Ana Sayfa Dergi Sayıları 130. sayı Marx ve din

Marx ve din

26100
0

Marx açısından din, belirli toplumsal koşulların ürünüdür. Ve toplumsal koşulların ortadan kalkmasıyla, bir toplum teorisi olarak bütün topluma düzen veren ve toplumu şekillendiren dinin, bir üstyapı teorisi olma niteliğini yitireceğine dikkat çeker. Dolayısıyla Marx’a göre, sorun dini eleştirmek değil, dini doğuran toplum ve devleti aşmaktır. Bu anlamda Marx, dini “ortadan kaldırma”yı (Abschaffung) değil, dini ve dinsel bilinci “aşmayı” (Aufhebung) savunur.

 Marx’ın insanlığa en önemli katkısı, bir toplumu ayakta tutan şeyin esas olarak üretim olduğu gerçeğine dikkat çekmesidir. Hiçbir toplum, yeme, içme, barınma vb. gibi ihtiyaçlarını ve kendini cinsel olarak üretmeden var olamaz. Bu anlamda üretim en temel unsurdur; ama üretim her şey değildir. Ne var ki, Marx sonrası Marksizmin en temel özelliği, üretim yerine ekonomi sözcüğünü geçirmesi, her şeyi ekonomik temele dayandırarak açıklamasıdır. Dolayısıyla temelleri Marx ve Engels tarafından atılmış olan tarihsel materyalizm esas olarak ekonomik alanla sınırlı kalmış, siyaset, kültür, ideoloji vb. gibi alanlarda Marx’ın Kapital’ine denk düşen kapsamlı bir eser ortaya konulamamıştır.

Bu açıdan bakıldığında din ve ateizm konusunda da kapsamlı çalışmalar yapılmamıştır. Hatta Marx’ın din ve ateizm konusundaki görüşleri, Marx sonrası özellikle Alman Marksistleri tarafından gölgede bırakılmıştır. Marx’ın din ve ateizm konusundaki en temel görüşleri bilinmezken, nakarat haline getirilen “Din halkın afyonudur” söylemi çok daha yaygınlaşmıştır. Dinin afyon olduğu söylemi önemli bir söylemdir elbette. Fakat bu söylem Marx’ın görüşünü tek boyuta indirgeyen, Marx’ın din konusunda diğer temel düşüncelerini gölgede bırakan bir ifadedir. Burjuva ideologları, Marx’ı ‘din düşmanı olarak ateist’ olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Marx’ın din düşmanı olarak gösterilmesinde, acemi devrimcilerin yanlışlarının da rolü olmuştur. Oysa Marx’ın görüşleri incelendiğinde, onun esas olarak dini değil, dine ihtiyaç duyan toplumu eleştirdiği görülür. Marx, dikkatini toplumsal koşulları analiz etmeye yönelttiğinden, bir üst-yapı teorisi olarak değerlendirdiği din sorununa giderek daha az ilgi göstermiştir.

Dikkat edilirse, yazının başlığı “Marksizm ve Din” olarak değil “Marx ve Din” olarak konuldu. Bunun nedeni Marx’ın din anlayışı ile esas olarak II. Enternasyonal tarafından dünyaya yayılan Marksizmin ürettiği din anlayışının birbirinden farklı olmasıdır. Marx’ın din konusundaki görüşlerinin tohumlarını gençlik yıllarındaki yazılarında görmek mümkün. Yahudi Sorunu, Hegel Felsefesinin Eleştirisi, Kutsal Aile, 1844 El Yazmaları ve Alman İdeolojisi, Kapital vb. din konusunda önemli düşünceler içerir.

Bu yazıda, Marx, Engels ve Lenin’in din konusundaki görüşlerini incelerken, bir nokta dikkatimi çekti: Kapitalizm öncesi dönemdeki din ile kapitalist toplumdaki din arasındaki ayrımın yeterince vurgulanmaması. Gerçi Marx’ın eserlerinde bu ayrıma dikkat çeken düşünceler var, ama ayrım bütün açıklığı ile ortaya konulmuş değil. Bu yazıda feodal dönemdeki din ile kapitalizm dönemindeki din arasındaki farkı bilince çıkarmaya çalıştım. Ayrıca ateizm hakkında yaygın olan yanlış görüşlere eleştirel bir yaklaşım sergiledim.

Marx, Engels’in din ve ateizm konusundaki görüşlerini ortaya sermek için, çevirilere değil, orijinal kaynaklara başvurdum. Orijinalinden aktardığım çoğu pasajları Türkçe çevirilerle karşılaştırdım. Bazı çevirilerin sorunlu olduğunu gördüm. Bir iki yerde bu çeviri sorunlarına dikkat çekiyorum.

Marx’ın din anlayışını anlayabilmek için onun tarih ve toplum anlayışını bilmek gerekir.

Din sorununa bilim açısından mı yoksa ilahiyatçılık açısından mı yaklaşılacak? Elbet toplumsal bilimlerin ve ilahiyatçılığın dine yaklaşımı birbirinden farklıdır. Soruna bilim açısından yaklaşmak demek yeni bilgiye ulaşmak anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında bilim, insanlığın bilgi hazinesine katkıda bulunmak demektir: Ya yeni bir şey söyleyerek, ya da söylenmiş olanı yeniden yorumlayarak bilgi hazinesine yeni katkı yapılabilir. Marx’ın din konusunda söylediklerini yeni bir ışık altında yorumlamaya çalıştım.

