sağlar. Bu nedenle cismani yetilerle sürekli mücadele etmek, onların etkinliğini ve dirençlerini kırmak gerekir. Görüldüğü kadarıyla, Hayy’ın geçirdiği bu tecrübede sürekli riyazetin gereği vurgulanmaktadır.

Sürekli riyazet ve alıştırma böylece Hayy’ı üçüncü aşamaya, yani Zorunlu Varlık’a öykünme, O’nun nitelikleriyle donanma aşamasına iletir. Tanrı’nın nitelikleri (sıfatları) bilgi, kudret ve bilgelik gibi olumlu (subuti); cisimlerin sahip olduğu niteliklerden uzak olma gibi olumsuz (selbi) niteliklere ayrılır. Olumlu nitelikler, Tanrı’nın özünden ayrı olmayan, özüyle aynı olan niteliklerdir. Bu kuramsal bilginin ışığında, Tanrı’yı bütün cismani niteliklerden arındırmak gerekir. Daha önceki riyazet ve alıştırmalarda alınan mesafe önemli olmakla birlikte yeterli olmadığı, bu türlü riyazet ve alıştırmalar cismani yetileri gerektirdiği için, bu yetilerden tümüyle arınmak gerekmektedir. Hayy bu arınmayı gerçekleştirmek için günlerini dar bir mağarada tüm varlığını Zorunlu Varlık’a vererek geçirdi; tüm cismani ilişkileri ve düşünceleri hayalinden ve aklından kovdu. Sonunda öyle bir düzeye ulaştı ki, kendi özünden başka bir şey kalmadı. Zorunlu Varlık’ın görüntüsüne tam anlamıyla sahip olabilecek öz, işte bu soyutlanmış insan özüydü. Hayy bu öz sayesinde “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalpte kendisini göstermeyen” bir Varlık’ın görüntüsüne sahip oldu. İnsan nefsinin bu aşamada elde ettiği durumu açıklamak mümkün değildir. Bununla birlikte İbn Tufeyl, Hayy’ın ulaştığı bu cezbe haliyle ilgili ancak bazı hususları, simgelerle de olsa anlatmaktan kaçınmayacağını belirtir. Ona göre, bu anlatım biçimi hakikati bütün gerçeğiyle ortaya koymasa da, başka bir seçeneği olmayan kaçınılmaz bir anlatım  biçimidir.

Hayy ile Asal’ın karşılaşması

Hayy bu aşamaya ulaştıktan sonra, üstün akli gücüne ve yeterli felsefi kültürüne rağmen, bazı sufilerin de düştüğü kendini tanrı sayma yanılgısına düşer. Bu yanılgıdan Tanrı’nın yardımıyla kurtulur. Ayrık özler olarak nitelendirilen gök cisimlerinin bir ya da çok olarak nitelenemeyeceğini; herhangi bir mantıksal tasnife tabi tutulamayacağını; bu özlerin yalnızca ruhani mistik bir görme ile kavranabileceğini anlar. Aklın buradaki rolü tikellerden tümelleri elde etme biçiminde olur. İnsanın ruhani yücelişinin ayrıntıları, göksel ruhani varlıkların çeşitli derecelerini cezbe halinde iken kavrama şeklinde bir yolculuk olarak görülür. Belki de burada Hz. Peygamber’in miraç olayındaki gece yolculuğu (isra) bu görüşün esin kaynağını oluşturmaktadır. Yolculukların süreklilik kazanması ve sonra da bir daha dönmemek üzere ruhani alemde kalınması, bu yolculuk deneyimlerinin sık sık yaşanmasına, yani alıştırmaya bağlıdır. Hayy 50 yaşına gelinceye değin bu yolculuk deneyimlerini edinmekle geçirdi. İşte tam bu sıralarda idi ki, Asal’la karşılaştı.

Böylece öykünün bir başka yönü gündeme gelmektedir. Asal Hayy’ın yaşadığı adanın yakınında bir başka adada yaşamaktadır. Ada halkı hak dinlerinden birine bağlanmıştır. Bu din, tıpkı diğerleri gibi, halk yığınlarına, onların anlayacağı bir dille, yani teşbih ve temsille (simgesel anlatımla) seslenmektedir. Asal kendisi gibi genç biri olan Salaman’la birlikte bu dini benimsemeyenlerdendir. Dinin bütün gereklerini yerine getirirler. Bu, aralarında bir dostluk doğmasına neden olur. Ancak Salaman dinin zahirine bağlı kalırken, Asal iç anlamına ve yoruma yönelir. Yine Salaman toplum ve toplumsal yaşama katılırken, Asal yalnızlığı ve inzivayı benimser. İbn Tufeyl her iki davranış biçiminin de Kur’an’da yer aldığına dikkat çeker.

