Yaratılışçı dünya görüşü bir yontucu ile yontuları arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Ya da kuklacı ile kuklaları arasındaki ilişkiye. Bir yontucu düşünün ki, yalnız yontularını değil, onları yonttuğu taşları, ağaçları, balçığı da kendisi (yoktan) yaratmıştır. Bir kuklacı düşleyin ki, kendisinin yaptığı kuklaları (on parmağında) oynattığı gibi kendi seslendirmektedir. Bir teknik geliştirmiş, kuklaları ağzından kendi sesini iletmektedir. Burada Varoluşçu’nun Yaratılışçı’ya eleştirisi, yaradanın yontularını, kuklalarını yoktan mı yoksa taştan, ağaçtan, balçıktan mı yarattığına bir karar vermesi olacaktır. Yanıt “yoktan” ise, balçığa ne gerek var? Sonra, onları sözle mi yarattığına yoksa elle mi yaptığına bir açıklık getirmelidir. “Sözle” ise, balçığa nasıl söz geçirebilmiştir?
Alâeddin Şenel
Bu yazıda “Varoluşçuluk” kavramı, felsefe tarihindeki( örneğin Sartre’cı) anlamından çok, geniş anlamıyla kullanılacak. “Yaratılışçılık karşıtı” bir dünya görüşünün adı olarak alınacak. Yine de, çağdaş Varoluşçu felsefenin başlangıç önermeleri ile çağdışı Yaratılışçı tektanrıcı dinin temel inançlarının karşılaştırılması, Yaratılış-Varoluş tartışmasının aydınlatılmasına katkıda bulunabilir.
Dinsel Yaratılışçılık ile felsefi Varoluşçuluk karşılaştırıldığında, Yaratılışçılığın insanın düşüncesine ve eylemine getirebileceği sınırlar daha iyi görülebilir. Varoluşçuluğun açabileceği ufuklar daha açık olarak gösterilebilir. Felsefi anlamda Varoluşçuluğa yalnızca bu bağlamda değinmekle yetinilecek. Yazı boyunca geniş anlamda Varoluşçuluk üzerinde durulacak. Yaratılış-Varoluş tartışması, daha çok (“biyolojik evrim” de denen) organik evrim ile kültürel evrim olgularının etkileşiminin sonuçları eksenine oturtulacak. Bunların tarih sırasına göre ele alınmasıyla yürütülecek. Yaratılışçı yaklaşımın sınırlılıkları, Varoluşçu bakış açısının açacağı ufuklar, böylece, bir bir görülmüş olacak.
Yaratılışçı “kul insan” inancı
Yaratılışçı dünya görüşü (hele onun “yoktan, sözle, toptan yaratış” biçimi) (1) bir yontucu ile yontuları arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Ya da kuklacı ile kuklaları arasındaki ilişkiler örneğinden yararlanılarak açıklanabilir. Bir yontucu düşünün ki, yalnız yontularını değil, onları yonttuğu, kenttiği taşları, ağaçları, balçığı da kendisi (yoktan) yaratmıştır. Bir kuklacı düşleyin ki, kendisinin yaptığı kuklaları (on parmağında) oynattığı gibi kendi seslendirmektedir. Bir teknik geliştirmiş, kuklaları ağzından kendi sesini iletmektedir.
Burada Varoluşçu’nun Yaratılışçı’ya eleştirisi, yaradanın yontularını, kuklalarını yoktan mı yoksa taştan, ağaçtan, balçıktan mı yarattığına bir karar vermesi olacaktır. Yanıt “yoktan” ise, balçığa ne gerek var? Sonra, onları sözle mi yarattığına yoksa elle mi yaptığına bir açıklık getirmelidir. “Sözle” ise, balçığa nasıl söz geçirebilmiştir?
Yaradanın yaratma işini altı günde bitirdikten sonra yedinci günde dinlendiği yazılıdır. “Kafası yorulduğu için mi, bedeni yorulduğu için mi?” Varoluşçunun Yaratılışçıya yöneltebileceği bir başka soru: “Yaratma eylemi, üretme eylemi gibi saatler, günler, haftalar alabilen bir iş midir? Yoksa ‘zaman dışı’ ya da ‘anlık’ bir etkinlik mi?” Yaratılışçılar bu sorulara kolay kolay akla yatkın, gerçekliğe uygun ve kendi aralarında tutarlı yanıtlar veremeyecektir.
Yaratılışçıların “kutsal” dedikleri kitaplarına (Kutsal Kitap ve Kur’an metinlerine) dayanarak Yaradan’ın ve yarattıklarının niteliği hakkında ileri sürdükleri görüşler şöyle özetlenebilir: Yetkin (mükemmel) olan Yaradan, yaratma işini (yetkin sürede) (2) bitirdikten sonra, yarattığının “çok iyi” (3) olduğunu görmüştür. Ki bu da yaratığının “yetkin” olduğu anlamına gelir. Yetkin yaratıcının yapıtı bunun gerisinde kalamaz. Bitkiler, hayvanlar, insan, cinler, o günden bugüne varlıklarını yetkin (kamil) biçimleriyle, değişmeden sürdürmektedir.
Varoluşçular, bu açıklama karşısında Yaratılışçılara, evrende bir yanda yeni gökcisimleri oluşurken öte yanda eskilerinin süpernovaya dönüşerek dağıldığını bilip bilmediklerini soracaklardır. Onlardan “biliyorsanız çağdaş astronominin bu bulgularıyla söz konusu inançlarınızı nasıl uzlaştırabileceksiniz?” gibi sorularını (tartışmayı uzatmamak için) bir yana bırakmalarını isteyelim. “Tanrısal adalet” sorununa geçelim.
Yetkinlik-adaletsizlik çelişkisi: Varoluşçular bu durumda, insanlar arası ve insan ile doğa arası “ilişkilere” yönelteceklerdir sorularını: “Bunlar (örneğin kölelik, uyrukluk da) değişmeyen, değiştirilmemesi gereken ‘yetkin ilişkiler’ midir?” Bu sorunun uzantısı olarak: “Yarattıklarının davranışlarından yaratan mı yaratılan mı sorumludur?” Örneğin bir yontucunun, mermer yontusunun burnunu, “eğri” diye bir çekiç vuruşuyla kırarak “cezalandırması” doğru mudur? (4)
Yaradan, “her yerde bulunan”, “her şeyi bilen”, “gücü her şeye yeten” (5) ise, dünyada canlıların çektikleri acılar gözlerinin önünde gerçekleşiyor olmalı. İnsanların çoğunun gördüğü haksızlıkları da görmüyor olamaz. Acımasızlıkların ve adaletsizliklerin önemli bir bölümünün (Haçlılarda ve cihadlarda olduğu gibi) kendi adına yapıldığını bilmiyor mu? Sorumluların öte dünyada cezalandırılacaklarının söylenmesi, kullarını bu dünyada kötülükten alıkoyabiliyor mu? Kurbanlarının acılarına bu dünyada (ölerek kurtulmaları dışında) son verebiliyor mu?
Sorumluluk ve ceza sorunu: Öte yandan haksızlık edenlerin (bu dünyada cezalandırılmamışsalar) öte dünyada cezalandırılacaklarının söylenmesi ne anlama gelir? Bu dünyada yetkinsizliklerin bulunduğunun kabul edilmesi anlamına gelmez mi? “Günahsız” (6) bir bebeğe bulaşan virüsün çocuk felcine, bir bakterinin menenjite yol açmasının “sorumlusu” kim? Virüsler, bakteriler mi? Onların verdiği zararların acısını bu dünyada yaşamları boyunca çekenler ne olacak? Onlar için “tazminatlarının” öte dünyada ödenmesinden başka yapılabilecek bir şey yok mu?
Kendilerine, yaptıkları yapacakları kötülüklerin bu dünyada, olmazsa öte dünyada hesabının sorulacağı söylenen kimselere gelince: Onlara yetkin yaradan karşısında kendilerini “savunma hakkı” tanınacak mı? Örneğin şöyle bir savunma çıkarırlarsa bağışlanacaklar mı?: “Yaradanım, beni balçıktan yapmadın mı? Balçığımı da sen yaratmadın mı? Onun içine, kendi ruhundan üfleyerek (7) ruhumu sen sokmadın mı? Yaratan yarattığının ne yapıp ne yapmayacağını bilmez mi? Böylece “yazgımı” doğmadan yazmış olmuyor musun? Bu durumda, yaptıklarımla buyruğuna karşı çıkmamdan söz edilebilir mi? Tersine, bana yazdıklarını (buyruklarını, buyurduklarını) yerine getirmekten başka bir şey yapmamış sayılmam gerekmez mi?
Tartışma daha da uzatılabilir. Bu kadarı bile Yaratılışçıların mantıksal tutarsızlıklarını göstermekte. Felsefi sınırlarını ve sınırlılıklarını ortaya koymakta. Felsefenin özgürlük, sorumluluk, mutluluk gibi etik sorunlarına doyurucu yanıtlar veremediklerini kanıtlamakta. Ama asıl kusurları insanın “yaratıcılığının” önünü tıkamalarıdır. Bu tıkanıklığı varoluşçu insan anlayışı açıp aşmaktadır:
Varoluşçu “özgür insan” anlayışı
Varoluşçu dünya görüşünde, “özgür” ve “yaratıcı” ama aynı zamanda “sorumlu” insan anlayışının dile getirildiği söylenebilir. Bunu anlamak için felsefi anlamda varoluşçu bir düşünürün savlarına bakmak yetebilir.
Özgür ama sorumlu insan: Örneğin Jean-Paul Sartre (1905-1980) “İnsan, yaratılmamış varolmuştur. Varoluşu, insanın özünün oluşmasından önce gelir. Dolayısıyla insan kendi özünü, kendi içeriğini kendisi yaratır” (8) biçiminde özetlenebilecek “Varoluşçu” savlar ileri sürmüştür. Bu noktada kalmayıp, insanın özünden, eylemlerinden bir yaratıcıyı sorumlu tutarak yaptıklarının sonuçlarının sorumluluğundan kendini kurtaramayacağını belirtmiştir. Sorumluluğunu, insanın, yalnızca kendi eylemlerinden değil, bütün insanların eylemlerinden kendini sorumlu görmesi, sorumlu tutulabilmesi noktasına dek ağırlaştırmıştır.
Yaradan’dan özgür yaratıcı insan: Bu anlayışa göre insan, düşünce ve eylemlerinde (bir yaratıcının karışmasından) “özgürdür”. İnsan aynı zamanda, canlı varlıklar arasında tek “yaratıcıdır”. Varolan maddenin biçimini değiştirip ona yeni nitelikler kazandırabilmesi anlamında, yaratıcı bir varlıktır. Yaratıcılığı bununla sınırlı değildir. Varolan nesnelerin, olayların simgeleri yanı sıra, kafasında dış doğada karşılığı bulunmayan simgeleri yaratabilir. Dolayısıyla yaratıcılığı düşünceleri “yoktan var etme” noktasına dek uzanmaktadır. Bu düşüncelerini (çalışmasıyla, öteki insanlarla ilişkileriyle, kolektif çabayla) uygulamaya koymasıyla, nesneler dünyasında (örneğin teknoloji, sanat alanlarında) yaratıcı sonuçlar, yaratıcılık ürünü yapıtlar ortaya koyabilmektedir. Dolayısıyla, tüm bu özgür, yaratıcı düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı (insanüstü bir yaratıcı ya da onun gibi herhangi bir “aşkın özne” karşısında değil) kendine (vicdanına) ve öteki insanlara karşı (etik) sorumluluk taşımaktadır.
Böyle bir “özgür insan” anlayışının (Yaratılışçıların “kul insan” inancından farklı olarak) insanların önüne sereceği özgürlük, yaratıcılık ufuklarının genişliğini bir düşünün. Böyle bir düşünce bizi, insanın önüne (Edwin Hubble’ın “genişleyen evren” kuramından alınabilecek esinle) yaklaştıkça genişleyen bir ufuk sereceği sonucuna götürebilecektir!
Yaratılışçı eleştirisi: Bu noktada Yaratılışçılar, öldürücü vuruşlarını yapmak için pusuda bekledikleri fırsatı yakaladıklarını düşüneceklerdir: “İnsana ‘özgür’ olduğu düşüncesini vermek, hele onu bir ‘yaratıcı’ diye Tanrı yerine koymaya kalkmak, Şeytan’a uymaktır. Bu, insanın ‘yokediciliği’ önündeki, Rab sevgisi, Tanrı korkusu, ötedünya sorgusu gibi engelleri kaldırmaktır. Sonuçta yaratıcılığın tam tersine, ‘yıkıcılık’ alanında ufuklar açmaktan başka bir kazanç getirmeyecektir.”
Bu konuda, insanlığın her anlamda yaratıcı etkinliklerinin bir ürünü olan “gen terapi”, hem yetkin yaratılış, hem “tanrı rolü oynamaya kalkan insan çarpılır” savlarına yanıt olacaktır. Gerçekten, bugün genleriyle oynanarak kalıtsal meme kanserine karşı güvenceye alınmış bir bebek ana karnındadır. “Allah çarptı, cin çarptı” denen Parkinsonluyu, felçliyi kurtaracak (kök hücre aktarma gibi) düzeltme yöntemleri yoldadır!
