“Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre”, çağımızın öncü ve belki de yaşayan en büyük evrimsel genetikçisi Richard Lewontin’in şaşırtıcı ölçüde derin bilgisi ve muhakeme gücünü gösteren klasikleşecek bir kitap. Ancak çok daha temel nitelikteki bir diğer yönüyle ise, indirgemeci, gerçekliğin yerini almış, metaforlara dayanan bir canlı organizma anlayışının yarattığı biyolojik sorunların ve bu anlayışa karşı geliştirilen sağlam bir metodolojinin net ve çarpıcı biçimde ortaya konulduğu bir “akıl fikir” anıtı.
Birbirine karşıt yöntemlerin ve dünya görüşlerinin ifade ediliş biçimlerinin yaygın bilimsel tartışmaların özel yapılarına ilişkin ipuçları sağlaması, bildik bir durumdur. İşte, tam bu noktada, Richard Lewontin’in Üçlü Sarmal’ı yüzyılın bilimi sayılan genetik ve evrimsel biyoloji açısından kusursuz bir örnek olarak karşımıza çıkmakta. Üçlü sarmal ne demek? Bu ifadenin, zaman zaman karşılaştığımız ve genetiğe ilişkin algının bir tür mistisizm ile bulandığı “on iki vb. sarmallı” esrarengiz süper DNA hikâyesi ile bir ilgisi var mı acaba? Bu açıdan, güvenle diyebiliriz ki, kesinlikle hayır. Ancak, biliyoruz ki, DNA birbirine moleküler açıdan zıt konumlanmış iki iplikçiğin birliği şeklinde, 1953’ten bu yana bir çifte sarmal olarak kitaplarda ve zihnimizde. Peki moleküler açıdan doğruluğu kuşku götürmez bu tanımın elinizde tuttuğunuz kitap ile nasıl bir kavramsal ve içerik ilişkisi bulunuyor? Aslında böyle bir ilişkiyi Üçlü Sarmal’ın “Gen, Organizma ve Çevre” şeklindeki alt başlığından çıkarmak hayli mümkün. Bunun için, öncelikle moleküler bir tanımlama olması gereken, ancak insandaki toplam miktarının geçtiğimiz on yılın başında “Kutsal Kâse” ile örneksenmesi absürdlüğüne dek uzandığı Watson ve Crick (hatta fazlasıyla Rosalind Franklin) DNA modelinin düşünce tarihine bir bakmamız sanırım yeterli olurdu. Görürdük ki, hücresel ve karmaşık biyokimyasal bağlamından koparılmakla kalmayıp, bütün bir organizmanın çevresel tarihinden de soyutlanmış çırılçıplak ama kudreti yüksek bir molekül, DNA var karşımızda. Başka bir deyişle, “kendini yapan (kopyalayıp çoğaltan)”, işlemeye hazır proteinler meydana getiren, hücrenin varlık nedeninin gizi olmakla kalmayıp, bütün bir birey olarak taşıyıcısı olmakla bizi kuklası haline getiren bir süper molekül; yani “bencil gen”. İşte Lewontin’in Üçlü Sarmal’ındaki olgu ve kavramlaştırmaların keskin biçimde ayrıldığı yerler tam da buralar. Böylece, Gen, Organizma ve Çevre altbaşlığını; salt, doğru bir moleküler gen tanımı ile başlayıp, genin etkileştiği bağlamı, yani organizmaların içinden geçtikleri çevrelerini ve sonunda bütün bir organizma haline gelirken ve öyle devam ederken aldıkları genetik ve evrimsel durumları tanımlayan, genetik indirgemeciliğe karşıt bir önerme olarak algılamak gerekir kanımızca. Aslında kitabın bölümleri, bölümlerin kuramsal çerçevesi ve zenginleştirildiği örnekler yeteri kadar açıklayıcı ve doğaldır ki, sözü fazla uzatmaya da gerek bırakmıyor.