Bilimin en önemli yanı, gerçekliği bütünlüğü içinde açıklayacak yöntemler sunmasıdır. Sorunlara bilimsel yaklaşımın en önemli özelliği doğru yöntem ve kavramsal araçlara sahip olmasıdır. Bu nedenle, din konusunu bilimsel açıdan ele almak için, madde ve bilinç arasındaki ilişki konusundaki metodolojik yaklaşımımızı açıklamamız gerekir.

Ontolojik monizm ve metodolojik düalizm

Madde ve bilinç ilişkisinin tutarlı açıklanması olmadan, mekanik materyalizmden ve idealizmden kurtulmak mümkün değildir. Birçok felsefe görüşü bu alanda çuvallamaktadır. Çünkü ya madde ve bilinci birbirinden kesin olarak ayırarak ontolojik düalizme düşülmektedir; ya da madde ve bilinç arasında tek-yönlü ve birebir ilişki kuran mekanik materyalizme sapılmaktadır. Bilinci, maddeden bağımsız ele alan idealizm ne kadar tek yanlı ise, bilinci maddenin pasif yansısı olarak ele alan kaba, mekanik materyalizm de o kadar tek yanlıdır. Marx’ın teorisi, madde ve bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyi anlamamızı, aynı zamanda kavramsal araçlar elde etmemizi mümkün kılar. Doğru kavramlar, gerçekliği daha derinlemesine anlama olanağı sunarlar.

Burada ontolojik (varlık bilimsel) monizmi (tekçilik) ve metodolojik düalizmi kısaca tanımlamakla yetineceğiz. Tutarlı materyalizm, ontolojik monizmdir. Monizm, felsefi bir bakış açısıdır; evrendeki fenomenleri, görünüşleri tek bir temele dayandıran felsefi tutumdur. Ontolojik monizm, evreni maddi temele dayandırır; maddeden bağımsız, maddenin dışında, madde üstü bir şeyin varlığını kabul etmez. Yalnızca maddenin nesnel varlığını ve hareketini kabul etmek anlamında, tutarlı materyalizm, monistik bir dünya görüşüdür. Ontolojik monizm, hareket halindeki maddenin özellikleriyle (yapısı, değişimi, hareketi vb.) ilgilenir.

Peki ama, bilinç, düşünceler, duygular vb. ne anlama gelir? Bunlar yok mudur? Bilincin, düşüncenin duygunun varlığını nereye oturtacağız? Ontolojik monizm, bilincin, düşüncenin varlığını reddetmez; ama maddeden bağımsız, maddenin üstünde olan bir ruhu, Tanrıyı, bilinci kabul etmez; bilinci, maddenin, insan beyninde yansıtılan ve yaratılan bir konstrüksiyonu olarak kavrar. Maddeci diyalektik açıdan bilinç, hem maddeyi yansıtır hem de yaratır.

Bilincin ne olduğu konusunda iki temel yanlış eğilim vardır. Birincisi, bilinci de maddi şey olarak gören, madde ve bilinç arasındaki farklılıkları bulanıklaştıran tutarsız materyalizm (J. Dietzgen). Ki Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm adlı felsefi eserinde Dietzgen’in bu yanlışına dikkat çeker; İkincisi ise madde ve bilincin tamamen birbirinden farklı olduğunu ileri süren düalizm (Descartes ve sonrası felsefelerin çoğu). Tüm felsefi yanılgıların kökeni, madde ve bilinç arasındaki ilişkinin eksik kavranmasına dayanır.

Hem madde hem bilinç mevcuttur ve dolayısıyla bunların varlığı gerçektir. Yani bilinç vardır ve varlığı gerçektir; ama bilinç, maddi bir varlık ve maddi bir gerçeklik değildir; maddeden bağımsız bilinç yoktur. Ontolojik monizm, madde ve düşünceyi birbirinden ayırmaz; ama maddenin özellikleri ile bilincin özelliklerinin birbirinden farklı olduğundan hareket eder. Dolayısıyla maddi gerçeklik ile ideolojik şekillerin incelenmesinde farklı yöntemler uygulanmalıdır. Bu açıdan, düalist, pluralist metot gereklidir. Ama burada ontolojik düalizm ile metodolojik düalizmi birbirine karıştırmamak gerekir. Maddeci diyalektik, ontolojik açıdan monist, metodolojik açıdan düalist-pluralisttir. Felsefe, bilim, sanat aynı ontolojik gerçekliği, farklı yöntemlerle, farklı dillerle, farklı kavram ve imgelerle yansıtır ve kurar. Felsefenin yöntemi ve dili, sanatın yöntemi ve dilinden farklıdır; aynı şekilde fizik biliminin yöntemi ve dili, kimya biliminin yöntemi ve dilinden farklıdır.

Madde ve bilincin farklı yöntemlerle incelenmesi gerektiği konusunda, yani metodolojik düalizm konusunda Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı ünlü Önsöz’de şöyle der:

“İktisadi temeldeki değişim ile, kocaman üstyapı, büyük ya da az bir hızla altüst olur. Böylesi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarındaki maddi ve bilimsel bakımdan güvenilir bir şekilde saptanabilir altüst ile hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırmak gerekir.” (vurgu Y.O) [Marx, MEW Band 13, s.9].