Maddesiz varlık var mı?: Yaratılışçılığa yöneltilebilecek kesin bir bilimsel sav da “ruh” denen şeyin “canlılık”, “duygululuk”, “düşüncelilik” niteliklerinin toplamından oluştuğudur. Bunların varlığının ise beynin varlığına ve sağlığına sımsıkı bağlı olduğudur. Beyin (ölümle) çözülünce bu niteliklerden söz edilemeyeceğidir. Özetle evren, ruhtan bağımsız maddelerle doluyken, maddeden (ve onun bir biçimi olan enerjiden) bağımsız (maddesiz) hiçbir varlıkla karşılaşılamamasıdır. Bilimsel araştırmalarda şimdiye dek (ne yaratılan ne yaratan) ne bir cin, ne bir ruh, ne bir maddesiz “aşkın özne” ile karşılaşılmıştır.
- MADDENİN EVRİMİ ÜZERİNE YARATILIŞÇI-EVRİMCİ TARTIŞMASI
Maddeye, evrene bugünkü biçimi (Varoluşçulara göre) bir yaradan eliyle verilmiş değildir. Öyle olsaydı, cansız maddelerde, tarih boyunca yinelenmeden öte bir değişme, karmaşıklaşma görülmezdi. Ya da, yaratılış amaçlarına uygun belli hedeflere ulaşma yönünde “ereksel” davranışlarda bulundukları görülürdü. Oysa atomundan gökcisimlerine maddelerin (bildiğimiz) devinimlerinin büyük bir bölümü (bilimsel) “nedenler” ile açıklanabilmektedir. Bu açıklamalarla yetinilmemekte, sonuçtan sorumlu nedenler, insan istenç ve eylemiyle değiştirilebilmektedir. Böylece cansız doğada istenmeyen sonuçlar önlenip, istenen sonuçlar elde edilebilmektedir. Bunun karşısında Yaratılışçılar, “gökcisimlerinin dünyamızı aydınlatmak; gökleri süslemek, günleri hesaplamak amacıyla yaratıldığı” inancını (9) nasıl kanıtlayabilirler ki? Periyodik Güneş ve Ay tutulmalarının amacı nedir? Kutup bölgelerinde altı aya dek varan gündüzleri ve geceleri (dünyanın kendi çevresinde dönüş ekseninin 23,5 derecelik eğimi nedenini atlayıp) nasıl açıklayabilirler ki?
Evrenin Evrimci açıklaması
Evrenin deviniminin “evrimci” denebilecek açıklaması, seksen yıl önce (1929’da) Amerikalı gökbilimci Edwin Hubble tarafından “kanıtlandırılarak” yapılmıştır. Gezegenlerin ve galaksilerin gözlemevlerinden (dolayısıyla biz de bir gezegende bulunğumuza göre birbirlerinden) giderek daha fazla uzaklaştıkları, renklerinde görülen, uzaklaştıkça “kızıla kayma” olgusundan gidilerek saptanmıştır. Bu saptamadan gidilerek ise, gökcisimlerinin, geçmişte, geçen zamanla ters orantılı olarak birbirlerine daha yakın bulunacakları anlaşılmıştır. Öyle ki bu mantık insanı, onların “en uzak geçmişte” aynı noktada birlikte bulunacakları sonucuna götürecektir. Hubble’ın bu “genişleyen evren” kuramından, maddenin devinimini ve bugünkü biçimini “Büyük Patlama” denen “varsayımsal” bir olayla aldığı görüşü geliştirilmiştir. Fizikte bu varsayımı destekleyen (çok yüksek ısılarda oluşan parçacıklar gibi) ipuçları yanı sıra CERN araştırmaları yeni ipuçlarının bulunacağı beklentisiyle başlatılmıştır.
Zamanımızdan 13,7 milyar yıl önce: Büyük Patlama: Evrenin varoluş tarihi, astrofizikçilerce, Yaratılışçı Hıristiyan kaynaklarda yazılandan (canlıların ve insanın MÖ 4004 yılında yaratıldığı savından) çok daha öncelere konmaktadır. Muhammed ile Adem’in yaratılışı arasında 6013 yıl bulunduğu ileri sürülen Yaratılışçı İslam kaynaklarından da bir o kadar gerilere atılmaktadır (10).
Kimi (köktendinci) Yaratılışçılar, Büyük Patlama kuramını ve tarihini toptan yadsıma yolunu seçmişlerdir. Kimileri (örneğin kendilerine “Bilimsel Yaratılışçılar” diyenler) maddenin ve canlıların (“Yaratılış Atlası” içindeki gibi) milyonlarca, milyarlarca eskiliğini kabul edip sorunu “kim patlattı”ya getirmek istemektedirler. Onlar ise, yaratılış düşüncelerinde referans aldıkları kaynaklara dayanılarak yapılan (yaratılışı zamanımızdan en fazla 6-7 bin yıl öncesine koyan) hesapları görmezden gelmektedirler.
Kim patlattı sorusuna Evrimcilerin verebileceği yanıt aşağı yukarı şöyle olacaktır: Evrim (Darwin’in zamanındaki gibi kuram değerinde bir varsayım olmaktan öte) artık çağdaş bilimin kanıtladığı (hatta laboratuvarda yarattığı) bir olgu iken (11) Büyük Patlama evrim gibi kanıtlanabilmiş bir gerçek değildir. Hâlâ bir varsayım, bir kuram durumundadır. Madde ve devinimi hakkındaki bugüne dek sağladığımız bilimsel bilgi birikimimiz bizi bu varsayıma dek getirip bırakmaktadır. Bundan öteye götürmemektedir. Maddenin bugünkünden farklı varlık ve örgütleniş koşulları içinde bulunabileceği “patlama öncesi”ni, bugün için bilemiyoruz. Belki hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bunun “bilimsel dürüstlük” gereği söylenmesi, “akıl tükendi” denerek iman alanına geçilmesini gerektirmez. Bilimsel düşünüşte, bilinmeyenden gidilerek (dinde yapıldığı gibi) inançla, mutlak doğru sayılan bir bilgiye (yoktan vara) sıçranamaz. Bilinmeyenle karşılaşılınca takınılması gereken bilimsel, etik tutum, “atmak” değil “susmak” olmalıdır (12).
Kimi “Bilimsel Yaratılış” (!) yanlıları, “Yaratılış” kitabındaki yaratış sırası ile maddenin, canlıların ve insanın ortaya çıkışı hakkında bilimcilerin yaptığı sıralamanın “aynı” olduğunu ileri sürmektedirler. Bunun yaratılışı kanıtladığını söylemekte, bununla bilimin dinle uzlaştığı savlarına destek aramaktadırlar. Acaba gerçek söyledikleri gibi mi? (13)
Zamanımızdan 4,6 milyar yıl önceleri: Yerküre’nin Güneş’ten koparak oluşması: Yerküre’nin (Yaratılış mitosunda yazılı olduğu gibi Güneş ile birlikte aynı günde değil) Güneş’ten koparak sonra oluştuğu (Büyük Patlama gibi bir kuram değil) yerleşmiş bir bilimsel gerçektir. Cansız maddenin evrimiyle ilgili bilimsel saptamalar yaratılış inançlarından tümden ayrılmaktadır. Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların, yaratışın 4. gününde (Yerküre’nin yaratılışının 1., 2. ve 3. günlerde tamamlanışından sonra) göklere yerleştirilmelerinin astrofizikte gökcisimlerinin oluşumu sırasıyla uzlaştırılabilmesi olanaksızdır. Ya virüslerin, bakterilerin yaratılışı ile ilgili konular dinsel kitaplarda neden bulunmamaktadır? (14) Bu zararlıların, yarattığı her şeyin iyi, güzel ve yararlı olduğuna inanılan bir tanrının değil, şeytanın yaratığı oldukları düşünüldüğü için olabilir mi?
- CANLILARIN EVRİMİNİN İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİNE YAPACAĞI ETKİLER
Canlıların evriminin (yani canlı cansız arası varlıklar olan virüslerin, tek hücreli bakterilerin, çok hücreli bitkilerin, hayvanların, ne bitkiler ne hayvanlar dünyası içine sokulabilen mantarların varoluşlarının ve evrimlerinin) insanın hem organik hem kültürel evrimine pek çok ve çok çeşitli etkileri olmuştur. Bunlardan Yaratılışçılık-Evrimcilik tartışması ve organik evrim-kültürel evrim etkileşimi bakımından önem taşıyan birkaçına değinmeden olmaz.
Zamanımızdan 4-3,5 milyar yıl öncesi bir tarih: Canlılığa geçiş
İlksel yaşamın en eski fosilleşmiş izleriyle, Avustralya’nın silis kayalıklarının 3,5 milyar yıl önce oluşmuş katmanları içinde karşılaşıldığı ileri sürülmektedir. Bu sav doğruysa canlılığa bundan önceki bir tarihte geçilmiş olmalı (15).
Maddenin evrimi: Canlılığa geçişin bir tansık (en yalın elementlerin doğaüstü bir dış etkiyle bir araya gelip, karmaşık bileşikler oluşturmalarıyla bir anda gerçekleşmiş yaratılış ürünü bir “mucize”) olamayacağını belirtmek gerek. Maddelerin tepkileşmesinin “zaman içinde” ve “giderek daha fazla karmaşıklaşma” yönünde olduğu bilimsel saptaması, bize onların geçmişi hakkında bir çıkarsama olanağı sunmaktadır: Yerkabuğu (ve buzul kitleleri) üzerinde daha eski katmanlara doğru inildikçe, daha yalın yapılı varlıkların fosilleriyle karşılaşılacağı varsayımında bulunulabilir. Jeolojik sondajlar bu varsayımı doğrulamaktadır. Buna bakılarak, yalnızca canlıların değil, cansız maddelerin de “yalından giderek daha karmaşık yapılara doğru” bir tür “evrim” geçirdikleri ileri sürülebilir. Fizik, kimya bu savı onaylamakta:
Fizikçiler ve kimyacılar, astrofizikçiler, maddenin ilk “biçiminin” tek protonlu tek elektronlu Hidrojen atomunun oluşumuyla başladığı görüşünde birleşiyorlar. Hidrojen’in Helyum’a dönüştüğünü belirtiyorlar. Dört Helyum atomunun birleşmesiyle ortaya çıkan Karbon’a sıra gelince maddenin bu evrimiyle biyokimyacılar, biyologlar da ilgilenmeye başlıyor. Çünkü Karbon-Hidrojen (çok çeşitli) bileşiklerinin “Hidrokarbonlar” adı verilen daha da karmaşık bir örgütlenme içine düşmeleriyle canlının ortaya çıktığı görüşü, bilimciler arasında ağır basmakta.
Söz konusu Hidrokarbonlardan olan (organik maddelerin çözülmesi sırasında çıkan) metan, organik (canlı) varlıkların biyokimyasal yapıtaşlarını oluşturur. Bu karmaşıklaşma düzeyine evrinen maddelerden, biyokimyasal tepkimeler (reaksiyonlar) sonucunda, moleküler yapısı (kovalant bağları yasalarına göre) kopyalanan çok karmaşık örgütlü maddelere, yani canlıya geçildiği ileri sürülmekte. Bu “olgunun” koşulları ve zamanı, organik kimyanın en çekici araştırma alanlarından birini oluşturmuştur. Bu alanda yapılan üç önemli deneyden söz edilebilir:
1953 Urey-Miller deneyi.
1983 Jefferey Bada deneyi.
1998 Gözen Erdem ve arkadaşlarının deneyleri.
Miller-Bada-Erdem deneyleri: İngiliz bilgini Haldane ve Sovyet bilgini Oparin, 1920’li yıllarda, proteinlerin yapıtaşlarının “hidrokarbonlar” denen biyokimyasal bileşikler olduğunu ortaya çıkarmışlardı.
Amerikalı Harold Urey ile araştırma arkadaşı Stanley Miller ise, kimyasal adı “aminoasitler” olan proteinlerin, hangi cansız (inorganik) elementlerden hangi koşullarda sentezlenmiş olabileceğini, 1953’te gerçekleştirdikleri laboratuvar deneyleriyle araştırdılar. İçinde volkanlardan püskürtülen gazların da bol bol bulunacağı düşünülen ilksel atmosferde bulunabilecek gazları aldılar. İlksel okyanus içinde erimiş durumda bulunacağı (Oparin’in daha önce “ilksel seyreltik çorba” diye adlandırdığı) bu gazlar karışımını bir tüpe koydular. Onu, bir hafta süreyle, ilksel çevresel koşullar (sürekli şimşek çakmaları) benzeri ( 60 bin vatlık gerilim ürünü elektrik deşarjları) altında tuttular. Deney tamamlandığında tüpün dibinde, glisin, alanin ile aspartik asit ve glutamik asit olarak, dört ayrı türden aminoasit molekülleriyle karşılaştılar (16).
Deneye, Yaratılışçı çevreler (yaratılışçı bakmayan evrimci bilimsel çabaların ürünü olan bilgileri kullanarak) karşı çıktılar: İlksel koşullarda (o tarihte) serbest oksijen daha oluşmamıştı. Dolayısıyla bu olgu, tüpteki oksijenin tepkimeye karışmış olabileceği bu deneyi, savlarına göre, geçersiz kılıyordu. Ancak, Yaratılışçıların bilmedikleri (ya da bildirmedikleri) nokta, bu tür deneylerin onunla kalmayıp sürdürülmüş olmasıdır. Dahası, daha sonrakilerin serbest oksijensiz ortamlarda gerçekleştirilmiş bulunmasıdır.
Gerçekten, örneğin 1983 yılında, yine ABD’de Jefferey Bada, çevrime oksijeni sokmadan su buharı ile bir adı da “grizu” olan, çözülen organiklerden salınan “metan” gazını karıştırdığı bir deney gerçekleştirdi. Aldığı sonuç bekleneni verdi: Tüpte 10’u daha önceki deneylerde hiç karşılaşılmamış 22 aminoasit ve 5 amin molekülü oluşmuştu.
Bada, bu deney sonuçlarını, Urey-Miller deneyinin çöpe atılmamış tüplerindeki tortuları da ileri teknolojiyle çözümleyerek bulduğu (Urey-Miller’in bile bilmedikleri) bulgularla karşılaştırdığı bildirisini 2007’de Amerikan Kimyacılar Birliği önünde açıkladı (17).
Aralarında Gözen Erdem’in de bulunduğu bir grup ise, DNA ve RNA gibi genetik nükleik asitleri sentezleme araştırmalarını onyıllardır sürdürüyor. Başarıları arasında, 2000’li yıllara varmadan, ilk canlının oluşumunda başrolü oynadığı düşünülen RNA’nın (Ribo Nükleik Asit -eninde sonunda bir asit- molekülünün) 52 halkalık zincirinin 14’ünü sentezlemiş bulunmaları vardır (18).
“Yaratıcı güç” canlının üstünde değil içinde aranmalı: Bu deneyler ve çağdaş biyokimya bilgilerimiz şunu gösteriyor: Cansız maddeden canlıya geçilmesi için madde dışı yaratıcı bir gücün varlığı gerekmemektedir. Çağdaş biyokimya, elementlerin, kimyasal (kovalant bağları) yasalarına uygun biçimde, yalın yapılılardan karmaşık örgütlü bileşiklerin yapılarına geçecek yönde değişebildiklerini (çoktan) göstermiş bulunmaktadır. Bu, şu anda da oluşan ve içinde bulunduğumuz bir süreçtir: Sindirdiğimiz besinler, karbonhidrat gibi daha yalın moleküllerine bölünmüyor mu? Sonra spermayı, ovümü oluşturacak süreçlerle bedenimizde sentezlenmiyorlar mı? Öyleyse, doğadaki cansız ve bir zamanların canlı (ama artık cansız) sistemleri içindeki maddeleri canlı dünyasına geçiren, onları (sperma gibi) devindiren (döllenmiş yumurtacık olan zigot gibi) üreten güçler içimizdedir. Öyle ki (genetik kodları gereği beyin hücrelerine dönüştürerek) varlığı düşündüren, dolayısıyla “yaratıcı düşünceler” ürettiren organik yapımızdır. Doğada cansızların ve öteki canlıların yapılarını değiştirecek “yaratıcı eylemler” yapmamızı sağlayan güç, canlının, insanın dışında biri değildir. Demek ki, yapıcı, yaratıcı güç(ler) canlının içinde, hücrelerinde, çekirdeklerinde, genlerinde, genlerinin moleküllerindeki (karmaşık bileşikler oluşturabilecek yapılarıyla) “gizilgüçlerde” aranmalıdır!
Böyle bir arayış, doktoralarını yapmak için yaşamlarının en verimli onyıllarını adayan yüzbinlerce bilimcinin bulgularından yararlanılmasını gerektirir. Bu hedefe yönelik çabalar, onların çeşitli dallarda yüzyıllardır sürdürülen çalışmalarının sonucunda ulaşılan bilgi birikimine dayandırılmadan başarılı olamaz. Bilimcilerin bu başarılarını kavrayabilecek konumda bulunmayan Yaratılışçı dincilerin işi kolay! Evrenin, canlıların ve insanın yaratıldığını kitaptan okumakla yetiniyorlar. Canlılığın başlangıcı, insanın varoluşu ile ilgili “gerçekleri” (?) de tek bir kitaptan çıkarabiliyorlar: Hatta yaratılışın kesin tarihini bile verebiliyorlar: MÖ 4004 yılının Ekim ayının 23. günü olan Cumartesi, saat tam 9’da! (19) İster inanın ister inanmayın. Yaratılışçıların verdiğine benzer kesin bir tarihi Evrimciler verememektedir. Bununla birlikte, yeni bulgular, yeni bilgiler toplandıkça, canlının varoluş tarihi ile ilgili kestirmelerinin alt ve üst sınırlarının (4-3,5 milyar arasının) daraltılabileceği söylenebilir.
Zamanımızdan 1,2 milyar yıl öncesi dolayları: Cinsel üremeye geçiş
Varlık, canlılık, insanlık hakkındaki hemen her önemli konuda Yaratılışçılar ile Evrimciler arasında görüş ayrılığı vardır. Erkek ile dişinin ortaya çıkışı hakkında da zıt görüşler geliştirilmiştir. Bu konuda da Yaratılışçılar ereksel, Evrimciler nedensel açıklamalarda bulunmaktadır.
Yaratılışçılıkta ereksel açıklama: Kutsal Kitap içinde (Hıristiyanların da benimsediği) Tevrat kitabında (Eski Ahit olarak da bilinen “Eski Antlaşma”da) erkek ve kadın cinslerinin yaratılışı hakkında, bir sayfa ara ile iki farklı anlatım var. İlkinde (“Yaratılış” kitabı, bölüm 1/27’de) Rab’bin, yaratışın altıncı gününde insanı kendi suretinde ve “erkek ve dişi olarak” yarattığı yazılıdır. İkincisinde (böl. 2/7’de) Rab Tanrı’nın (ki “Rab” “efendi”, “mal sahibi” demektir) Adem’i topraktan yaratıp burnuna “yaşam soluğu” üfleyerek onu yaşayan varlık yaptığı belirtilir. Sonra (2/8’de) “doğuda” bir yer olan (içlerinden birinin “Fırat” birinin “Dicle” olduğu söylenen dört kola ayrılacak bir ırmağı çıkaracağı) Aden’de bir bahçe dikip “baksın ve korusun” diye (hizmetçi olarak) bıraktığı anlatılır. Daha sonra Adem’in yalnız kalmasını “iyi bulmayıp” (?) ona uygun bir “yardımcı” olması (hizmet etmesi?) için “derin bir uyku (20) verdikten” sonra kaburga kemiklerinden birini alıp yarattığı kadını Adem’e getirdiği açıklanır.
Cinsiyete Yaratılışçı-Evrimci bakış farkı: Bundan sonrası, bilinen yasak meyveyi yeme ve cennetten kovulma öyküsü. Pek bilinmeyen Adem’i günaha kandıran Havva’nın Adem’inkinden daha ağır bir cezaya çarptırılmış olmasıdır: “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim… Kocana istek duyacaksın. Seni o yönetecek.”
Gerisini (mektupları Yeni Antlaşma=İncil içine alınmış kişi, Hıristiyanlığın asıl kurucusu olan) Tarsuslu Pavlus tamamlamakta: “Kadının (kilisede) öğretmesine ve erkeğe egemen olmasına izin vermiyorum. Çünkü önce Adem yaratıldı sonra Havva.” (İncil “Pavlus’tan Timoteos’a Birinci Mektup”, 2/12–14) Ve “erkek kadın için yaratılmadı, ama kadın erkek için (erkeğe yardımcı, hizmetçi olması için) yaratıldı” (“Pavlus’tan Korintlilere Birinci Mektup”, 11/5–9). Pavlus, kadının kilisede başı açık dua etmesini istememektedir. “Çünkü erkek, Tanrı benzeri ve yüceliğidir”. O’na göre, erkeğin kadın gibi utanıp kadın gibi başını örtmesine gerek yoktur. Çünkü “aldatılan da Adem değildi, kadın aldatılıp suç işledi”.
Tevrat’ta, İncil’de, insan türünde cinsiyet farklılaşmasının amaç ve biçimi ile ilgili bilgiler bunlar. Bitkilerdeki cinsel farklılaşma ve üreme ile ilgili bilgiler (Kutsal Kitap derlendiği tarihlerde bilinmediğinden olacak) bulunmamakta. Görüldüğü gibi dinsel yaratıcılıkta cinsel farklılaşma açıklaması, toplumsal cinsiyet alanında eşitsizlikçi ilişkileri haklı gösterip sürdürme ereğinin ürünüdür. Varoluşçu evrimci açıklamada yaradanın “ereği” değil, farklılaşmaya yol açan “nedenler” araştırılır. Toplumsal cinsiyet (İng. gender) ayrımcılığı alanında ise, evrimci çevrelerde genellikle (kurulu ilişkilerin altındaki nedenlerle birlikte) değişebileceği, değiştirilebileceği düşüncesi vardır. Söz konusu eşitsizlikleri kaldırma arayışlarına açık tutum takınılır. Evrimi nedenlere bağlayan bir anlayışla (bugün değilse de ileride biyoteknolojik olanakları yaratılınca) kadın-erkek ilişkilerinde büyük acılara yol açan fizyolojik eşitsizlikleri bile ortadan kaldırabilecek genetik çözümler geliştirilebilir.
Bilim cinsel farklılaşmanın nedenini arayışın neresinde?: Çağdaş bilimlerde, bazı canlılarda, evrimleri sırasında bölünerek (Latince mitosis) üremeden cinsel yolla (Lat. meiosis) üremeye geçildiği düşünülmektedir. Ancak bunun koşulları ve tarihi hakkındaki bilgiler (bugün için) kesin olmaktan uzaktır. Elimizde, koşulları hakkında yalnızca bazı ipuçları ve zamanı hakkında kestirimler (tahminler) var.
İngiltere’nin bağımsız yayın kuruluşu BBC’nin bir belgeselinde “cinsiyet sorunu” irdelenir. İrdelenirken, cinsel farklılaşmanın ve üremenin nedenleri ve zamanı hakkında bilimsel araştırmaların ulaştığı nokta açıklanmış bulunmaktadır. Belgeselin metninde (John Sparks, Battle of the Sexes, 1999 içinde, s.201’de) bu konuda bir ipucundan söz edilmektedir: Paramecium adıyla bilinen bir (tek hücreli) protozoa, ilginç bir üreme stratejisi izlemektedir. Sıradan koşullarda bölünerek çoğalan bu canlı, olağanüstü olumsuz koşullarda, kendi türünden biriyle geçici bir süre için biraraya gelmektedir. Bu süre içinde genetik malzeme alışverişinde bulunmaktadır. Sonra ayrılıp (olumsuz koşullar düzeldikten sonra yeniden yaşamaya ve yine bölünerek üremeye başlamak üzere) sporlaşmaktadır. Bilimsel çevrelerde, bu ve buna benzer birçok ipucuna dayanılarak, cinsel yolla üremeye, benzeri yapıdaki canlıların evriminden sonra (zamanımızdan 1 milyar 200 milyon yıl öncesi dolaylarında) geçilmiş olacağı varsayılıyor.
Cinsel üremenin organik evrime etkileri
Organik evrimde, bir mutasyonla başlamış olabilecek ve bir dizi mutasyon sonucunda yerleşmiş olacağı anlaşılan cinsel yolla üremenin etkileri üremeyle sınırlı kalmamıştır. Onun organik evrim üzerinde başka olumlu etkileri saptandığı gibi insanın toplumsal kültürel evrimi üzerinde de olumlu olumsuz çok önemli etkileri ortaya konmuştur.
Doğal ayıklanma benzeri eleme işlevi: Cinsel üreme evrimde “doğal ayıklanma” sürecininkine benzer sonuçlar doğurdu, doğurmakta. Olumsuz mutasyonlar bölünerek üremede (kopyalanarak) olduğu gibi sonraki kuşaklara aktarılır. Cinsel üremede, aynı protein türünün sentezini denetleyen (biri dişiden biri erkekten) biri mutasyona (değişmeye) uğramış biri uğramamış iki genin bulunması durumunda birinin “seçilip” ötekinin (daha çok özürlü olanların) elenmesi şansı doğar. Böylece cinsel üreme (doğal ayıklanmanın kuşaklar boyu sürecek eleme işlevini görerek) hem doğal ayıklanma gibi işlemiş, hem evrimi hızlandırmış olur.
Mutasyon benzeri çeşitlendirme işlevi: Cinsel yolla üremenin evrime öteki olumlu etkisi (canlı türlerinde mutasyonlarla oluşan) olumlu değişiklikleri yaygınlaştırarak, onları türün “gen havuzu” içinde anlamlı sıklıklara ulaştırıp fizyolojik özellikler çeşitliliğini artırmasıdır. Bunun önemi, çapraz üreme ile çiçek renkleri mozaiğini varsıllaştırması gibi (estetik) görünümle sınırlı değildir. Türün bazı üyelerinin birdenbire değişen olumsuz çevresel koşulların yarattığı “yaşarkalma” (İng. survival) bunalımının atlatılmasına katkıda bulunmasıdır. Dolayısıyla, bölünerek üreseydi yok olabilecek bir türe, varlığını sürdürebilmesinin yolunu açabilmesidir.
Bu durumun (belki de) tarihsel bir örneği, Avrupa mamut sürülerinin 30 binyıl önce yok olurken, uzun tüylü Sibirya mamudunun varlığını on bin yıl öncelerine kadar sürdürebilmesidir. Mamut türünde, bir çiftten (cinsel üremenin ürünü olarak) iki üç kuşakta söz gelimi kısa, orta uzunlukta ve uzun tüylü yavrular çeşitlenmesi gerçekleşti diyelim. Kısa tüylüler iklimde birdenbire ve sert bir soğuma dönemini aşamazken, bir çift bile bulunsa uzun tüylüler ve onların uzun tüylü dölleri, bunalım dönemini aşabilirler. Türün varlığını bunalım sonrasına geçirebilirler. Bu konuda olumsuz bir örnek olarak, Yeni Dünya’dan getirilen (cinsel üremeyen) patatese İrlanda’da bulaşan hastalık verilebilir. Hemen tüm patates ürününe yayılan bir küf hastalığı, 1845-1846 yıllarında 1 milyondan fazla İrlandalının ölmesine neden olan bir açlığa yol açmıştı (21).
Cinsel üremenin toplumsal ve kültürel evrime etkileri
Cinsel üreme, cinsel alanda bir farklılaşma ve işbölümü getirmiştir. İnsan populasyonlarında bu farklılaşmanın köklerinden beslenerek, dallanıp budaklanan toplumsal ve kültürel farklılaşmalar görülecektir. Özetle: gebelik ve bebek emzirme gibi durumlar, kadınların av seferlerine katılmalarına uygun düşmeyecektir. Onlar, daha çok kamp yerlerinin yakın çevresinde yumrulu kök sökme, yabanıl meyve, ot toplama gibi işlerle topluluğun beslenmesine katkıda bulunma eğilimi gösterecektir.
Topluluk içinde eli çapalı-eli sopalı farklılaşması: İklimdeki değişme, büyük hayvan sürülerinin oluşmasına, insanların araçlarını geliştirmeleri ise hayvanların (onları avlayarak) asalağı olma koşullarını olgunlaştırdığında, kadınların “toplayıcılık”, erkeklerin “avcılık” alanında uzmanlaştıkları görülecektir. Söz konusu uzmanlaşma “kültürel evrim” geçirmeleri anlamına gelir. İlerde görülecek olan kadınların daha çok çapaya giderken çobanların çoğunun erkek olmasının gerisinde bu evrim yatmaktadır.
Kadınların insanlığı asalaklıktan üreticiliğe geçirmeleri: Toplayıcılıkta, bitkiler hakkında kuşaklar boyu bilgi biriktiren ve kızlarına bu birikimi aktaran kadınlar olacaktır. Bu birikimle kadınlar, zamanımızdan 15 binyıl kadar önce (buzul çağının sona ermesinin Ortadoğu’da yol açtığı çoraklaşma koşulları içinde) insanlığı asalaklıktan üreticiliğe geçirmişlerdir: Bunu (bitkilerle ilgili bilgi birikimlerini ve yordamlama alışkanlıklarını kullanarak) çoraklığa uyarlanmış yabanıl tahıl topraklarını sulama, gübreleme ve tohumlarını sulak yerlere ekme yoluna giderek başarmış görünüyorlar.
Erkeklerin ise (tahıl üretiminin sap saman gibi artıklarını kullanarak) daha önce avladıkları hayvanlar hakkındaki bilgi birikimlerini onları evcilleştirmede kullandıkları sanılıyor. Nasıl yapmış olursa olsunlar, üretime geçilen topluluklarda, erkeklerin sürü gütme, kadınların çapa tarımı yapma işlerini üstlendikleri biliniyor. Erkeklerin tarıma da el atması, sığırın (evcilleştirilmesi yanı sıra) çektiği sabanın geliştirilmesinden sonradır.
Topluluklar arası yerleşik çiftçi-göçebe çoban farklılaşması: İnsanlara açılan (zorlu çalışmayı gerektirmiş de olsa) bu bitkisel ve hayvansal besin üreticiliği bir kültürel devrim sayılabilir. Bu evrim, uygun bitki ve hayvan türlerinin bulunduğu bölgelerde gezici avcı ve toplayıcı topluluklarını yerleşik köy yaşamına geçirmekle kalmadı. Yakınlarındaki komşu toplulukları da (sunduğu yiyecek güvenliği nedeniyle) üretici yaşama geçmeye özendirdi. Zamanla, yerleşik çiftçi yaşamı kuşağı genişledi. Bitkisel besin üretimine pek uygun olmayan bölgelere dek yayıldı. Gerçekten, Filistin’den başlayan, Suriye, Kuzey Irak ve Anadolu’da süren, İran’a, Orta Asya’nın batısına dek uzanan topraklar en elverişli bölgeydi. Bu kuşağın, güneyinde tarım için yeterli yağış alamayan çöl kıyısı bozkırları vardır. Kuzeyinde, yeterli yağış almakla birlikte, derinlere kök salan sık otları çapayla işlemeye engel ovalar ve yaylalar. Sürü otlatmaya uygun, uçsuz bucaksız otlakların bulunduğu bu bölgelerdeki çiftçiler, zamanla (bazı yıllar atılan tohumun bile karşılığını alamadıkları) çiftçiliği bıraktılar. Sürü beslemeye ağırlık verdiler. Sonuçta, göçebe çoban yaşayış biçimine geçtiler.
Böylece insan toplulukları arasında “yerleşik çiftçi” ile “göçebe çoban” yaşayış biçimi farklılaşması gelişmiş oldu. Yerleşik çiftçi yaşayış biçiminde, üretimde daha çok kadınlar rol aldı. Köyler, geçim alanında (hem bitkisel hem hayvansal besin üretilmesi nedeniyle) “kendine yeterli” görece “barışçı” bir kültürel evrim rayına oturdu. Göçebe çoban yaşayış biçiminde (sürü yönetme işleri erkeklerin elinde olduğu için) erkekler ağır bastı. Onların sözünün geçtiği ve (otlak kapma, sürü apartma nedenleriyle) görece “savaşçı”, güvensiz (bitkisel besin kıtlığı çekilen) “kendine yetersiz” bir yaşayış biçimi tutturdular.
Göçebe çoban-yerleşik çiftçi ilişkileri: Talan, Yağma, Haraç, Vergi evreleri: Çobanlar, otlakları ve (tüm sürüyü bir yıl içinde yok edebilen salgın hayvan hastalıkları karşısında) başka göçebelerin sürülerini kapma, kaptırmama nedenleriyle geleceklerini denetleyemeyip “güvensizlik” koşulları içinde yaşamaktaydılar. Bunun yanı sıra bitkisel besin açıklarından dolayı “kendine yetersiz” bir yaşayış biçimine düşmüşlerdir. Güvensizliklerini aşamazlar. Yetersizliklerini, yerleşik çiftçi topluluklarla barışçı (alışveriş) ve savaşçı (yağma) ilişkileriyle aşmak isteyeceklerdir. Kendilerine yetecek kadar hayvansal besin de üretebilen çiftçilerle alışveriş ilişkileri yolu yeterince açık değildir. Göçebe çoban topluluklara, varlıklarını sürdürmek ve varsıllaşmak için kala kala (öteki çobanlarla savaşmaktan daha kolay olan) çiftçilere, ürünlerini ele geçirmek için saldırmak kalacaktır.
Bu yöndeki girişimleri dört evreden geçmiş olup şöyle şemalaştırılabilir: Bu yolda (Fransız Oppenheimer’in “fetih kuramı” uyarınca) Talan, Yağma, Haraç evrelerinden geçilir. Vergi evresine ulaşılır (22). Haracın orana ve kurala bağlanıp kurumlaştırılarak vergiye dönüştürüleceği bir evreye varılmıştır. Devlete varma yolunda bu son evrede göçebe topluluk, sözde ve bir dereceye dek gerçekte (öteki göçebeler yağmalamasın diye) yerleşik çiftçi toplulukları “korumak” için topraklarını ele geçirip (fethedip) yanlarına yerleşir.
Yalın eşitlikçi topluluklardan kentli, sınıflı, devletli, ideolojili uygar topluma geçiş: Böylece yönetici sınıfı oluşturacak çobanlar, erkek egemen topluluklarının kültür, gelenek ve törelerini tüm topluma dayatarak, yasalara, hukuka dönüştüreceklerdir. El konulan ürünlerin (toplumsal artının) toplandığı yerler (artıyla, aynı zamanda savaşçılar olan yeni toprak sahipleri yanı sıra, tacirlerin, zanaatçıların, dincilerin beslenebilmesiyle) kalabalıklaşarak kentlere dönüşecektir. Uygarlık (medeniyet, Medine yaşamı) adı da “kentli yaşayış biçimi” anlamına gelmez mi?
Zamanımıza kadar uzanan uygar toplumun yasalarının geçmişinde, göçebe çobanların fethi yatmaktadır. Onun da geçmişinde, erkek egemen göçebe çoban topluluğun erkekten yana yontan “erkek kültürü”. Onun uzak geçmişinde ise, erkek-dişi cinsel farklılaşmasının (organik evrimin) temelleri üzerine kurulan toplumsal kültürel evrim (!) durmakta.
Zamanımızdan 700 milyon yıl önce: Bitkiler dünyası-Hayvanlar dünyası ayrışması
Canlıların (organik) evriminin cinsel üremeden sonra belki en önemli aşaması bitkiler-hayvanlar farklılaşmasıdır. Nobel ödüllü Fransız genetikçisi François Jacob (Mümkünlerin Oyunu adıyla Türkçe’ye de çevrilen yapıtında) (23) bitki-hayvan farklılaşmasına yol açmış olabilecek bir mutasyondan (s.73’te) söz ediyor. Bitki-hayvan farklılaşmasından cytocrome-c adı verilen bir genetik organelin geçirdiği mutasyonu sorumlu tutuyor. Jacob’a göre bu gen, mutasyon sonucunda chloroplast ve mitochondrion (çoğulu mitokondriya) organellerine dönüşmüştür. Chloroplast, bitkilerde, içindeki yeşil pigment klorofil ile güneş ışını enerjisini kapıp onunla fotosentez sağlayan organeldir. Mitochondrion ise hayvanlarda glukozu (şekeri) oksijen ile yakarak karbondioksite ve suya dönüştürürken enerji salınmasına yol açan (hayvanlarda devinim ve yapıdoku oluşumu için gerekli enerjiyi sağlayan) (24) organeldir.
Yaşam çemberi döngüsünün sağlanması: Canlının evriminin bitkiler-hayvanlar olarak iki dala ayrılmasının önemi, bir başka Nobel ödüllü, Amerikan genetikçi Mahlon Hoagland’ın popüler bilim yapıtından çıkarılabilir. Hoagland’ın (Türkçeye Hayatın Kökleri başlığıyla çevrilen) yapıtında (s.51’de) bir çizelge bulunmaktadır. Aşağıya aktarılan bu çizelgede görüleceği gibi, hayvanlar soluk alırken havadan oksijen almış olurlar. Soluk verirken havaya karbondioksit salarlar. Bitkiler, nitrojen (azot) yanı sıra yapılarına çektikleri karbondioksiti, fotosentezle karbonhidratlara (yani şekere) dönüştürürler. Bu yoldaki tepkimeler sırasında havaya oksijen salınır. Hayvanlar, bitkilerden (yiyip sindirerek) aldıkları şekeri, bu oksijenle yakarak devinimleri ve yapıdoku sentezlemeleri için gerekli enerjiyi (kendileri) üretmiş olurlar. Böylece yaşam çemberinin iki yakası biraraya gelmiştir. Yeryüzünde yaşam döngüsünü (ceteris paribus=başka elementler değişmedikçe) sürdürüp gidecek koşullar sağlanmıştır. Gene mi “kim tarafından?” sorusu; yanıtı açık değil mi?
Bitki-hayvan-insan farklılaşmasına getirilen “nedensellikçi” ve “ereksellikçi” açıklamalar: Görüldüğü gibi, varoluşçu evrimci bakış, cinsel farklılaşmaya moleküler (biyokimyasal) açıklamalar getirmektedir. Cinsel farklılaşmanın organik evrimin daha sonraki evrelerine etkileri de “nedensellikçi” açıklanabilir. Yaratılışçı dinci bakışlarda ise, her iki alanda “ereksellikçi” açıklamalar bulunmaktadır:
Bitkiler hayvanlar için yaratılmıştır. Hayvanlar, insanlar yesin, yararlansın ve üzerlerinde egemen olsun diye (25). Sıra insanın “niçin” yaratıldığı sorusuna gelince, o noktaya dek izledikleri mantık sürdürülerek, Yaratılışçılara, “insanlar da virüsler, bakteriler yesin diye mi yaratıldı?” sorusu yöneltilebilir. Gerçekten, yaşarken insanların (frengi, cüzam örneklerinde görüldüğü gibi) bazı organlarını, öldüklerinde tümünü bakteriler yiyip bitirmiyor mu?
Enuma eliş yaratılış mitosunda “kul insan” anlayışının yaratılışı: Bitkilerin hayvanlar, hayvanların insanlar için yaratıldığını düşünen Musevi, Hıristiyan ve İslam tektanrıcı Yaratılışçılar, insanın niçin yaratıldığı sorusuna yanıt ararken o noktaya dek kullandıkları “nasip” açıklamasını bırakırlar. “Tevil” denen bir tutumla, “hizmet” açıklamasına geçerler. İnsanın, “tanrıya kulluk etmesi için” yaratıldığı ereksellikçi açıklamasını benimserler (26) bilindiği gibi.
Ancak pek bilinmeyen, tektanrıcı dinin (Musevilik, Hıristiyanlık, İslamlık olarak üç “kültürel evrim” evresinden geçen aynı dinin) bu ereksellikçi açıklamasının kaynağı. Onun, çok tanrıcılıktan, hatta dinsel düşünüşün zamanımıza kalabilen ilk yazılı belgesinden alınmış olması! Söz konusu belge, “Babil Yaratılış mitosu” olarak bilinen Enuma eliş adı verilen metni içeren çiviyazılı tabletlerdir.
Geçmişi MÖ 3 binlerin Sümer inançlarına dayanan, MÖ 2. binyıldan, Babil’den kalan bir metin bu. İçinde insanın yaratılışının ve varlık nedeninin tanrılara hizmetçilik (kulluk, kölelik) etmek olduğu açıkça belirtilmiştir (27). Tektanrıcı dinin kitaplarındaki yaratılış öyküsü ile Enuma eliş mitosunun öyküsü arasındaki benzerlik, yalnızca insanın tanrıya hizmet etmesi için yaratıldığının yazılı olmasıyla sınırlı değildir. Kutsal Kitap’taki balçıktan, “tanrı suretinde” yaratıldığından, Kuran’da balçıktan yaratılan insanın burnuna Allah’ın “kendi ruhundan üfürerek” canlandırmasına dek varmaktadır. Özetle, Yaratılışçı yaklaşımda, insanın tanrıya (ya da tanrılara) hizmet, kulluk, kölelik etmesi için yaratıldığı yolunda “ereksellikçi” bir açıklama bulunmaktadır. Açıklama, ilk uygar toplumun efendi-köle ve yöneten-yönetilen farklılaşmasından ve eşitsizliğinden esinlenilerek yapılmıştır. Eşitsizlikçi insan-insan ilişkilerini haklı gösterip, sürdürmeyi amaçlayan bu açıklama, tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki paradigmasının sağladığı ideolojik gücü nedeniyle, zamanımıza dek sürmüş, sürdürülmüştür.
III. DOĞANIN EVRİMİNİN BİTKİLER HAYVANLAR DOLAYIMIYLA İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİNE ETKİLERİ
Organik evrim ile kültürel evrimin birbirini etkilemesi, çok yönlü ve karmaşık bir süreçtir. Sürece hele bir de cansız doğanın evrimi katılmışsa! Buna örnek olarak Eski Dünya kıtaları ile Yeni Dünya kıtalarının ayrılmasının sonuçları gösterilebilir. Sonuçlar, ayrılmayla bazı bitki ve bazı hayvan cinslerinin tutturdukları farklı evrim çizgilerinde görülebilir. Sonuçta ortaya, farklı türlerin, farklı dünyalardaki insan topluluklarının kültürel evrimleri üzerinde farklı etkileri çıkacaktır.
Zamanımızdan 250-100 milyon yıl önce: Eski Dünya-Yeni Dünya ayrışması
Alman Jeofizik bilgini Alfred Wegener, “Kıtaların ve Okyanusların Oluşması” adlı (1915 tarihli) Almanca yapıtında, zamanımızdan 250 milyon yıl önce yeryüzündeki karaların tek bir kara parçası durumunda bulunduklarını ileri sürmüştü. “Pangea” adı verilen kıtanın bu tarihte başlayan bölünmesi (Wegener’in görüşüne katılan jeofizikçilere göre) önce, ilerde “Laurasia” denecek kuzey karaları ile “Gondwanaland” denecek güney karalarının oluşmasına varmıştı. Kuzey karalarının zamanımızdan 100 milyon yıl kadar önce Kuzey Amerika ve Afroavrasya olarak birbirlerinden kopmalarıyla bölünme tamamlanıp, kıtalar aşağı yukarı bugünkü durumlarını almışlardı.
Eski ve Yeni Dünyalarda Floranın ve Faunanın farklılaşması: Böyle bir ayrılma, iki dünya kıtalarının üzerindeki bitki örtüsü (Lat.flora) ve hayvan türleri (Lat.fauna) evrimlerinde farklılaşmalara yol açmıştır. Ayrılmanın organik evrim üzerinde etkileri olmuştur. Bunun yanı sıra, insanın organik evrimi ve insan topluluklarının kültürel evrimleri üzerinde (ya öteki canlılar dolayımıyla ya doğrudan) önemli etkileri görülecekti.
Ayrılma öncesinde tüm karalara yayılmış bazı canlı türleri oluşmuş bulunuyordu. Aynı türden kara dinozorlarının fosilleriyle tüm kıtalarda karşılaşılması bunun kanıtı. Dinozorlar, zamanımızdan 65 milyon yıl kadar önce patlak veren (büyük bir göktaşının düşmesi sonucu çıkarak güneş ışınlarını yıllarca engelleyen toz bulutunun sorumlu tutulduğu) büyük çevre bunalımından sağ çıkamadılar. Nedeni, soğukkanlı canlılar olup iri bedenlerinin gereksindiği enerjiyi güneş ışınlarından alamamalarına verilmektedir.
Çevre bunalımından sağ çıkabilen kara florası ve faunası, Eski Dünya’daki benzerleri ile Yeni Dünya’daki benzerleri içinde oluşan mutant genlerin sayısı (cinsel üremeyle alışverişinin yapılmayışı sonucu) artmış olmalı. Bunun sonucunda farklı cinslere ve türlere doğru evrinmişlerdi. Öyle ki insanlarca biraraya getirildiklerinde bile çiftleşip, döllenip üremeyecekleri farklı fizyolojilere ulaşmışlardı.
Gerçekten, yüksek primatlar takımının bir familyasının, kuyruklu maymunlardan ayrılan kuyruksuz iri maymunlar olan (ape) cinsi, yalnızca Eski Dünya’da görülen bir evrimin ürünüdür. Yeni Dünya’da kuyruksuz iri maymunlar evrinmedi. Bunun anlamı, insana (Homo sapiens türüne) varacak evrimin, yalnızca Eski Dünya ile (Doğu Afrika’nın büyük fay kırığı Rift Vadisi’nin yağmur ormanlarıyla) sınırlı kalıp genetik yalıtlanmaya uğrayan insansılar (hominidler) arasında gerçekleşeceğidir. Sonucu, insanın Yeni Dünya’yı ancak Eski Dünya’dan göç ettikten sonra doldurması oldu.
Eski ve Yeni Dünya topluluklarının farklı kültürel evrimler tutturması: Yeni Dünya’da, kuyruksuz maymunlar yanı sıra eşek, at, öküz gibi ilerde insanlarca evcilleştirilecek yük, binek hayvanları evrinmedi. Çifte koşulan hayvanlara dönüştürülecek türler görülmedi. Orada Eski Dünya’daki yabanıl tahıl türleri benzeri bozkır bitkileriyle de karşılaşılmadı. Bu durumun insanların Yeni Dünya’ya geçmelerinden sonraki kültürel evrimleri üzerinde önemli sonuçları olacaktı.
İnsan türü, Yeni Dünya’ya, buzulların karaları ve kuzey denizlerini binlerce kilometre boyunca kesintisiz kapattıkları buzul çağlarında o ilkel kültürel donanımıyla geçemezdi. Geçiş tarihleri konusunda aralarında tam bir birlik yoksa da, konunun uzmanları, bir buzularası dönemde, en erken 65 bin yıl, en geç 15 bin yıl önce geçildiği görüşündeler (28). Ondan sonra geçiş koridorlarının (Bering Boğazı’nın ve Yukong Vadisi’nin) zamanımızdan 15 bin yıl önce son buzul çağının başlaması üzerine gene kapanmasıyla, Eski Dünya ve Yeni Dünya topluluklarının birbirleriyle genetik ve kültürel ilişkiler kuramadıkları biliniyor. Organik evrim bakımından bu “genetik bariyer” süresi, değil farklı insan türlerinin, farklı alttürlerin oluşması için bile yetersizdir. Farklılaşma (Eski Dünya’nın en ender kan grubu “0”ın Yeni Dünya topluluklarının egemen grubunu oluşturması gibi önemsiz) ırksal düzeylerde gerçekleşti. Kültürel evrim alanındaki farklılaşmaları çok daha büyük oldu.
Örneğin Yeni Dünya’da hayvan gücünden (uygun tahıl türleri ve sabanı çekecek hayvanlar bulunmadığından) bitkisel besin üretiminde yararlanılamadı. Ulaştırmada (sınırlı bir lama kullanımı dışında) yük taşımada ve savaşta da hayvan gücünden yararlanılamayacaktır. Bunun sonucu üretici güçlerin Eski Dünya’daki kadar geliştirilememesi (örneğin teknolojide tekerleğin, onun yatay kullanımı olan çömlekçi çarkının kullanılmaması) olmuştur. Uygun sürü hayvanları bulunmadığından göçebe çoban yaşayış biçimi de geliştirilemeyecektir. Sınıflı, devletli toplumların çıkışında ve gelişmesinde (Eski Dünya’da görülen) yerleşik çiftçi-göçebe çoban alışveriş ve savaş ilişkilerinin hızlandırıcı etkisi görülmeyecektir. Yeni Dünya uygarlıklarının kentleri (farklılaşmış ekonomik etkinlik odakları olmaktan çok) dinsel, siyasal odaklar biçiminde (Eski Dünya’nınkilerden) farklı denebilecek bir kültürel evrim çizgisi tutturacaklardır.
Kuzey Amerika kıtasında ise (“Orta Amerika” içine sokulan Meksika dışında) kentli uygar topluma geçilmesi şöyle dursun, (Göller Yöresi Kosler kültürü dışında) üretime bile geçilemeyen (ya da “geçilmeyen”) avcı ve toplayıcı kültürler varlıklarını Avrupalılar gelene dek sürdüreceklerdir (29). Bunun acı sonucu, Yeni Dünya topluluklarına uygulanan “kültürkıyım” olacaktır.
Dünyalar arası bitki ve hayvan alışverişinin kültürel evrimleri üzerindeki yaşamsal etkileri: Eski Dünya’da bulunmayan patatesin, mısırın, tütünün Yeni Dünya’dan getirilmesinin, toplumların ekonomik, toplumsal, kültürel evrimleri üzerinde önemli etkileri olacaktır. Bu etkiler (tütün bağımlılığı gibi) günümüze dek sürecektir. Örneğin Amerika’dan getirilip Osmanlı Türkiyesi’nde üretilmeye başlanan mısır ve tütün, Hindistan’dan getirilen pamuk ve (mısırla beslenmeye başlanan hayvanlardan sağlanan) deri ile birlikte tarım ürünleri dışsatımına dayanan bir dış ticaret gelişecekti (30). Tonlarca tarım ürünleri karşılığında satın alınabilen sınırlı endüstri malları ve makineler ağır bir endüstrileşmeden ötesini sağlayamayacaktı.
At ile birlikte ateşli silahların getirilişinin bazı Yeni Dünya toplulukları üzerindeki etkisi, organik evrim ile kültürel evrim etkileşiminin karşılıklılık ve karmaşıklık derecesinin nerelere varabileceğini göstermektedir: Ata ve tüfeğe Kuzey Amerika yerlilerinin tepkileri, Orta ve Güney Amerikalılarınkinden farklı oldu. Onlar, at ile atlıyı tek bir canlı sanarak korkuya kapılmışlardı. Bir tüfekten çıkan dumanın ve sesin karşısındaki insanı öldürmesini yaman bir büyücülük sanıp yılgınlığa düşmüşlerdi. Oysa Kuzey Amerika yerlilerinden (Apaçiler gibi) bazıları, Avrupalı tacirlerin kendilerinden (silah ve at karşılığı) olabildiğince fazla bizon postu istemeleri üzerine, zamanla yaşayış biçimlerini değiştirdiler. Daha önce sınırlı sayıda (gereksinimleri kadar) avladıkları bu hayvanların sürülerini atla kovalayabilerek bir avda yüzlercesini öldürebildiler. Bunun sonuçları, önce bizon sürülerinin, sonra avcı toplayıcı geçim biçimlerinin sona ermesi oldu. En sonunda, kabilelerin, birbirleriyle ve beyazlarla yaşam boyu süren savaşlarda erimesi!
Yerli nüfusunun onda birlere varacak oranlarda azalmasından, Batılıların (Yerlilere göre “doğulular” olan solucan atalarından türemiş “soluk derililer” dedikleri kimselerin) soykırımından çok, mikropları sorumlu tutan yazarlar var (31). Gerçekten, Eski Dünya canlıları ile Yeni Dünya canlılarının farklı evrimlerinin, insan toplulukları üzerindeki belki en “canalıcı” etkisi salgın hastalıklarla ilgili olanıdır. Eski Dünyalılar, atla ve ateşli silahlarla birlikte çiçek hastalığına yol açan virüsü de getirmişlerdi. Onun getirdiği salgın hastalık, bağışıklık kazanılıncaya kadar yerlilerin yüzbinlercesini götürdü. Bunun yol açtığı emek kıtlığı ise, Antiller’den ve Afrika’dan yakalanıp köleleştirilen yüzbinlerin getirilmesiyle giderilmeye çalışıldı.
- İNSANA VARACAK ORGANİK EVRİMİN YAP-BOZ OYUNUYLA REKONSTRÜKSİYONU
Organik evrim, Eski Dünya ile Yeni Dünya yollarının ayrılmasından sonra hızlanmıştır. Kültürel evrimin yaratıcısı insana (Homo sapiens türüne) ulaşacak organik evrim, Eski Dünya’da, zamanımızdan önce (ZÖ) yaklaşık olarak şu tarihlerde ve belli başlı şu aşamalardan geçmiştir:
100 milyon: yeni (plesantalı) memeliler
70 milyon: prosimiyen (kemirgen memeli “ağaçsivrifaresi”)
60 milyon: primatlar (iri beyinli “yüksek memeliler”)
55 milyon: adapiformeler (ötekilerine karşı durabilen başparmaklılar)
47 milyon: Darwinus masillae (1983’te bulunup 2009’da adlandırılan halka)
40 milyon: haplorhinler (göz çukurları önde üç boyutlu görebilenler)
20 milyon: hominoidler (insanımsılar)
15 milyon: ape’ler (Eski Dünya kuyruksuz iri maymunları)
5 milyon: hominidler (insansılar: Australopithecus afarensis)
4,5 milyon: hominiyanlar (iki ayaklı, araç kullanabilen insansılar)
3 milyon: homo cinsi (Homo habilis türü)
2 milyon: Homo erectus (bir milyon sonra Afrika’dan çıkıp yayılacak tür)
1 milyon: Arkaik Homo sapiens
250 bin: çağdaş tipte Homo sapiens, günümüzün (birbiriyle çiftleşip üreyebilen) tüm ırkların atası (32).
Kimi “evrimbilimciler” doğada evrimin, daha gelişmiş formlara doğru düzgün doğrusal bir gidiş olmadığı görüşündeler. Onu daha çok (çalı biçimli gelişme analojisiyle) “sınama ve yanılmalarla dolu yordamlamalar” sonucunda bugünkü formlara ulaşılan değişmeler olarak yorumlamaktadırlar. Benzer biçimde, bu evrimin soyağacının, özellikle insana varacak dallarının bilimsel bulgulara dayanılarak ortaya çıkarılması (kafada kurulması, rekonstrüksiyonu) bir yap-boz oyunu sürecine benzemektedir.
Gerçekten, insanın yukarıda derlenen soyağacı “taslağı” bundan on yıl önce farklı veriliyordu. On yıl sonra (kesinlikle) daha farklı verilecek. Moleküler biyoloji ile elde edilecek verilerin, geleneksel paleontoloji (fosilbilim) ve jeokronoloji (yer katmanları tarihlemesi) yöntemleriyle birleştirilmesi (33) ilgili bilgilerin “çapraz denetimi” olanağını verecek. Soyağacının bazı dallarında çıkarmaları, bazılarında eklemeleri, bazılarında kaydırmaları gerektirecek.
Hemen verilen kesin “doğrulara” (?) inanma alışkanlığındaki Yaratılışçıların buna tepkisi “evrim aldatması” suçlaması olmuştur. Oysa milyonlarca yıla yayılmış, gerisinde, yaşayan son halkaları dışında çoğu silik, dolaylı kanıtlar bırakmış bir olgu hakkında asıl yanlış, hemen ve kesin sonuçlar beklemektir. Yaratılışçılarınki gibi “desteksiz” kesin tarihler vermektir. Ortada yapanı ya da yapanları belirsiz kıyıma benzer bir durum vardır. Kurbanlar, ayaklarımızın önünde uzanmaktadır. Kanıtlar biriktikçe sanıklar ve senaryo değişecektir. Zamanla, kurbanların üzerindeki (kan, sperma, gen gibi) örneklerle sanıklarınki çakıştıkça suçu işleyenler hakkında kimsenin kuşkusu kalmaz. Evrim ağacı yaz-boz oyunundakine benzer biçimde görünüm giderek netleşecektir. Son parçaların yerleştirilmesine doğru (Yaratılışçılarınki içinde) bütün kuşkular ortadan kaldırmış olacaktır. Ama halkaların doğru yerlerine oturtulmasında, hiçbir zaman “yaratılış erekleri” araştırılmayacaktır. İşler, bulgulara (mutasyonlara) ve onların sonucu olan değişmelerin “nedenlerine” bakılarak yürütülecektir. “Bilinçli, amaçlı yaratış” sözü ancak, laboratuvarlarda gerçekleştirilen mutasyonlar, melez bitki ve hayvan türlerinin üretilmesi, kalıtsal hastalıklarımıza yol açan genlerin ayıklanması için, insan için kullanılabilir. Laboratuvarlarda (doğayı taklit ederek, nedenleri etkileyip sonuçları değiştirme yoluyla) gerçekleştirilen (yapay) evrimin benzerlerinin doğada gerçekleşmiş olacağı varsayımının önünde hiçbir kuramsal engel bulunmamaktadır. Bu yüzden evrimin “artık bir kuram değil olgu” olduğunu söyleyebiliyoruz.
- İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİ EVRESİ
İster “bilimsel yaratılışçı” ister “bilinçli-akıllı yaratılış” yanlısı, isterse köktendinciler arasında (Tevrat ve İncil birarada eski çevirideki adıyla Kitabı Mukaddes yeni çevirisindeki adıyla Kutsal Kitap içindeki ve Kur’an ayetlerindeki yaratılış öykülerini yoruma gerek duymadan sözcük sözcük doğru bulan tektanrıcı Musevi, Hıristiyan, Müslüman köktendinciler arasında) olsun, Yaratılışçıların hemen hepsi organik evrime (neredeyse) toptan karşı çıkmaktadır. İçlerinde kimileri (örneğin Arabistan tarihini “cahiliyye dönemi” öncesi ve sonrası olarak ikiye ayıran İslamlar ve insanlık tarihini İsa öncesi İblis’in “ yer devleti” ile günahsız İsa’nın aşılanması sonrası tanrının “gök devleti” olarak ayıran Augustinuscu Hıristiyanlar gibileri) insanlığın kültürel evrimini (sınırlı da olsa) kabul etmektedirler. Arada bir, kültürel evrimi de yadsıyan (örneğin “Taş çağı bildiğiniz gibi değildi” diyerek Kur’an’dan bu çağda ileri teknoloji kullanımının kanıtlarını çıkaran Harun Yahya gibi) kimseler çıkmaktadır (34).
Ne var ki araçların nicelik ve nitelikçe geliştirilmesi, onların adlarının ve açıklamalarının birikmesi, insanların eski ve yeni araçları ve bilgileri karşılaştırmaları olanağı verir. Bu da, daha uygun bulduklarını alıp, bulmadıklarını atmaları gibi çok yalın ve kesin bir davranıştan dolayı, kültürel değişme yaratır. Bir başka deyişle, insanlık “kültürel evrim” süreci içinde yaşamaktadır. Öyleyse sorun, kültürel evrimin varlığı yokluğu değil, insanın yaşamına ne zaman girip, (onun yaşayış biçimini değiştiren bir etmen olarak) ne zaman organik evrimi aşan bir ağırlık kazandığı noktasında düğümlenmektedir.
Denebilir ki kültürel evrim, organik evrimin, araç kullanabilen insansılardan alıp, yaşamın hemen her alanında sistemli olarak araç yapıp kullanma noktasına getirdiği canlı türü (Homo sapiens) ile başlamıştır. Onun simgesel araçlarını, “konuşma” noktasına yükseltmesiyle hızlanmıştır. Yazı ile (“yazılı tarih” dönemiyle) yani uygar toplumun doğuşuyla (MÖ 3000 dolaylarında) hızı artmıştır. Uygarlığı izleyen, ilkel-uygar topluluklar arası her türlü barışçı ve savaşçı ilişkilerin yol açtığı “ kültürel alışveriş” ile baş döndürücü bir hız kazanmıştır. Öyle ki kimi yazarlar, kültürel evrimin bu hızı yanında organik evrimin etkisinin insanlığın tarihinin yazılmasında “göz önüne alınmaya değmeyecek” bir orana indiği görüşündedir. Kimileri durduğunu, kimileri ise hatta gerilediğini ileri sürmekte (35).
Zamanımızdan 15 bin yıl kadar önce üretime ve 5 bin yıl kadar önce uygar topluma geçişle birlikte, insanların beslenme ve yaşayış biçimlerinde az çok birörnekliğe geçiş yönünde bir eğilim başladı. Endüstri devrimiyle (zamanımızdan 300 yıl kadar önce) bilim ve teknolojideki gelişmeler, insanların doğanın mutasyon yaratan çıplak etkilerinden yalıtlanması olanaklarını yarattı. Öte yandan, insanın doğaya egemen olma yönündeki aynı etkinlikleri (elektrik sinyalleri, kimyasallar, besin işleme, endüstriyel tarım, nükleer araştırma ve deneme) çoğu zararlı olsa bile (onların ayıklanmasıyla) yararlı mutasyonların oluşma ve yayılma hızını artırmış olabilir. Zararlıların mı yararlıların mı ağır basacağı ancak ilerde anlaşılacak.
- ORGANİK EVRİM-KÜLTÜREL EVRİM ETKİLEŞİMİ
Organik evrim yoluyla cinsel farklılaşma, memelilik, orman yaşamı fizyolojisi (üç boyutlu görüş, başparmaklı kavrayıcı eller) kazanılmıştı. Savanada, dikilme, ayaklarla bacakların, ellerle kolların artan farklılaşması, bedenin yükünü taşımaktan kurtarılan eller, seslere, konuşma noktasına dek farklılaştırıp anlam yükleme olanağı yaratan işitme ve ses çıkarma organlarının gelişmesi onlara eklemlenmişti. En sonunda, büyük bir bellek sığası sunan, üçte ikisini bozmaddesinin oluşturduğu 1.350 cm3 (ortalama) sığaya ulaşan beynin evrimiyle, üzerinde kültürel evrimin yükseltilebileceği temelleri tamamlamıştır.
Organik evrim-kültürel evrim düzeneklerinin farklılığı: Organik evrimin kazanımları, genlerle sonraki kuşaklara aktarılabilir niteliktedir. Kültürel evrimde bu yol tıkalıdır. Kültürel kazanımlar ancak taklit, eğitim gibi yollarla kuşaktan kuşağa aktarılır. Bunun organik evrime göre iki üstünlüğü vardır: Birincisi, organik evrim (üreme dışında) aynı kuşaktaki bir insandan ötekine geçirilimezken, kültürel evrimin ürünü birikimler bir kişiden başka kişilere (koşulları sağlanmışsa bir kişiden binlerce kişiye) bir iki kuşak içinde aktarılabilir. İkincisi, olumsuz öğeler organik evrim aracı kalıtım ile, ancak “doğal ayıklanma” yoluyla uzun kuşaklar sonunda ayıklanabilirken, kültürel evrimde olumsuz öğeler tek kuşakta bile ayıklanarak aktarma yapılabilir. Bunun tersi bir durumla (bilimsel düşünüş çağında bir konjonktürde siyasal erki ele geçiren dinsel çevrelerin eğitim politikalarında görüldüğü gibi) olumlu birikimlerin ayıklanarak olumsuzların geçirildiği de görülebilir, o başka! Bu da kültürel evrimin bir cilvesi.
Organik evrim ile kültürel evrimi ayıramayanların kafa karışıklığı: Görüldüğü gibi “organik kalıtım” ile “kültürel kalıtım” denebilecek olgular arasında önemli yapısal farklılıklar vardır. Bu bakımdan, kültürel evrimin söz konusu edildiği yerlerde “kalıtım” yerine “aktarım” kavramının kullanılması önerilebilir. Çünkü pek çok kişi, akım, ideoloji, organik (genetik) kalıtım ile kültürel kalıtım (aktarım) arasındaki temel farkı görmeyip (ya da görmezden gelip) ikisini birbirine karıştırmaktadır. Örneğin ulusların, ırkların, etnik grupların kan ile gen ile geçirildiği düşünülen (olumlu-olumsuz) “karakter” özelliklerinden söz edilebilmektedir. Oysa insanlık, annenin bir damla kanının bile fetüsün damarlarına geçmediği gibi (geçerse zehirlenir, fetüs kanını kendi üretir) kan ile hiçbir karakter özelliğinin geçmediğini öğreneli yüzyıl geçti.
Genlerle kalıtım sorununa gelince, genlerin yalnızca fizyolojik özellikleri denetlediğini biliyoruz. Tek bir duygu (sevgi, nefret) tek bir düşünce (yargı, kavram, sözcük) bile genlerle yavruya geçmez, geçirilemez. Geçirilebilseydi, düşüncelerin yapıtaşları, taşıyıcıları olan sözcükler geçerdi. Bilindiği gibi yavru, biyolojik ana babasının (diyelim) beş binyıldır konuştuğu dilden doğuşunda beş sözcük olsun getirirdi. Çocuk yetiştirildiği çevrede hangi dil konuşuluyorsa “ana dili” olarak onu (taklit ve eğitimle) öğrenir. Genler yalnızca, fizyolojik bir özelliği oluşturan beynin yapısını denetler. Genlerle kalıtılan, simge işleme, belleme, anımsama, akıl yürütme, irdeleme, kuşkulanma, inceleme “gizilgücüne” sahip boş (tabula rasa) bir beyindir. İçi (duygular, düşünceler) eğitimle, deneyimle doldurulur. Öyle ki bir çocuk, öğrenmeyince, öğretilmeyince konuşmayı bile beceremez.
Organik evrim ile kültürel evrimi (organik kalıtım ile kültürel aktarımı) karıştırmak, düşünceyi köleci, ırkçı inançlara sürükleyebilir. Sınıfsal, kültürel eşitsizliğin doğuştan geldiğini, kimilerinin yalnızca yiyip içmeyi çiftleşmeyi bilip, kendilerini yönetecek akıldan bile yoksun doğduklarını ileri süren Aristoteles’tir. Aristoteles (kuramının “amacını” çıkarabileceğimiz bir tutumla) bir efendinin yönetimi altına girmesinin kölenin de yararına olduğu sonucuna varan “doğuştan kölelik” kuramını geliştirmişti. Çağımız ırkçılarının benzeri bir sonuca “köle” yerine “ırk” sözcüğünü kullanarak vardıkları biliniyor. Her iki yanılmanın ya da yanıltmanın düşünsel kaynağı, tarihsel, toplumsal, kültürel koşulların ürünü bir olgunun kalıtıma bağlanmasıdır.
Oysa organik evrim soyumuzu Çağdaş Tipte Homo sapiens türüne getirip (diyebiliriz ki) bırakmıştır. Tüm ırklar, tüm halklar, çeşitli kültürlerde tüm topluluklar (cinsel sağlıklı üyelerinin birbirleriyle ilişki kurup üreyebilmelerinin de gösterdiği gibi) bu alttürden gelmiştir. Bunun gibi 30 bin yıl öncesinin Cro-magnon insanı ile üç yüzyıl öncesinin Hotento’su ve günümüzün Mongoloid (Çinli) insanı (deri rengi gibi kültürle bağlantısı bulunmayan fizyolojik çeşitlenmeler dışında) aynı genetik yapıya sahiptirler. Bu demektir ki, hemen hemen aynı organik evrim düzeyindedirler. Ama kültürel evrim düzeyleri bakımından aralarında (binyılların, yüzyılların kültürel birikiminin ürünü) çağlar vardır. Cro-magnon Eskitaş Çağı araç takımı kültüründe, Hotento Yenitaş Çağı kültürel evrim düzeyinde idi. Üç yüzyıl önce yakalanıp köle kılınıp satılan bir Hotento çiftin torunu bugün bir üniversitede moleküler biyoloji bilgini olmuş olabilir. Dedesi çıkıp “torunum organik evrim ve ırklar üzerine çalışıyor” dese, rengine bakıp “olamaz” diyen çıkabilir mi? Böyle bir kimsenin soyunun, üç yüz yılda hemen tek bir önemli mutasyon geçirmemiş (organik evrime uğramamış) olsa da kültürel evrim alanında çağlar atlaması ancak kültürel evrim ile açıklanabilir.
Benzer bir biçimde, sosyal Darwincilerin, organik evrimin (“güçlünün” olarak okudukları) “en uygun olanın” yaşamda kalırken ötekilerinin “doğal ayıklanmaya” uğradığı yaşarkalma (“savaşı” olarak anladıkları) savaşımıyla ilgili düşünceleri yanlıştır. Kendilerini ve izleyicilerini kişiler ve toplumlar hakkında “insan insanın kurdudur” sonucuna götürmüştür. Bu sonuç bir yönüyle organik evrim ile kültürel evrimi karıştırmalarının ürünüdür. Bu, organik evrim dünyasında yaşayan hayvan ile kendi “kültürel evrim” dünyasını yaratıp orada yaşayan insanı karıştırmak demektir. Hayvanlar açlık koşullarında birbirini yerken, insan üretim ile yiyecek kıtlığı sorununu aşmıştır. Dahası (yiyecek üretimi de içinde) hemen her türlü üretim “kolektif etkinlik” ile yapıldığına göre, “insan insanın koludur” denebilecek kültürel evrim koşulları içindedir. Aynı şey, mal ve düşünce alışverişi nedeniyle topluluklar arası ilişkiler için de söylenebilir. Son olarak insan, risk hesabı yapabilecek (canını, sağlığını kavgayla, savaşla tehlikeye atmayabilecek), ödün verebilecek, karşısındakilerle sempati, empati kurabilecek yetenektedir. Daha önemlisi (ortak üretimin de bir ürünü olarak) ürettiklerini, sahip olduklarını öteki insanlarla “bölüşerek” dayanışma içine girebilecek bir etik düzeye ulaşmış canlıdır. Hayvanlar dünyasının (orman) yasalarını olduğu gibi insana, topluma, toplumlararası ilişkilere uygulamaya kalkmak (bir tür) hayvanlıktır.
“Sözde” bilimsel ırkçılar için bunlar söylenebilecekken, (sözde) “bilimsel yaratılışçılar” karşısında da şu söylenebilir: İnsanın genetik yapısının yaratılışından beri hiç değişmediği (bir an için) kabul edilse bile, kültürel evrimi karşısında yaratılmışlığının (insanlar arası genetik farklılıkların) hiçbir önemi, hiçbir ağırlığı kalmamıştır.
İnsanın kendi organik evriminin denetimini ve yönetimini ele geçirmesi: İnsan ile başlayan kültürel evrimin, üretime geçişine, hatta endüstri devrimine dek kendi organik evrimi üzerinde önemli bir etkisinin olmadığı söylenebilir. Ama öteki canlıların evrimi üzerinde (bazı bitki ve hayvan türlerini evcilleştirmesinde, evcilleştirilen türlerin genetik yapılarının değişmesinde görüleceği gibi) önemli etkileri olmuştur. “Çaprazlama” (melez ırklar yetiştirme) “seçici üretme” ve “mayalandırma” gibi yordamlama ürünü bulunan etkilemeler “geleneksel biyoteknoloji” olarak adlandırılabilir. Endüstri devriminden sonra görülen bilimsel gelişmeler, fizik, kimya, biyokimya, moleküler biyoloji derken “çağdaş biyoteknoloji” noktasına varmıştır. Kimi bilginler bunu (insanın cansız doğaya egemen olmasından sonra) canlı doğaya da egemen olma yolunda “karışma çağı” (İng. the age of intervention) diye adlandırmaktadır (36).
Doğada organik evrim, bugün için, sonuçlarını yüzlerce, binlerce yıl sonra verebilecek mutasyonlarla sürüyor olmalı. Bu “doğal evrim” yanında “yapay evrim” denebilecek bir gelişmeyle, bazı bitki, hayvan, bakteri ve virüs türlerinin evrimi insanın eline (insanın kültürel evriminin etkisi altına) girmiş bulunuyor. Bunun söz konusu türlerin evrimini (doğada görülenden çok fazla) hızlandıracağı anlaşılıyor.
Bu tür girişimlerin, üretim araçlarını denetleyen, kâr amacını öne alan kapitalistlerce yürütülmesinin yaratabileceği özürler yadsınamaz. Ama buna bakarak biyoteknolojiye tümden karşı çıkmak, bilimsel, kültürel gelişmeden yana kişiyi Yaratılışçılarınkine koşut tutuma düşürür. Aralarındaki fark gerekçelerinde kalır: “Tanrının yarattığı yetkindir; tanrı rolü oynamaya kalkmak, şeytana kulak vermek olup insana yıkım getirir”. Bunu alıp yerine “doğanın kurduğu dengeyi bozmak yeryüzünde bazı türlerin, hatta yaşamın sonunu getirebilir” önermesini koymaktır. O da insanı en yaratıcı olacağı bir alanda aynı eylemsizliğe düşürür. İnsan olmak, başından beri doğaya boyun eğmek değil, onu yönlendirmeye çalışmak olagelmiştir. Sorun, bilimin teknolojinin kendisinde değildir. Kimin denetiminde olup, kimlerin yararına kimlerin zararına kullanılıyor sorusuyla ilgilidir.
Kendini yaratan insan (37): Bu noktada, biyoteknolojinin insanın kendi organik evrimine olası etkileri konusuna geçilebilir. Önce, Yaratılışçılar tarafından, Adem ile Havva’nın Tanrı’nın buyruğunu dinlemeyerek işledikleri günahın cezası olarak verildiğine ve kuşaktan kuşağa geçtiğine inanılan bir günahın cezası olarak (kolayca) yorumlanıveren doğuştan (kalıtsal) bozuklukların bir bir düzeltilebileceği anlaşılıyor. Yaratılışçılar buna ancak “Tanrı’nın verdiği cezaların çekilmesi engellenmesin” diye karşı çıkabilirler. Bu da onları (“Güçlülerin yaşamda kalıp güçsüzlerin elenerek insan türünün evrimini sağlayan doğa yasasına karışılmasın. Toplumsal güvenlik kurumları ve hastaneler gibi kuruluşlarla, güçsüzlerin, hastalıklıların yaşayıp üremelerine olanak sağlanarak insan türü yozlaştırılmasın” diyenlere) çarpık bir evrimcilik olan “Sosyal Darwinci” tutuma yaklaştırır. Dolayısıyla söz konusu savları, bu iki tutumu takınanların her birini, (sağlık sorunlarına nereden gelirse gelsin çözüm arayan) sağduyulu kamuoyunun gözünden düşürür. Gerçekten, kadınların karabasanı meme kanserine bağışıklık kazandıran mutasyona uğratılmış geni şu anda bir İngiliz annenin karnında taşıyan kız çocuğunun doğmasına (gözden düşmeden) kim karşı çıkabilir?
İnsanın kendi genomuna (organik evrimine) zararlı genlerin ayıklanıp denetlenmesi yanı sıra, “yararlı” fizyolojik özellikler kazandıracağı düşünülen genlerin aşılanması, daha fazla duyarlılık gerektiren bir konu. Çünkü bu kapı, “üstinsan”, “üstün bireyler” ve sınıf savaşına kapalı “genetik kastlar toplumu” gibi korkulara açık (38). Ancak bu (bilim ve teknoloji üretimi araçlarının sahipliği ve denetimi konusuyla bağlantılı olması yanı sıra) yakın bir geleceğin sorunu olarak görünmüyor. Dolayısıyla (geleceğin toplumunun şimdiden tam olarak bilemeyeceğimiz koşullarının bütünlüğü içinde ele alınıp değerlendirilebilmesi için) geleceğin gündemine bırakılması uygun olur. İlerinin olası bir olumsuzluğunu odak alıp günümüzün gelesi olumluluğuna karşı çıkmak doğru tutum olmaz.
DİPNOTLAR
1) Yeni (2001) Türkçe çevirisiyle, Kutsal Kitap, “Yaratılış”, 1/3’te “Tanrı “ışık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu”; Kur’an-ı Kerim, Türkçe Anlamı, (Diyanet 1987 çevirisi) içinde ise:
“Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. O bir işin olmasını dilerse, ona ancak (yalnızca) “ol” der ve (o) olur” (“Bakara”, 117) denmektedir.
2) Ermiş (St.) Augustinus, yetkin yaratıcının yaratısının da yetkin olacağı inancını, yaratma işinin süresine dek yaymaktadır. Ona göre, yaratış süresi altı günden az ya da fazla olamazdı. Çünkü 6, matematikçilerin “yetkin sayı” dedikleri, çarpanlarının toplamı kendine eşit (1x2x3=1+2+3) olan bir sayıdır (bkz. Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 2008, Bilim ve Sanat Yayınları, s.262).
3) “Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü” (“Yaratılış”, 1/31); “Yarattığı her şeyi güzel yaratan…” (“Bakara, 7).
4) Yaratılışçılar bu noktada “Külli irade” Allah’ındır ancak kuluna da “cüzi irade” bağışlamıştır savını ileri süreceklerdir. Dolayısıyla kulun yaptıklarından sorumlu olacağı görüşündedirler. Bu durumda tartışma, bağışladığı cüzi iradenin yeterli olup olmadığı, ondan güçlü (yine Allah’ın armağanı) tutkuların (örneğin cinsel tutkunun) nasıl dizginlenebileceği noktasına kayıp düğümlenecektir.
5) Hıristiyan din bilginliğindeki Latince deyişlerle: “omnipresence”, “omniscience”, ve “omnipotence”.
6) Dinsel Yaratılışçılık anlayışında her ne kadar Adem ile Havva tarafından işlenen günahın (suçun?) kalıtsal olup, geçmiş, gelecek tüm insanlara geçeceği söylenirse de (bu yolda Kutsal Kitap içinde “dedeler koruk yedi torunlarının dişleri kamaştı” gibi sözler yazılıysa da) bunun, sorumlu tutup cezalandırma fırsatı vermesinden başka bir amacının daha bulunduğu anlaşılıyor: “İnsan özgür istencini (iradesini) yitirmiştir. Kendini doğru dürüst yönetemez. Tanrı, tanrı sözü ya da kitabı uyarınca tanrı buyruğunu uygulayan kişiler tarafından yönetilmelidir! İlk günah öyküsünün, “yaratılan” insanın, hele atalarının eylemlerinden, düşüncelerinden dolayı torunların ve topluca sorumlu tutulup cezalandırılabilmesi için uydurulduğu söylenebilir. Ama bu da çağdaş adalet anlayışı ölçütlerinin (kolektif sorumluluk yerine getirilen “bireysel sorumluluk” ve “cezaların bireyselliği” ilkelerinin) aşağısında bir anlayış olmaz mı?
7) Bkz. “Araf”, 95 ve “Secde”, 9; Kutsal Kitap, “Yaratılış”, 2/7.
8) Bkz. Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk, çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul. Benzeri görüşlerle ve “evrimci” anlayışla bir arkeolog bilimci tarafından yazılmış iki yapıt: Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan, çev. Filiz Karabey Ofluoğlu, İstanbul,1978, Varlık Yayınları ve Kültürel Evrim, çev. Cemal Balcı, İstanbul, 1994, Alan Yayıncılık.
9) Bkz. “Yaratılış”, 1/14; “Bakara”, 189. Aristoteles de maddenin ve evrenin “ereksellikçi” açıklamasını yapmıştı. Ancak, tanrının içine “yetkine” (kendine) ulaşma ereği koyduğu varlığın zamanla madde, bitki, hayvan, insan aşamalarına ulaşacağını söyleyerek, “yaratılışçı- evrimci” karışımı bir dünya görüşü geliştirmişti. (bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.180.)
10) İrlanda (Protestan) Başpiskoposu James Ussher, 1650 yılında Kutsal Kitap içinde adı geçen peygamberler dizisinin yaşlarını toplayarak (bkz. 19. not) yaratılışın MÖ 4004 yılında gerçekleştiğini yazmıştı. İslam “ilim” kaynaklarında ise, İbn Mukafa ve Taberi kaynak gösterilerek, Adem ile Muhammed arasında 6013 yıl olduğuna inanılmaktadır (bkz. Abdurrahman Dilipak, İnsanlığın Tarihi, İşaret ve Fersat ortak yayını, s.17). Bilim çevrelerinde ise, evrenin yaşı (Büyük Patlama kuramına ve öteki ipuçlarına dayandırılarak yapılan kestirmelerle) zamanımızdan 12-15 milyar yıl öncelerine konmaktaydı. Bugün, NASA’nın insansız uzay aracı (WMAP) yoluyla sağlanan yeni bilgilerin ışığında, daha özgül bir tarih olarak 13,7 milyar yıl öncesi verilmektedir.
11) Yaratılışçıların “evrim bir olgu ise canlılığa geçişin ve insana varana dek evrimin kesin tarihi ve kesin soyağacı neden verilemeyip ikide bir değiştiriliyor?” eleştirel sorusuna Evrimcilerin verebileceği bir yanıt var: Bilim, inanca değil akıl yürütmeye, mantığa dayanır. Açıklamaları, gerekirse bulgulara göre değiştirilerek geliştirilir. Konu, evrim gibi milyonlarca, milyarlarca yıl geçmişe uzanan bir süreçle ilgiliyse, iş, binlerce, onbinlerce bilgi parçasının elde edilip birleştirilmesi olunca, bilimsel bilginin kuruluşu, ister istemez, bir “yap-boz” oyunu gibi olacaktır. Zamanla bütün parçalar doğru yerlerine konacaktır.
12) Burada Wittgenstein’ın, Tractatus Logico-Philosophicus (1921) yapıtının ekseni çevresinde dönen “konuşulamayacak yerde susmak gerek” diye çevrilebilecek olan (İngilizceye “Whereof we cannot speak, thereof we must be silent” biçiminde çevrilen) sözünü anımsatmanın zamanıdır. (bkz. Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, çev. Oruç Aruoba, Mart 1985, BSF yayınları)
13) Oysa Kutsal Kitap içinde (“Yaratılış” bölümünün hemen başlarında) 3. günde karalarda bitkilerin, 4. günde Ay’ın, Güneş’in, yıldızların, 5. günde sularda hayvanların, havalarda kuşların, 6. günde insanın yaratıldığı (demek ki bitkilerin Güneş’ten önce yaratıldığı) yazılıdır.
14) “Yaratılış” kitabında, ilk canlılar olan (derleyicilerince o tarihte bilinmesi olanağı bulunmayan) tek hücrelilerin yaratılışının sözü geçmediği gibi, “Bilimsel Yaratılışçılar” kitapta sulardaki canlıların, karalarda yaşamın başlatılışından iki gün sonra yaratıldığının yazılı olduğunu gözden kaçırmış (?) olmalılar. Günümüzde “akıllı-bilinçli tasarımcılık” akımı biçimine bürünen bir zamanların “Bilimsel Yaratılışçılık” savunucularına ve onun “Bilimsel Araştırma Vakfı” (BAV) gibi Türkiye uzantılarına gerçek bilimsel çevrelerden (Amerikan Bilimler Akademisi’nden) verilen yanıt için bkz. Bilim ve Yaratılışçılık (A.B.D Ulusal Bilimler Akademisinin Görüşü) çev. Engin U. Akkaya, İstanbul, 1985, Sosyal Yayınlar. Çeşitli bilim dallarından 11 üyelik kurulun hazırlayıp Akademi’nin görüşü olarak yayınlanan bildiride (s.76) şu sonuca varılmaktaydı: “şunu kesinlikle belirtmek isteriz ki, yaratılışçılık, yaşamın kökenini doğaüstü güçlere bağladığı için kesinlikle bilimsel değildir.” (abc) Amerikan Bilimler Akademisi’nin evrimin yeni kanıtları hakkındaki 2008 bildirisi için bkz. Bilim ve Gelecek, 57, Kasım 2008 sayısı, s.4–17.
15) Günümüzün cynobacteria türlerine çok benzeyen 11 bakteri türünün fosillerinin Avustralya’daki 3 milyar 465 milyon yıllık kayalar içinde bulunduğu savı için ve söz konusu buluntuların canlı fosilleri olmadıkları karşı savları için bkz. The Guardian gazetesi, 7 March 2002, Nature eki, s.11.
16) Bkz. Osman Gürel, Yaşamın Kökeni, İstanbul, 1999, Pan Yayınları, s. 46 ve The Timetables of Science, ed. Alexander Hellemans-Bryan Bunch, New York, 1988, Simon and Schuster 1953 yılı bilimsel buluşları.
17) Bkz. NTV bilim 1, Mart 2009 sayısı, s.70.
18) Bkz. Gözen Erdem, “İlk Canlının Ortaya Çıkışı”, Cumhuriyet Bilim Teknik eki, no. 581 (1998).
19) Dominique Simmonet, “Giriş”, Andre Langarey ve başkaları, Dünyanın En Güzel Tarihi, çev. Emine Çaykara, İstanbul, 2000, İş Bankası Yayınları, s. 32. Bu hesabın dayandırıldığı “Yaratılış”, 5/1-22’deki soyağacı şöyledir: Adem 130 yaşındayken Şit’in babası olur ve toplam 930 yıl yaşar. Şit 912, Enoş 905, Kenan 910, Mahalalel 895, Yeret 962, Hanpok 365, Metuşelah 969 yaşındayken ölmüşlerdir. Lemek ise, 182 yaşındayken oğlu Nuh’a baba olmuş ve 777 yaşında ölmüştür. Nuh’un 500 yaşına ulaştığı söylenir. Böylece soyağacı Tufan’a dek getirilmiş olur. Nuh’un Sam, Ham, Yafet olarak üç oğul babası olduğu yazılıp soyağacı noktalanır. Bundan sonrası Ussher’in (bkz. 10. not) Kutsal Kitap’ı büyük bir titizlikle inceleyip yaptığı anlaşılan hesaplamalarla tamamlanmıştır.
20) Havva hakkında benzeri bir yaratılış öyküsünün (bkz. “Nisa”, 41) içinde böyle bir deyiş bulunsaydı, İslam Yaratılışçıları ne derlerdi? Olasılıkla (“Yunus”, 61’deki “yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitab’dadır” ayetine dayanarak) Kur’an’da (atomdan ve atomaltı parçacıklardan söz edildiğini ileri sürdükleri gibi) “anestezinin” de bulunduğunu söyleyeceklerdi. Ancak önemli olan atomaltı parçacıklar, anestezi bulunduktan sonra Yaratılışçıların onları Kur’an’da “yeniden” bulmaları değildir. Ne de Allah’ın onları yarattığına inanmaktır. Gerçek bir yaratıcılıkla anesteziyi bulup, milyarlarca insanın binlerce yıldır çekmekte oldukları şiddetli acılara son vermektir.
21) Bkz. Sparks, Battle of the Sexes, s. 204.
22) Bkz. Franz Oppenheimer, Devlet, çev. A. Şenel ve Y. Sabuncu, Ankara, 2005, Phoenix Yayınevi.
23) Bkz. François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, çev. Turhan Ilgaz, İstanbul, 1996, Kesit Yayınları.
24) İşin ilginç yanı, bir görüşe göre de, hayvanların hücre çekirdeklerinin dışında bulunan bu genetik organelin de bir canlı olmasıdır; onunla ortakyaşam (Lat. symbiosis) içinde yaşamamızdır: Hayvanların enerji üretmesinde, bitkilerle hayvanların ayrışmasında ve günümüzün tüm ırklarının ortak atasının (“mitokondriyel Havva” denen varsayımsal kadının) yaşadığı yerin ve yaklaşık tarihinin saptanmasında rol oynayan mitochondrion’dur. Bir zamanlar serbest yaşayan bir bakteri olup, yaşamın evriminin çok erken bir tarihinde, büyük hücreleri “istila” ederek içlerinde yaşamaya başlayıp onlarla symbiosis içine girerek varlığını günümüze dek sürdürmüştür. Bu açıklama doğru ise, yapımızda bir değil (şimdilik bilinen) iki canlı bulunmaktadır! Yaratılışçılar buna ne diyecek?
25) “Yaratılış”, 1/29-30’da, Rab’bin, yiyecek olarak hayvanlara otları; insanlara bitkilerle birlikte hayvanları verdiği belirtilmektedir. Kur’an, “Hud” 6’daki “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir” deyişinde de yaratılışçı inançların bu ereksellikçi mantığı ilkesel düzeyde dile getirilmiş bulunmaktadır.
26) Eski çeviride “Yaratılış” yerine “Tekvin” başlığı kullanılan bölümde (2/15’te) Rab Allah’ın insanı yarattıktan sonra “bakması ve koruması” için Adin bahçesine koyduğu yazılıdır. İngilizce çeviride de benzeri bir anlama gelecek “to dress and to keep it” Yeni Türkçe çeviride “onu işlemesi için” biçimine sokulmuş bulunuyor. Kur’an, “Zariyat”, 56’da “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır” denmektedir.
27) Mitosun bu sonuca hazırlayan öyküsü (için bkz. Alexander Heidel (der. ve çev.) Enuma Eliş (Babil Yaratılış Destanı), çev. İsmet Birkan, Ankara, 2000, Ayraç Yayınları; ek bilgiler için bkz. Alâeddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, Ankara, 2006, İmge Kitabevi; S. H. Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 2002, İmge Kitabevi) özetle şöyledir: Eski tanrı kuşağıyla çocukları olan yeni tanrı kuşağı arası egemenlik savaşı patlak vermiştir. Yeni kuşak savaşı kazanınca tutsakları öldürmek ile köleleştirmek arasında kararsız kalınır. Anlaşılan, öyküyü kuranlar, öldürme seçeneğinin insanlardaki tanrıların ölümsüzlüğü inancını sarsmasından korkmuşlardır. Köle kılındığını yazmalarıysa, “nasıl olsa tanrıları besleyip onlara hizmet eden tutsak tanrılar var” düşüncesine varabilecektir. Bu da insanlardan tanrıları (adak ve kurbanlarla) besleyip onlara (dolayısıyla din adamlarına, yöneticilere) hizmet etmelerini istemelerini zorlaştıracaktır. Çözüm, tutsak tanrılara benzer biçimde, tüm tanrılara hizmet edecek bir canlı olarak insanın yaratılmasında bulunur. Öyleyse, insanın yaratılış ereği tanrılara kulluk etmesidir. “Varlık nedeni” de budur!
28) Bu geçişin koşulları ve tarihi ile ilgili tartışmalar için bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.320n. ve Jose L. Lorenzo, “The Origin of Humanity in America”, History of Humanity, cilt III, 7/129 (UNESCO, 1994).
29) William Sanders, “Introduction”, History of Humanity, cilt III, s.551.
30) William H. McNeill, Dünya Tarihi, çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 2009, İmge Kitabevi, s.474.
31) Örneğin Cortes’in ele geçirdiği 1519’da 11 milyon olan Meksika Vadisi’nin nüfusunun 1650’de 1,5 milyona düştüğü hesaplanmıştır. İspanyol Amerikası’nın ise 1500’de 50 milyon kadar olan nüfusu 1650’de 4,5 milyona düşmüş bulunuyordu. (McNeill, Dünya Tarihi, s.430).
32) Bu kronoloji Webster’s Encyclopedic Unabridged Dictionary (1989 baskısı) s.483’ten; Nephan Saran, Antropoloji (1993) s.32’den; Osman Gürel, Yaşamın Kökeni, (1999), s.58’den derlenmiştir; derlemeye, Darwinus massilae en son ve en eksiksiz fosil buluntu olduğu için eklenmiştir.
33) Metin Özbek, “İnsanın Biyolojik Evrimi” Sanat ve Hayat, 38, Haziran 2009 sayısı, s.19 (19 Nisan 2009 tarihinde yapılan “Evrim Teorisi ve İnsan” paneli konuşması).
34) Bkz. Harun Yahya, Yaratılış Atlası, 2. cilt, İstanbul, 2006, Araştırma Yayıncılık ve Ender Helvacıoğlu, “Dünya Böyle Bir Alim Görmedi”, Bilim ve Gelecek, 39, Mayıs 2007 sayısı, s.4-8.
35) Utah Üniversitesi’nden Henry Harpending, insanlardaki genetik değişmenin (yüzde 7 ayıklanmayla) son beş bin yıl içinde tarihinin en yüksek oranına ulaştığını ileri sürüyor. London College University’den Steve Jones ise, 35 yaş üstündekilerde mutasyon olasılığının, altındakilerden 3 kat yüksek olmasına dayanarak, Harpending’inkinin tam zıddı bir sonuca ulaşıyor: Çağımız (özellikle Batılı) insanının 35 yaş üzerinde çocuk edinmeme eğiliminden dolayı mutasyon oranının düştüğü dolayısıyla evrimin hızının azaldığı görüşünü savunuyor.
36) Bkz. Clifford Grobstein, “Doğaya Karışma Yolunda Yeni Bir Çağın İnişi”, Biyoteknoloji, Genetik Mühendisliği ve İnsanlığın Geleceği içinde, s.49-65. Grobstein’ın bu konuda Katolik filozof Francauer’den yaptığı alıntıdaki, insanın tanrı suretinde, yani tanrı gibi bir yaratıcı olarak yaratılmış olup, tanrı ile birlikte kendisinin daha tamamlanmamış evriminin yaratılışına katılmakla görevli olduğu yolundaki (s.64’te verilen) yorumu ilginç!
37) Bkz. Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan, çev. Filiz Karabey Ofluoğlu, İstanbul, 1978, Varlık Yayınları.
38) Bkz. Aldous Huxley, Yeni Cesur Dünya, (çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınları, Haziran 1999) adlı karşı ütopyasında bu tür korkuları, “biyoteknoloji” ortalıklarda yokken bile (1932’de) dile getirmişti.