Üçlü Sarmal’ın birinci bölümü “Gen ve Organizma” adını taşıyor. Bu bölümde Lewontin, karmaşık bir bütün olan organizmanın oluşturulduğu bağlamın -yani organizmanın tüm biyolojisinin sunduğu evrimsel geçmişe dayalı gelişiminin- merkezine salt genlerden (daha doğrusu DNA’dan) ibaret bir “program” koyan görüşün tarihi izlerini sürüyor. Ardından bu görüşün yöntembilimsel eleştirisini yapıyor. Burada, aslında tek başına moleküler açıdan son derece edilgin bir molekül olan DNA’ya yapılan işlevsel yakıştırma ve sıfatlar karşımıza çıkıyor; organizmanın gelişim biyolojisinin, adeta, tüm bağlantısızlığıyla genlerindeki bilginin açılıp okunmasından ibaret olduğu iddiası ile karşılaşıyoruz. Lewontin burada, böyle bir “açılıp kendini gösteren” genler modelinin 17. yüzyılda öne sürülen preformasyonizme olan çarpıcı benzerliğini ortaya koyuyor. Preformasyonizm, insan sperması içinde tam olarak oluşmuş minyatür bir insan bulunduğunu ve gelişim boyunca bu minyatürün büyüyerek sonuçta doğan yavruyu meydana getirdiğini iddia etmekteydi. Goethe’nin Faust’unda, simya ürünü bir yaratmayı simgeleyen bu minik ancak tamamlanmış insancık, günümüzün moleküler biyolojisine hâkim, organizmayı organizma yapan tüm yapı ve işlevlerin genlerde önceden var olduğu yönündeki anlayışın zihinsel temelini oluşturmakta. Lewontin, daha da derine inerek, bu önceden var olmuşluk algısının bildik Platonik idea kavramı ile olan türdeşliğine de dikkati çekmekte. Elbette, önceden var olan ve yönergeleri üzerinden organizmanın yapıldığı bir tip (sabit bir gelişimsel genetik program) ölçüsünde biyolojinin sorunsalı genel ve sabit bir çerçeve dahilinde çalışmak olmaktadır. Bu son durum, aslında, gelişim biyolojisi çalışırken, yalnızca tek tip (genetik homojenliği sağlanmış model laboratuvar canlıları) organizma seçilmesini de açıklamaktadır. Bununla birlikte, Darwin’in biyolojiye kattığı devrim niteliğindeki, kalıtılabilen canlı değişkenliği ve bu değişkenlikle sıkı ilişkili doğal seçilim kavramları, gelişim biyolojisinin çalışma biçimini son 15 yıldır büyük ölçüde etkilemiştir. Evrimsel gelişim biyolojisi adı verilen bu çalışma alanı, gelişim biyolojisine ilişkin pek çok sorunu, klasik moleküler genetik yaklaşımlardan çok daha doğru biçimde ele alıyor gözükmektedir.(1) Richard Lewontin’in birinci bölümde açık biçimde gösterdiği bir başka durum, soyut varlıklar olarak genleri tanımlamanın bizi nesnel bilimden çok ideolojik icatlara yaklaştırdığı. Lewontin, Clausen ve ark. tarafından yapılan ve genetik kitaplarında çoktandır klasikleşmiş bir örnek olarak karşımıza çıkan deneyleri yalınlıkla aktarıyor bize. Bu deneylerin de gösterdiği gibi, etkileri açısından değişmez-sabit genotipler yoktur ve genotiplerin ifade bulması ile içinden geçtikleri çevre arasında sıkı bir ilişki bulunur. “Reaksiyon normu” kavramı ile tanımlanan bu gerçeklik IQ şeklinde ifade edilen zekâ tanımını da boşa çıkarır. Kaldı ki, modern gen tanımı son yıllardaki modern genetik analizlerin ortaya koyduğu ölçüde oldukça değişmiş (2), bir genin doğrudan ifadesi olarak algılanan fenotip (başka deyişle genin ürünü) kavramı geçerliğini yitirmiştir (3).
Üçlü Sarmal’m ikinci bölümü, evrimsel biyolojinin avam kavranışına uzun süre hâkim olmuş, “organizma ve onun içine doğduğu çevre” tümcesinde ifade edebileceğimiz metafizik uyarlanma (adaptasyon) algısını eleştiriyor. Bu -artık demode olmuş olan- kavranışa göre, tamamen içsel kuvvetlerin (genlerin) ürünü olarak ortaya çıkan organizmalar hayatta kalmaları ve soylarının devamı bakımlarından kendilerine sorunlar yaratan, kendi etkinliklerinden bağımsız fiziki çevrelere doğarlar. Bu sorunlara karşı en iyi yanıtı verenler hayatta kalıp soylarını devam ettirirken, sorunlar karşısında başarısız kalanlar elenir, yok olurlar. Avam adaptasyon kavranışını örnekleyen bu tutum evrimsel biyolojinin doğal seçilim algısına uzun bir dönem başat olmuştur. İronik olan ise, böyle bir adaptasyon kavramının, 18. yüzyılda canlı çeşitliliğini açıklama biçimi olarak ortaya çıkan “tasarımdan yola çıkarak anlamlandırma” ile arasındaki keskin benzerliktir; tasarım argümanı dünya sahnesinde, tıpkı kilidin anahtara uyması gibi, her canlının kendine özgü tam bir işlevi yerine getirmek üzere yaratıldığı şeklindeki Hıristiyan kabulüne dayanır. Tarihsellik iddiasındaki evrimsel biyolojinin temel kavramlarına zıttır ve karşımıza bugün “bilinçli tasarım” adıyla çıkan gericiliğin de temelinde yatar. Bununla birlikte, bu ideolojik adaptasyon kavramının, Lewontin’in gösterdiği gibi, yerini “inşacı” bir adaptasyon modeline bıraktığı görülmektedir. Bu inşacı modelde, organizma kendi etkinliklerinden bağımsız ekolojik “niş”lere yerleşmek üzere dünyaya gelmez, tam tersine, içinde bulunduğu çevre kendi ürünüdür ve özellikleri bizzat organizmanın etkinlikleri ile yeniden düzenlenir ya da yaratılır. Son dönem kuramsal çalışmaların ortaya koyduğu ekolojik modeller, inşacı organizma yaklaşımının organizma adaptasyonuna ilişkin gerçekliğin son derece doğru bir tanımını yapabildiğini göstermektedir (4).
Üçüncü bölümde Lewontin, doğal bilimlerin en önemli yöntembilimsel sorunlarından birini, bir bütünü -yani burada organizmayı- onu oluşturan parçaların bir birliği olarak gören ve her parçaya bütünden bağımsız işlevler yükleyen indirgemeci bakışı irdeliyor. Bu indirgemeciliğin fizik biliminden biyolojiye aktarıldığını vurgulayan Lewontin, Descartes’ın Metot Üzerine Konuşması ile başlayan indirgemeci bakışın, sağladığı analitik kolaylığa ve tarihi ilerlemeye karşın, biyolojik bir varlık olarak organizmanın pek çok özelliğini anlama yollarını tıkayabileceğini bize gösteriyor.
Üçlü Sarmal ‘in son bölümü biyolojiyi çalışma biçimlerine ayrılmış. Lewontin burada, genetik ve evrimsel biyolojideki son derece derin bilgisinin ışığında, katastrofi (felaket), kaos teorisi ve karmaşıklık analizi gibi radikal ve çok yeni perspektiflerin biyolojiye uygulanma çabalarını kritik ediyor. Ardından, organizmanın içsel heterojenliğinin ortaya koyduğu sorunlar çerçevesinde biyolojik nedenselliğin kapsamlı tartışması geliyor ve görüyoruz ki, radikal yöntemlere doğrudan ihtiyaç duymaksızın, biyolojinin temel sorunsalları mevcut bilginin daha doğru bir ele alınışıyla çözüm yollarına getirilebiliyor.
Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre, bir yönüyle, çağımızın öncü ve belki de yaşayan en büyük evrimsel genetikçisi Richard Lewontin’in şaşırtıcı ölçüde derin bilgisi ve muhakeme gücünü gösteren klasikleşecek bir kitap. Ancak çok daha temel nitelikteki bir diğer yönüyle ise, indirgemeci, gerçekliğin yerini almış, metaforlara dayanan bir canlı organizma anlayışının yarattığı biyolojik sorunların ve bu anlayışa karşı geliştirilen sağlam bir metodolojinin net ve çarpıcı biçimde ortaya konulduğu bir “akıl fikir” anıtı.
(Richard Lewontin, “Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre”, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Çev.: Ergi Deniz Özsoy, 1. Basım, Eylül 2007. Bu yazı çevirmen Ergi Deniz Özsoy’un kitaba yazdığı Önsöz’den alınmıştır.)
DİPNOTLAR
1) S. B. Caroll, J. K. Greiner, S. D. Weatherbee. From DNA to Diver-sity. Nlolecular Genetics and the Evoîution ofAnimaî Design. Black-well Publishing, 2005.
2) “Changtag imagea of the gene,” George P. Redei, Csaba Koncz, Ja-ne D. Philips. Advances in Genetics 56: 53-100 (2006).
3) T. F. C. Mackay. “The genetic architecture of quantitative traits,” Annu. Rev. Genet. 35: 303-339 (2001). Stephanie M. Rollmann, Mic-hael M. Magwire, Theodore J. Morgan, Ergi D. özsoy, Akihiko Ya-mamoto, Trudy F. C. Mackay, Robert R. H. Anholt. “Pleiotropic fit-ness effects of the Trel/Gr5a region in Drosophila,” Nature Genetics 38: 824-829 (2006).
4) F. J. Odling-Smee, K. N. Laland, M. Feldman. Niche Construction. The Negîected Process in Evolution. Monographs in Population Bio-logy 37, Princeton University Press, 2003.