Maddi süreçler, zaman ve mekan içinde cereyan eden basit ve karmaşık değişim süreçleridir. Bu süreçlerin beynimizdeki konstrüksiyonları ideolojik veya mantıksal biçimlerdir. Sorun, bilinç ve mantıksal biçimlerin, maddi süreçlerden farklı bağımsız bir gelişme sürecine sahip olup olmamasıdır. Maddi gelişim süreçlerinin değişimleri ile ideolojik biçimlerinin değişimlerini farklı bir biçimde ele almak gerekir.

Marx’ın ideolojik biçimler (hukuk, siyaset, din, sanat, felsefe vb.) için Alman İdeolojisi’nde söylediği önemli bir düşünce vardır: “İdeolojilerin tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur.” Marx’ın bu şekilde ifade ettiği düşünce yeterince kavranamayan görüşlerden biridir. Marx’ın sözünü şöyle anlayabiliriz: Maddi gerçekliklerin bir değişim ve gelişim süreci vardır; ama bilinç biçimlerinin, ideolojilerin tarihi ve gelişimi yoktur. Esasında değişen düşünce değil, o düşüncenin değişimine yol açan, maddi olarak insan beyninin, yani bilincinin değişmesidir; insan beyninin, bilincinin değişimine yol açan da esas olarak maddi dünyadaki değişimdir. Örneğin maddi gerçek olarak doğadaki bir nesnel ağacın, belli bir durumu, değişimi, süreci, tarihi vardır; ama beynimizdeki ‘ağaç’ kavramının belli bir durumu, değişimi, süreci, tarihi yoktur. Bir örnekle konuya açıklama getirelim. Bir varsayım yaparak doğadaki nesnel ağacın konuşabildiğini, bu ağaca ‘durumun nedir’ sorusunu sorduğumuzu varsayalım. Ağaç, ‘güneş az, suyum yetersiz’ gibi yanıtlar vererek, durumundaki değişimleri bildirebilir. Ama kafamızdaki ‘ağaç’ kavramının bir değişimi ve gelişimi söz konusu olamaz. Matematikten bir örnek verelim. Kafamızdaki matematiksel pi sayısına veya 5 sayısına ‘durumun nedir’ sorusunu sormak anlamsızdır. Bu anlamda sadece maddi nesnelerin değişim süreci ve tarihi vardır; insanın bilinç biçimlerinin, ideolojilerin, dinlerin tarihi ve gelişimi yoktur. Maddi süreçlerin değişimi ve gelişimi, bilinç biçimlerinin, ideolojilerin, dinlerin değişimi gibi görünürler. Tarihsel olan ile mantıksal olanın arasındaki ilişkiye de bu açıdan yaklaşılmalı.

Din sorunu

Din sorununa bilimsel yaklaşan Marx’ın din anlayışını anlayabilmek için onun tarih ve toplum anlayışını bilmek gerekir. 19. yüzyılın sonunda Engels’in müdahalelerine rağmen, II. Enternasyonal’in Marksizmi ekonomizme indirgeyen anlayışı, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de egemen hale geldi ve yaygınlık kazandı. Bu yaygın ve çarpık anlayışlardan biri de din konusudur. Türkiye sol hareketinde egemen olan din anlayışı esas olarak Fransız Aydınlanmasından esinlenir. Fransız Aydınlanmasına göre din, korku ve cahillikten kaynaklanmıştır. Kemalizmin din anlayışı, tek boyutlu, yasakçı olmuştur. Dinin Türkiye toplumunda siyasal güç haline gelmesinin önemli nedenlerinden biri, Kemalizmin dine karşı yaklaşımının sekter ve yanlış olmasıdır.

Sol-Hegelci olan Bruno Bauer (1809-1882), Yahudilerin politik özgürleşme istemini mantıksal süzgeçten geçirerek inceler.

Fransız Aydınlanmasının dine tek-boyutlu ve bireysel yaklaşımı Alman Aydınlanması tarafından eleştirilmiştir. Marx, Alman Aydınlanmacılarının görüşlerinden etkilenmiştir, ama onların görüşlerini aşmıştır. Marx’ın dine yaklaşımı, kanımca bütün yönleriyle yeterince açıklığa çıkarılamamıştır. Oysa Marx’ı incelemiş olanlar, onun din anlayışının Aydınlanmanın din anlayışından farklı olduğunu görürler. Marx daha sol-Hegelci olduğu ilk dönem yazılarında bile dinin özü ve görünüşü arasında ayrım yapar. Marx, daha sonra dinin özünü kavrayamayan sol-Hegelcileri eleştirerek, onlardan kopar.

Hegel’in din ve siyasal konularda kesin tavrının olmaması sonucu, Hegel’in ölümünden sonra Hegelci felsefe iki akıma bölünür: Sağ ve Sol-Hegelciler. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri adlı eserini, mevcut devletin yanında tavır alınması biçiminde yorumlayanlar (Hinrich, Gabler vb.) tutucu ve Sağ-Hegelci olarak adlandırılırlar. Din ve siyasal konularda daha ilerici tutuma sahip olanlar ise Sol-Hegelciler (Richter, Ruge, David Friedrich Strauss, Bruno Bauer, Max Stirner, Feuerbach, Marx) olarak felsefe tarihinde anılır. Sol-Hegelciler daha sonra çeşitli kollara bölünür. Sol-Hegelcilik içinde felsefi materyalizm akımı (Feuerbach, Marx) doğup gelişir. Marx-Engels, Hegel felsefesini aşan görüşlerini daha sonra Alman İdeolojisi’nde formüle ederler.

Hıristiyanlığın Özü adlı kitabı Alman düşünürleri üzerinde muazzam bir etki yaratan Ludwig Feuerbach (1804-1872), dinin toplumsal koşulların ürünü olduğuna yeterince önem vermez.

Sol-Hegelciler, Almanya’da egemen olan siyasal gericiliğin en önemli nedenini din ve dinsel düşüncelerin egemenliğine dayandırıyorlardı. İnsanın dinsel yabancılaşması en önemli sorun olarak görülüyordu. Tartışanlar, varsayımlarından belirli sonuçlar çıkarıyorlardı: Toplumsal-politik koşulları değiştirebilmek için, ilkin dinin ve dinsel düşüncelerin eleştirilmesi gerekiyordu. İşin püf noktası, din-politika ilişkisi sorunuydu!

Bu tartışmalarda iki eğilim ortaya çıkar: Dini eleştirerek mi politik değişim gerçekleşmeli, yoksa politik değişiklikler yoluyla mı dinsel düşünce geriletilmeli? Bu soru, esas olarak iki akımın doğmasına yol açmıştır. Bir akım, o dönemde politika ile ilgilenmek çok tehlikeli olduğundan, daha çok din eleştirisine yönelir. Diğer akım ise politik mücadele yolunu seçer. Marx, durumu şöyle ifade ediyor: “Dinin eleştirisi özsel olarak sona erdi ve dinin eleştirisi de tüm eleştirinin hazırlık koşulunu oluşturuyor.”

Ama dinin eleştirisi, dine yol açan koşulların aşılmasını gerektiriyor:

“Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini aşmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisidir, ki din, bu gözyaşları vadisinin kutsal görünüşüdür.” [vurgu Marx’ın, MEW Band 1, s.379]

Marx, öteki dünyayı eleştirmek, dini eleştirmek yerine, bu dünyayı değiştirmenin önemine vurgu yapar. Marx’a göre dinin eleştirisi, başka bir tarz eleştiriyi, yani dini doğuran koşulların eleştirisini gerektirir. Hegel Felsefesinin Eleştirisine Katkı başlıklı eserine sonradan yazdığı Giriş’te şunu söyler:

“Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının yitip gitmesinden sonra, bu dünyanın hakikatini ortaya koymaktır. İnsanın kendi-öz yabancılaşmasının kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki kendi-öz yabancılaşmasını da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisi de siyasetin eleştirisine dönüşüyor.” [vurgu Marx’ın, Marx, MEW Band 1, s.379]

Marx, insanın kendi-öz yabancılaşmasının, kutsal biçimleri (dinsel yabancılaşma) ve kutsal-olmayan yabancılaşma (iktisadi yabancılaşma) arasındaki ayrıma dikkat çeker.

1835-1844 yıllarında Alman düşünürleri arasındaki önemli tartışmalardan biri, dinsel yabancılaşma meselesi, somut olarak da baskı altında olan Yahudilerin nasıl özgürleşeceği konusuydu. Yahudiler, devlet-yurttaşlığı ve politik özgürlük talep ederler. Sol-Hegelci olan Bruno Bauer, Yahudilerin politik özgürleşme istemini mantıksal süzgeçten geçirerek inceler. Bauer, Yahudilerin istemlerine yanıt vermeye çalışır. Marx, Bauer’in yanıtını şöyle aktarıyor:

“Almanya’da hiç kimse politik bakımdan özgürleşmemiştir. Biz bile özgür değiliz. Sizi nasıl özgürleştirebiliriz? Siz eğer kendiniz için özel bir özgürleşme talep ediyorsanız, siz Yahudiler, çok bencilsiniz, demektir.’ [Marx, MEW Band 1, s.347]

Sorunun özünü kavramak için Bruno Bauer’in nasıl akıl yürüttüğünü görelim: Yahudi’nin, sadece kendinin özgürleşmesiyle ilgilenmesi, Yahudileri kurtaramaz. Yahudi, Almanın özgür olması sorunuyla ilgilenmiyorsa, Alman, Yahudinin özgür oluşu ile niye ilgilensin? Özgürleşmek isteyen Yahudiler, Hıristiyan uyruklarla eşit tutulmak mı istiyor? Ama bu şu anlama gelir: Hıristiyan devletin haklılığını kabul etmek ve böylece genel baskı rejimini de tanımak demektir. Üstelik Hıristiyan devlet, yalnızca Hıristiyanlara ayrıcalık tanıyan bir devlettir. Yahudi, Hıristiyan devletten özgürleşmek istemekle, Hıristiyan devletin kendi dinsel önyargısını ve ayrıcalığını bir yana bırakmasını istiyor. Peki, Yahudi, kendi dinsel önyargısından vazgeçiyor mu? O zaman bir başkasının kendi dininden vazgeçmesini istemeye hakkı var mıdır?

Bauer, mantık yürütmesine devam ediyor: Hıristiyan devlet, özü gereği, Yahudileri özgürleştiremez. “Ama”, diye ekliyor Bauer, Yahudi özü gereği özgürleşemez. Devlet, Hıristiyan olarak kalırsa Yahudilere özgürlük veremez; Yahudi de Yahudi olarak kaldıkça Hıristiyan devleti dönüştüremez. Dolayısıyla tek başına hiçbirinin gücü özgürlük için yetmez.

Meta fetişizmi olarak kapitalizm, ideolojik fetişizm veya inanç fetişizmi olarak dine yeni biçimler kazandırır.

Bruno Bauer’e göre sorunu çözmek için onu doğru bir biçimde ortaya koymak gerekir. Bruno Bauer akıl yürütmesinin sonunda şu sonuca ulaşır: Yahudileri özgürleştirebilmemiz için, ilkin Hıristiyanların politik olarak özgürleşmesi gerekir. Bruno Bauer’in bakış açısına göre, Yahudi ve Hıristiyan arasındaki karşıtlığın katı biçimi, dinsel karşıtlıktır. Bir karşıtlık nasıl aşılır? Karşıtlığı olanaksız kılarak. Yani iki din arasında bir karşıtlık varsa, bu karşıtlığı ortadan kaldırmak, bir dinin diğerini asimile etmesi değil, bizzat dinin kendisini aşmaktır. Peki dinsel karşıtlık nasıl olanaksız hale getirilir? Dinin kendisi aşılarak? Dolayısıyla dini aşmak, dinden kurtulmak, hem Yahudinin hem Hıristiyanın özgürlüğünün koşuludur. Bruno Bauer açısından hem Yahudilerin hem de Hıristiyanların kurtuluşu, devletin ve dinin birbirinden ayrılmasına bağlıdır; mevcut devlet, teolojik bir devlettir. Yahudi ve Hıristiyanın özgürleşmesi, teolojik Hıristiyan devletin yerine politik devletin geçmesini gerektirir. Bruno Bauer, dinden arındırılmış ve politik özgürlüklere dayanan bir politik devleti savunuyor. Din ve devlet ayrımını felsefi olarak temellendiriyor.

Buraya kadar Bauer’in yürüttüğü mantık doğru, ama bundan sonra Marx, Bauer’in akıl yürütmesinin sınırlarına ve yetersizliğine dikkat çeker: Marx’a göre Bauer’in mantığı açısından, dinsel sorun, özü itibariyle din-devlet ilişkisi sorunudur. Bu noktada Marx, Bruno Bauer’in, iki yanlışını eleştirir: Birincisi, Bruno Bauer, genel olarak devleti eleştireceğine, yalnızca Hıristiyan devleti eleştiriyor; ikincisi, Bruno Bauer, politik özgürleşme ile insanın gerçek özgürleşmesi arasındaki ilişkiyi incelemiyor ve böylece politik özgürlük ile toplumsal özgürlüğü birbirine karıştırıyor.

Marx’a göre insanın din üzerindeki politik şahlanışının ifadesi olarak politik devletin hem avantajı hem de dezavantajı vardır. Marx, burada dinsel devletin politik bir devlete dönüştürülmesinin avantajı ve dezavantajlarından söz ediyor. Marx’a göre din, insanın kendini teolojik kavramlarla tanımlamasıdır. Teoloji ve din, insanı kendi etkinliğine dayandırarak açıklamak yerine, insanı bir aracıyla (Tanrı aracılığıyla) tanımlar. Şöyle der Marx:

“…devlet aracılığıyla kendini ateist ilan etse bile, yani insan devleti ateist devlet ilan etse bile, insan hala dinsel önyargıların tutsağı kalır, çünkü insan hala, sadece dolaylı olarak, yalnızca bir araç (medium) vasıtasıyla kendini tanır. Din, dolambaçlı yoldan, bir aracı vasıtasıyla insanın kendini tanımasıdır. Devlet, insan ile insan özgürlüğü arasında bir aracıdır. (Mittler)’ (vurgu Y.O) [Marx, MEW Band 1, s.353].

Burada Bruno Bauer ve Marx’ın ortaya koydukları mantık yürütme, ulusal devletler için de geçerli olabilir. Eğer, iki ulus arasında karşıtlık varsa, sorunun ilk politik çözümü, ulusları aşmaktır. Bu anlamda, devlet ve ulusu birbirinden ayırmak, ulusların politik kurtuluşu için son derece önemli bir adımdır; ama politik kurtuluş, toplumsal kurtuluş değildir. (Ulus sorunundaki kitap çalışmamı 2015 yılında tamamlayıp yayınlamayı planlıyorum)

Dinin iki boyutu

Dini, tek boyutlu olarak ele alan Fransız Aydınlanmacılarından farklı olarak Marx, dine çok boyutlu olarak yaklaşır. Marx’a göre ideden veya düşünceden hareket ederek maddi gerçekliği değil, maddi gerçeklikten hareket ederek ideleri veya düşünceleri açıklamak gerekir. Bu nedenle dini bütün boyutlarıyla anlayabilmek için, hem sosyolojik hem de psikolojik bakış açısını içeren çok boyutlu bir yaklaşım gereklidir. Tek başına sosyolojik ve tek başına bireysel psikolojik analiz yetersizdir:

Marx’a göre din, sadece bir inanç değil, aynı zamanda belli bir devlet ve toplumsal düzenin üstyapısıdır. Dolayısıyla toplumsal düzen ve onun üstyapısı söz konusu olduğunda, bu demektir ki, din, politik, hukuki ve kültürel boyutları olan genel bir üstyapı teorisidir. Marx, dinsel düşüncenin, toplumsal yaşamın bir biçimi olduğunu düşünür; dinin belirli toplumsal güçlere denk düştüğünü ileri sürer. Toplumsal yaşam tarafından belirlenen din, toplumun ve insanın hem bilincinde hem de duygularında kök salar.

İnsanı, “toplumsal ilişkilerin bütünü” olarak ele alan Marx’a göre dinin temel iki boyutu vardır: 1) Toplumsal yaşam biçimi olarak din. 2) Metafizik, psikolojik ihtiyacın ifadesi olarak din.

Marx için kapitalizm öncesi toplumlarda din, belirli toplumsal ve devletsel yaşam biçiminin ürünüdür. Dini yaratan, toplum ve devlettir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı incelemesine daha sonradan yazdığı Giriş’te şunları söyler: (Almanca’dan çeviriyorum.)

“Din-karşıtı eleştirinin temeli şudur: İnsanı yapan din değil, dini yapan insandır. (…) Fakat insan dünyanın dışında herhangi bir yere çekilip oturan soyut bir öz değildir. İnsanın dünyası, devlet ve toplumdur. Bu devlet, bu toplum, tersine çevrilmiş dünya bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri [devlet ve toplum Y.O.] tersine çevrilmiş dünyadır. Din, bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun popüler mantığıdır, onun spiritüel onuru [point d’honneur], coşkusu, ahlaki yaptırımı, törensel tamamlayıcısı, bu dünyanın genel tesellisi ve haklı gösterilmesidir.” (vurgular Marx, MEW Band 1, s.378).

Kapitalizm ile birlikte din, özel inanç haline gelirken, bir yandan da, burjuva düzenini koruyacak yeni biçimlere bürünür. (Fritz von Uhde’nin bir tablosu)

Bu düşünceler din konusunda üç olguya işaret eder:

Birincisi, din, insanın yabancılaşmasının bir biçimidir. Dinsel yabancılaşmanın özü din-insan arasındaki ilişkinin tersyüz edilmesidir. Dini yapan insan olmasına rağmen, Tanrının insanı yarattığı düşüncesinin egemen olmasıdır. Din, yabancılaşmanın kutsal biçimi, kutsallığa, kutsal kitaplara ve otoritelere itaat etmeyi buyuran bir biçimidir.

İkincisi, dinsel bilinç, tersine çevrilmiş dünyanın bilincidir; gerçek ilişkilerin kutsallaştırılmış biçimidir. Din, kapitalizm öncesi toplumun genel teorisidir, toplumu yönlendiren üstyapıdır. Siyaset, hukuk, kültür, sanat dinin egemenliği altındadır. Kapitalizm öncesi toplumların üstyapısı olarak dinler, kapitalizmde değişmiş bir biçimde varlıklarını sürdürmektedirler. Dinin, kapitalizmde nasıl değiştiğini aşağıda göreceğiz.

Üçüncüsü, dinin psikolojik ve metafizik rolünü anlamak gerekir. Toplumdaki maddi sorunlar karşısında çaresiz insanlar, manevi bir destek, teselli ararlar. Bu açıdan din, insanların psikolojik, metafizik ihtiyaçlarına yanıt olmaya çalışmıştır. Din, bir yanda bu sefil dünyanın ifadesi, diğer yanda bu sefil dünyaya karşı protestodur. Dini yaratan eski toplum ortadan kalkmasına rağmen, dinin farklı bir biçimde devam etmesinin nedeni, dinin kısmen tarih-üstü olmasınden, insanın metafizik, psikolojik ihtiyaçlarına yanıt olabilmesinden kaynaklanmaktadır.

Marx, dinin iki yanına şöyle dikkati çeker: Din, bir yanda gerçek sefil yaşamın bir ifadesi, öte yanda gerçek sefalete karşı bir protestodur (Das religiöse Elend ist in einem der Ausdruck des wirklichen Elendes und in einem die Protestation gegen das wirkliche Elend). Görüldüğü gibi Marx, dinin ikili doğasına -isyancı potansiyeli ve uyuşturucu özelliğine- dikkat çeker. Marx’ın bu görüşü dünyada yaşanan deneyler tarafından doğrulanmıştır. Örneğin Latin Amerika’daki “Kurtuluş Teolojisi” dinin isyancı yönlerini açığa vururken, Ortadoğu ülkelerinde dinin uyuşturucu özelliği daha belirgindir.

Marx, toplumsal bir biçim olan din ile metafizik ihtiyacın ifadesi olan din arasında ayrım yapmayan Fransız Aydınlanmacılarından ve Feuerbach’tan ayrılır. Dolayısıyla Marx, hem dine, hem de dinin aşılması sorununa farklı yaklaşmıştır. Marx’ın dini kaldırmak ve yasaklamak isteyenleri eleştirmesi bundandır. Marx, esas olarak dini değil, dine ihtiyaç duyan toplumu eleştirir. Marx, dinin ortadan kaldırılmasını değil, aşılmasını savunur

Üstyapı olarak din

Bilindiği gibi Feuerbach’un Hıristiyanlığın Özü adlı kitabı Alman düşünürleri üzerinde muazzam bir etki yaratır. Feuerbach, Alman felsefesinde devrim yapan biri olarak bilinir. Feuerbach’a göre Tanrı insanı değil, insan Tanrı’yı yaratmıştır. “Felsefenin merkezinde, Tanrı, din veya Geist değil, insan olmalıdır” der. Ona göre teolojinin yerine antropoloji (insan bilimi) geçmelidir. Felsefenin merkezine insanı yerleştirir. Ne var ki Feuerbach, insanı ve dini soyut bir biçimde ele alır. Din-insan ilişkisini inceler, ama din-toplum ilişkisi onun bakış açısının dışında kalır. Feuerbach, dinin toplumsal koşulların ürünü olduğuna yeterince önem vermez. Feuerbach’a göre din, birey olarak insanın, yetersiz ve sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla insan, sevgi yoluyla yetersizliğini aşmalıdır.

Marx’a göre Feuerbach’ın din eleştirisi, tek-boyutlu ve dine dışarıdan bakan bir eleştiridir. Dini, bireysel bir dinsel-yabancılaşma olarak algılayan Feuerbach’a bakılırsa, Tanrı’yı keşfeden insan, yaratıcılığının farkına vardığında, din tarafından yanlış yönlendirilen akıl, daha insancıl ve bilimsel olacaktır; inanç değil, akıl yoluyla insan birbirine ihtiyaç duyduğunu görecek ve insan, insan sevgisine ulaşacaktır. Feuerbach açısından teoloji, insanın dışında özne arayan mistisizmdir. Antropoloji ise, insanı asıl özne olarak gören bilimdir. Feuerbach, teolojinin yerine antropolojinin geçmesini savunur.

Feuerbach, din sorunsalına, esas olarak bireysel perspektiften yaklaşmıştır. Toplumsal koşulları değiştirmeden, dinin sevgi yoluyla ortadan kaldırılacağını düşünmüştür. Feuerbach, dine dıştan eleştiri getirerek, dini tek-boyutlu olarak ele almıştır. Oysa Marx, dine hem dıştan hem de içten eleştiri getirmiş, soruna çok boyutlu yaklaşmıştır. Marx’a göre birey ve toplum birbirine karşıt varlıklar değildir.

“Her şeyden önce, toplumu bir soyutlama olarak bireyin karşısına yerleştirmekten kaçınmak gerekir. Birey, toplumsal bir özdür” (Marx, MEW Band 40, s.538).

Feuerbach’tan etkilenen Marx, daha sonra şunu ileri sürecektir: Belirli toplumsal koşullar üzerinde şekillenen bilinç biçimleri, yani üstyapılar, maddi gerçeklikten bağımsız gibi görünseler de, değildirler. İnsan beyninin olağanüstü sisli oluşumu olan din bile, maddi temellere dayandırılarak açıklanmalıdır.

Alman İdeolojisi’nde şöyle deniliyor:

“Ahlak, din, metafizik ve diğer ideolojiler ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, o özerk görünümlerini artık koruyamazlar. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini (Verkehr) geliştiren insanlar, bu gerçeklikleri ile birlikte düşüncelerini de ve düşüncelerinin ürünlerini de değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.” (Marx, MEW Band 3, s.26-27).

Burada sorun, madde ve bilinç arasındaki ilişki sorunudur. Gerçekten çok karmaşık olan bu ilişki konusunda Marx ve Engels, ilk dönemlerinde idealizme karşı mücadelede maddi yaşamın önceliğini vurgularken, bilincin rolüne, özerkliğine yeterince yer verememişlerdir. Engels, 22 Eylül 1890 tarihli Joseph Bloch’a gönderdiği mektubunda, “genç Marksistlerin” her şeyi ekonomik temele dayandırdıklarını, siyasetin, hukukun, dinin vb. ekonomik koşullar üzerindeki etkisini incelemediklerini belirtir. Siyasetin, hukukun, dinin ekonomik koşullar üzerinde etkili olduğunu yeterince vurgulamadıkları için, gençlerin tarihsel materyalizmi yanlış anlamalarının sorumluluğunu üstlenir.

Marx, dinin toplumsal kaynağına (doğa karşısında çaresizlik vb.) dikkat çekmekle yetinmez. Dinsel düşüncenin nasıl oluştuğu sorunuyla da ilgilenir. Nasıl oluyor da maddi süreçlerin ideolojik biçimi, dinsel biçime bürünüyor? Yanıtlanması gereken önemli bir sorudur bu. Marx’a göre dinsel bilinç, tersine çevrilmiş dünyanın bilincidir.

Marx’ın yaklaşımı açısından din, kapitalizm öncesi devlet ve toplumun ürünüdür. Belirli bir toplumsal ve devlet düzeni dini üretmiştir. Ama bu devlet ve toplum, zaten tersine çevrilmiş dünyadır. Dolayısıyla tersine çevrilmiş olan devlet ve toplum, tersine çevrilmiş bir bilinç olan dini yaratmıştır. Marx şöyle yazar:

“Bu devlet, bu toplum, tersine çevrilmiş dünya bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri [devlet ve toplum Y.O.] tersine çevrilmiş dünyadır. Din, bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun popüler mantığıdır, onun spiritüel onuru [point d’honneur], coşkusu, ahlaki yaptırımı, törensel tamamlayıcısı, bu dünyanın genel tesellisi ve haklı gösterilmesidir.” (vurgu Marx) (MEW Band 1, s.378).