Asal bu sırada Hayy’ın yaşadığı ıssız adanın varlığından haberdar olur ve uzletten en iyi yararı ıssız adada elde edeceğini düşünerek, bütün mal varlığını paraya çevirir, bir kısmını yoksullara dağıtır, kalanıyla da bir gemi kiralar ve ıssız adaya ulaşır. Hem bir zâahid hem de bir âbid olarak yaşamını burada da sürdürür. Ruhani yücelişinin zirvesinde mağarada yaşayan Hayy’la başlangıçta karşılaşmaz. Adadaki gezilerinde hiç kimseyle karşılaşmayışı, yalnızlığına engel olacak hiç kimsenin bulunmadığını ona düşündürür ve bu onu daha da çok memnun eder. Fakat bir süre sonra cezbeden kurtulup, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak üzere mağaradan çıkmaya başlayan Hayy bir rastlantı sonucu Asal’ın da dolaştığı bölgeye gelir ve birbirleri tarafından fark edilirler. Başlangıçta merak ve korku ile birbirlerini gözlerler. Asal Hayy’ın dikkatini dağıtır korkusuyla kaçmaya, Hayy da kovalamaya başlar. Asal Hayy’dan uzaklaştığına ve kurtulduğuna kanat getirince, her zaman olduğu gibi, ibadete, zikre, yakarışa ve duaya dalar; kendisini bu işe öylesine verir ki, kendinden geçer. İzini sürmüş olan Hayy ona iyice yaklaşır; yaptıklarını görür ve söylediklerini işitir. Onun kendisinden farklı olmadığını, Tanrı’yı tanıyan varlıklardan biri olduğunu anlar. Hayy’ı fark eden Asal kaçmaya çalışırsa da bir süre sonra Hayy’a yakalanır. Kendisini bırakması için Hayy’a yönelttiği yakarışları, dil bilmemesi nedeniyle Hayy tarafından anlaşılmaz; ancak Hayy onun yüzünden endişe ve korku içinde olduğunu anlayarak onu yatıştırmaya çalışır. Sonunda birbirlerine alışır ve dost olurlar. Asal öteki adadan getirdiği, ancak Hayy’ın bilmediği yiyecekleri ona sunar; Hayy bir süre direnirse de ısrarlarına dayanamaz; sunulan yiyeceklerden yer; böylece ruhani yücelişinde etkin olan perhizi bozmuş olur. Bu nedenle yeniden cezbeye girmek isterse de zorlanır ve bunun üzerine bir süre duyulur alemde Asal’la kalmaya karar verir. Asal ona dil öğretir, bilimler ve din hakkında bilgi verir. Hayy kısa zamanda öğrenir. Asal ve Hayy birbirlerine yaşam öykülerini anlatırlar. Asal, Hayy’ın ruhani deneyimleri hakkında anlattıklarından, kendi inandığı dinin iman esaslarının onun anlattıklarının bir benzeri olduğunu anlar ve böylece akılla naklin uyuştukları sonucuna varır. Asal dindeki bütün sorunları çözer ve yorumlara daha çabuk ulaşır. Hayy’ın Tanrı’nın velilerinden biri olduğuna kanaat getirir. Ona hizmet edip, izinden gitmeğe başlar.

Hayy, Asal’ın adasında

Buna karşılık Hayy da Asal’dan diğer şeylerin yanında daha önce yaşadığı ada; bu adada yaşayanlar; dinleri ve dinlerinin esasları, ibadetleri hakkında bilgi edinir. Bu bilgilerin kendi deneyimiyle elde ettiği bilgilerle uyuştuğunu görür. Onu merakta bırakan şeylerden biri böyle bir dini getiren peygamberin niçin hakikati olduğu gibi açıklamayıp, simgesel anlatıma (teşbih ve temsile) başvurduğu olur; çünkü bu anlatım, ona göre, insanlığı Yüce Tanrı hakkında yanılgılara düşürür. Bir başka merak konusu ise, farzlara ve ibadetlere aşırı önem verilmesi ve insanların Tanrı’dan uzaklaşmalarına ve boş şeylerle uğraşmalarına neden olabilecek servet biriktirmeye ve oburluğa izin verilmesidir. Hayy bu konulardaki dini hükümlerin gereksiz olduğunu, insanlara gerçek anlatıldığında boş şeylerden yüz çevirip, Hakk’a yöneleceklerini düşünür. Asal’ın daha önce yaşadığı ada halkına karşı acıma duygularıyla dolar ve bu adaya gidip hakikati ada halkına anlatmaya karar verir. Asal’ın ada halkının eksik yaratılışı konusundaki uyarılarını anlamsız bularak gitmekte ısrar eder. Sonunda Asal da, kurtuluşa yakın olan bazı dostlarını doğru yola iletir düşüncesiyle Hayy’ın arzusuna karşı çıkmaz; ikisi birlikte, Tanrı’nın da yardımıyla rotasını kaybetmiş bir gemiye binerek adaya ulaşırlar.

Asal ve Hayy adada çok iyi karşılanırlar. Herkes çevrelerine toplanır. Toplanan kişilerin kavrayış ve anlayış güçlerinin başkalarına oranla daha yüksek olduğu; eğer bunlara doğrular öğretilmezse, sıradan insanlara hiç öğretilemeyeceği Asal tarafından Hayy’a anlatılır. Hayy hemen harekete geçer; ancak bir süre sonra başarısız olduğunu; halkın saygıda kusur etmedikleri halde, öğrettiklerine dirençle karşı koyduklarını görür. Bu sırada ada halkına başkanlık yapmakta olan Salaman’ın niçin halka uymak ve inzivayı yasaklamak gerektiği görüşünde olduğu böylece daha iyi anlaşılmış olur. Hayy tüm umutlarını yitirir. Ve anlar ki, çoğu akıldan yoksun hayvanlara benzeyen insanlar arasında anlayış ve kavrayış gücü bakımından bir farklılık bulunmaktadır; bu nedenle halkın zihni dini hükümlerin akli yorumlarıyla karıştırılmamalıdır; onlar için dinsel buyruklara uymak ve dinsel geleneklere saygı göstermek yeterlidir.

Bütün bunları öğrenmiş olarak Hayy, Salaman ve arkadaşlarından özür diler ve artık onlarla aynı düşünceleri paylaştığını belirtir. Asal’la birlikte yaşamlarına kaldıkları yerden devam etmek üzere tekrar ıssız adalarına geri dönerler.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz