Ana Sayfa Dergi Sayıları 53. Sayı Din kime lazım, laiklik kime?

Din kime lazım, laiklik kime?

Uygarlık tarihi boyunca, egemen sınıflar ile devletleri zaten her zaman laikti. Din ile dünya işlerini hiçbir zaman karıştırmadılar. Yönetici sınıflar için din, dünya işlerinin bir gereğiydi. Ekonomiyi ve devleti yönetmek için dine ve Allah’a gerek yoktu; ama halkı yönetmek için vardı! Din, nasıl Marx’ın deyimiyle “halkın afyonu”ysa, laiklik de halkın uyanışıdır; “dünya işleri”ne “kendisi için” talip olmasıdır. Laikliğin “din ile devlet işlerinin ayrılması” biçimindeki tarifi, aslında dini değil, laikliği sınırlamak için yapılmıştır. Günümüz koşullarında devleti bile koruması şüpheli.

95
0

En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim: Laikliği, “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tarif eden anlayış, bırakın ülkemizin büyük aydınlanma sorununu, türban sorununu bile çözmekten acizdir. Laiklik mücadelesinin bu mevziden verilmesi, aslında bir kandırmacadan ibaret. Türkiye’de türbanı bahane ederek demokrasi havariliğine soyunanların, demokrat olmadıklarını çok iyi biliyoruz. Öte yandan -aynı şeyi tersten bahane ederek- laiklik mücadelesi verdiklerini söyleyenlerin de aslında (çok uzun bir süredir) laik olmadıklarını bilmek gerekir.

Egemenler ve devletleri zaten her zaman laikti
Uygarlık (sınıflılık) tarihi boyunca, egemen ve yönetici sınıflar ile onların devletleri zaten her zaman laikti. Sınıflı toplumlarda gerek ekonomi gerekse devlet işleri somut koşulların gerekleri yerine getirilerek (yani bilimsel bir tarzda) yürütülür. Sümer ve Babil krallarından Mısır firavunlarına, Çin imparatorlarından Osmanlı padişahlarına, Roma imparatorlarından Rus çarlarına, Avrupa feodallerinden günümüzün emperyalist burjuvazisine dek, tüm egemenler/sömürücüler, ekonomiyi ve devleti, soyut dinsel kurallara göre değil, gerçek dünyanın gereklerine göre, yani laik bir tarzda yönetmişlerdir. Siyaset biliminin büyük ustalarının, Sun Tzu’nun, Kautilya’nın, Platon’un, Sezar’ın, Nizamülmülk’ün, Timur’un, Machiavelli’nin eserleri okunduğunda bu açıkça görülebilir. Egemen sınıfların ideolojisini oluşturan bu siyaset ustaları hep “dünya işleri” ile uğraşmışlardır.
Din devletleri olan büyük haraçlı imparatorluklarda da ekonominin kendine özgü rasyonel kuralları vardır ve ekonominin egemenleri bunlara uyarak sistemi işletirler. Devleti yönetmenin, adalet mekanizmasının, savaşın da son derece somut kuralları vardır ve tüm yöneticiler bu somutlukta iş görürler. Sadece dua ederek ne devlet yönetilebilir ne gelir elde edilebilir ne de savaş kazanılabilir. Bunlar dünya işleridir, somut olgular dikkate alınarak yürütülürler ve bunu da en iyi egemenler ve yönetenler bilir. Egemenler ve yönetenler, tarihin her döneminde sapına kadar “laik” olmuşlardır. Din işleri ile dünya işlerini hiçbir zaman birbirlerine karıştırmamışlardır. Daha doğrusu yönetici sınıflar için din, dünya işlerinin bir gereğiydi; buna birazdan geleceğiz.
Aslında, diğer kutsal kitaplara nazaran, ulvi işleri düşünmekten çok toplumsal ilişkileri düzenleyen bir anayasa niteliği taşıyan Hz. Muhammed’in Kuran’ını da okuduğunuzda aynı olguyu görürsünüz. Kuran, özellikle toplumsal ilişkilere dair bölümlerinde, dünya işlerini (dönemine uygun) gerçekçi bir biçimde düzenlemeye yönelen laik bir kitaptır. Hz. Muhammed bir din adamı değildi; bir komutan, politik bir lider ve bir devlet adamıydı. Muhalefet örgütledi, büyük bir devrime başarıyla önderlik etti, iktidara geldi ve bir devleti yönetti. Dağa çıkıp dua ederek Mekke’yi yenemezsiniz; ordu örgütlemeniz, savaşmanız ve Mekke’yi güç kullanarak fethetmeniz gerekir. Hz. Muhammed de bunu yaptı. İktidara geldikten sonra da bu iktidarı korumak, geliştirmek ve egemenlik alanını yaymak gerekir. Bütün bunlar dünya işleridir ve ancak somut koşullar göz önüne alınarak başarıyla yürütülebilir. Hz. Muhammed, “politik yayın organı” olarak da nitelenebilecek Kuran ile bu dünya işlerini yönetmiş; analizlerini, çağrılarını, talimatlarını, ilkelerini, kurallarını bu organ aracılığıyla duyurmuştur. Kutsallaştırma örtüsü sıyrılarak okunduğunda, Kuran’ın bu niteliği net olarak ortaya çıkar. Kuran, bir masal veya şiir kitabı değil, 20 yıl süreyle yayınlanan politik bir yayın organı ve bir anayasa metnidir; bu dünyanın işleri ile ilgilidir. Dolayısıyla, işlevi gereği laiktir.

Peki, din nedir?
Peki, o halde din nedir; ne için ve kimin için gereklidir? Egemen sınıflar açısından hangi ihtiyacın gereği olarak kurumsallaşmıştır?
Ekonomiyi ve devleti yönetmek için dine ve Allah’a gerek yok; ama halkı yönetmek için var! Din bir araçtır, sömürücülerin sömürülenleri yönetmesinin bir aracı. Din, yönetilenler, ezilenler ve sömürülenler içindir; yönetilme, ezilme ve sömürülme durumunun devamı için… Karl Marx bunu çok özlü bir biçimde formüle eder: “Din, halkın afyonudur”. Fakat Marx’ın analizinin derinliğini ve bu formülün içeriğini anlayabilmek için -biraz uzun da olsa- pasajın tümünü anımsamakta fayda var:
“Dine karşı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Gerçi, din kendi kendini bulmamış olan ya da kendini yeniden yitirmiş insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir. Ama insan, dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi son point d’honneur (“onura dokunan şey”), coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır. Din, insanın hayalî gerçekleşmesidir, çünkü insanın esas gerçeği yoktur. O halde dine karşı mücadele etmek, dolaylı olarak, dinin manevi kokusu olan dünyaya karşı mücadele etmektir.
“Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur.
“Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunun beyan ettiği taleptir. Durumu hakkında hayallerden vazgeçmesini istemek, onun hayallere gereksinimi olan bir durumdan vazgeçmesini istemektir. Öyleyse dinin eleştirisi, ilke olarak, dinin halesi olduğu bu gözyaşları vadisinin eleştirisidir.
“Eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayalî çiçekleri yoldu; bunu, insanı gerçek umutsuzluğa götüren zincirler taşısın diye değil, zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsün diye insanın hayallerini yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen hayalî güneşten başka bir şey değildir.
“Öyleyse tarihin görevi gerçeğin ötesinin ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal biçimi bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal olmayan biçimlerde kendi kendini yabancılaştırmanın maskesini indirmek ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.” (K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev.: K. Somer, Sol Yay., 1997, s.191)
İşte laiklik tam da bu noktada gündeme gelir ve gerçek içeriğini bulur.

Laiklik kimin içindir?
Din, nasıl Marx’ın deyimiyle “halkın afyonu”ysa, laiklik de halkın uyanışıdır. Laiklik ve Aydınlanma, halkın (yönetilenin, sömürülenin) kendi kaderini kendi ellerine alması, “kendisi için” olmasıdır. Ezilenin, ezilme durumuna isyan etmesi, “dünya işlerine” (politikaya, yönetmeye, devlete, hukuka vb.) talip olmasıdır. Kısacası laiklik, sistemin egemenlerine ve onların devletine değil (onlar zaten laik) halka gereklidir, halk içindir. Din, -kendileri laik olmalarına karşın- egemenlerin, yönetici sınıfların, laiklik ise, -din ile afyonlanmış olmalarına karşın- halkın, ezilenlerin aracıdır.
Laiklik kavramı, aristokrat düzene (haraçlı, feodal) karşı burjuvazinin önderlik ettiği demokratik devrimler sürecinde oluştu. O dönemde burjuvazi halk sınıflarının bir parçasıydı. Laiklik, hem burjuvazinin iktidar savaşımının, hem de serfin/köylünün beye bağımlılıktan, kulluktan kurtulup özgürleşmesinin, yurttaş olmasının bayrağıydı. Aristokrasiye karşı devrime önderlik ederken dini top ateşine tutan burjuvazinin iktidarı ele geçirip kendi düzenini kurduktan sonraki serüveni, laikliği (yani halkın aydınlanmasını) sınırlama ve -artık kendi aracı olan- dine tekrar yer açma sürecidir. Dinsel düşünceyi doğrudan retten, “din ile dünya işlerinin ayrılması”na, oradan da “din ile devlet işlerinin ayrılması”na doğru evrilen laiklik anlayışları, burjuvazinin gericileşme, dincileşme sürecinin duraklarıdır. Çünkü sömürülen ve yönetilen halka yine afyon verilmesi gerekmiştir.

Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık!
Laikliği “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tarif edenler, aslında laikliği savunmuyorlar, tam tersine laikliği sınırlıyorlar, dahası katlediyorlar. Bu tarif, dini değil, laikliği sınırlamak için yapılmıştır ve ilerici potansiyelini kaybetmiş, donmuş burjuvazinin anlayışını yansıtıyor. Laikliği devlet ile sınırlamak, halkı dinsel bağnazlığa teslim etmek anlamına gelir. Kaldı ki günümüz dünyasında, bu anlayışın, devleti de koruması şüpheli…
Ülkemizde “devlet laikleri”nin (daha doğrusu sistemin) işi zor: Hem halkı kıskacı altına almış olan dinin siyasallaşması ve devlet içinde mevzi kazanmasının önüne geçilecek, hem de emekçi halka (giderek artan sömürüyü ve yoksulluğu perdelemek için) belirli dozlarda din şırıngasına devam edilecek. Hem dini sınırlayacaklar, hem de gerçek anlamda laikliği. Sistemin hem dine, hem de dini sınırlamaya ihtiyacı var. Hem biraz laikliğe, hem de laikliği sınırlamaya ihtiyacı var. Hem halkı afyonlamak için dinsel temaları kullanan akımlara muhtaç olacaksın, hem de onları “devlet laiği” yapmaya çalışacaksın. Hem Cumhuriyet mitingleri düzenleyeceksin, hem de bu mitinglerin halkın inisiyatifine geçmesini engelleyeceksin. Gençler hem örümcek kafalı ve itaatkâr olacak, hem de türban takmayacak! Kısacası aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık!
Bu nedenle 12 Eylüller Özalları, 28 Şubatlar Erdoğanları, e-muhtıralar Gülleri yaratıyor. Ve sistemin manevra alanı giderek daralıyor.
Aslında ulusal sistemlerin manevra alanlarının daralmasının çok daha global bir nedeni var. Günümüzün küresel burjuvazisine “küresel bir din” gerek. Müslümanlığı, Hıristiyanlığı, Yahudiliği, Budacılığı vb. aşan yeni bir din! “Medeniyetler çatışması”, “Medeniyetler uzlaşması”, “Dinler arası diyalog”, “Ilımlı İslam”, “Akıllı Tasarım” gibi tezler bu yeni küresel din ihtiyacının öncü kuramları. Bu noktayı da başka bir yazının konusu yaparız.