Burada “tersine çevrilmiş dünya” ile ne kastedildiğinin açıklanması önemlidir. Marx’a göre, kapitalizm öncesi toplumlarda, yaşamı belirleyen esas olarak ekonomik-toplumsal koşullar olmasına rağmen, bu durum, bilince yansımaz; toplumu yöneten yasaların esasında ekonomik yasalar olduğu görülmez. Din ve siyaset, ekonomik temelden tamamen bağımsız gibi görünür. Bu nedenle toplumun siyaset ve din tarafından yönetildiği sanılır. Toplumsal yaşamda, siyaset ve din ağır basar. Siyaset ve dinsel bilinç egemen bilinç haline gelir. Kapitalizm öncesi toplumlarda din, egemen bakış açısıdır ve dinsel görüşler, toplumun diğer tüm alanlarına (ekonomi, siyaset, hukuk, devlet, sanat vb.) damgasını vurur. Kapitalizm öncesi toplumlarda, ekonomik yasaların bilincine varılmadığı için, bir üstyapı olan din ve siyaset, toplumu yönlendirir görünür.

Marx, 30 Kasım 1842 tarihli Arnold Ruge’ye yazdığı bir mektupta dinin gökyüzünden değil yeryüzündeki koşullar nedeniyle yaşadığını şöyle ifade eder:

“Dinin kendisi gerçekte, içeriksizdir, din gökyüzünden değil, yeryüzündeki koşullar yüzünden yaşıyor, ve tersine çevrilmiş gerçeğin ortadan kalkmasıyla, din, kendiliğinden çözülecektir, ki din bu tersine çevrilmiş gerçekliğin teorisidir.” (vurgu Y.O.) MEW Band 27, s.412).

Marx, “dinin saltanat sürdüğü” kapitalizm öncesi toplumlarda, “dogmaların ve dogmalara inancın”, siyasete, hukuka ve kültüre egemen olduğunu vurgular. [Marx, MEW Band 3, s.19] Marx açısından din, belirli toplumsal koşulların ürünüdür. Ve toplumsal koşulların ortadan kalkmasıyla, bir toplum teorisi olarak bütün topluma düzen veren ve toplumu şekillendiren dinin, bir üstyapı teorisi olma niteliğini yitireceğine dikkat çeker.

Görüldüğü gibi dinin bir boyutu, toplumun ekonomisine, siyasetine, hukukuna ve kültürüne yön veren bir üstyapı kurumu olmasıdır. Kuralları ve normları belirleyen bir üstyapı teorisi olarak din, toplumsal düzenin meşrulaştırılmasını sağlayan en etkin güçtür. Dolayısıyla Marx’a göre, sorun dini eleştirmek değil, dini doğuran toplum ve devleti aşmaktır. Bu anlamda Marx, dini “ortadan kaldırma”yı (Abschaffung) değil, dini ve dinsel bilinci “aşmayı” (Aufhebung) savunur. Dinin ortadan kaldırılması değil “sönüp gitmesi” düşüncesi Marx’ın din konusundaki görüşünün merkezini oluşturur.

Kapitalizm öncesi din ile kapitalizmdeki din arasındaki fark

Marksist literatürde kapitalizm öncesi toplumdaki din ile kapitalizm dönemindeki din arasında ayrım yapılmaz. Oysa bu ayrım yapılmadan, kapitalizmdeki dinin farklılaştığını, kamusal alanın dışına atıldığını, dinin özel bir alan haline geldiğini açıklamak mümkün değildir. Her ne kadar Marx’ın bazı yazılarında, iki dönemdeki din arasındaki ayrımın tohumları olsa da, bu ayrıma ne Marx, ne Engels ne de Lenin dikkat çekmiştir. Şimdiye kadar gözden kaçan ve ihmal edilen bu noktaya parmak basmaya çalışacağız.

Marx, kapitalizm öncesi toplumlarda dinin egemenliğini, metafiziğin egemenliği olarak adlandırıyordu. Metafiziğin egemenliği ise, mutlak hakikat peşinde koşan dinlerin egemenliği demektir. Dolayısıyla kapitalizm öncesi toplumlarda iktisadi kavramlar değil, metafiziğin egemenliğine boyun eğen siyasal ve ideolojik kavramlar ağır basıyordu. Kısacası kapitalizm öncesi toplumlarda, siyasal-ideolojik yapı (üstyapı) egemen konumdadır. Kapitalizm öncesi toplumların en belirgin özelliklerinden biri “dinsel yabancılaşma” iken kapitalizmde esas olan “iktisadi yabancılaşma”dır. Her iki yabancılaşma da insanın kendisinin yarattığı şeylerin esiri olması anlamına geir. Dinde, insan kendi kafasından yarattığı şeyin (Tanrının) esiri olur; kapitalizmde ise, kendi eliyle yarattığı şeyin (metanın, sermayenin). Dinde, ideolojik fetişizm varken, kapitalizmde meta fetişizmi vardır. Marx bunu Kapital’in 1. Cildinde şöyle formüle eder:

“Nasıl ki dinde insan, kendi beyninin ürünü olan şeylerin egemenliği altına girmişse, kapitalist üretimde de, insanoğlu, kendi elinin ürünü olan şeylerin hükmü altına girer.” (vurgu Y.O.) [MEW Band 23, s.649].

Meta fetişizmi olarak kapitalizm, ideolojik fetişizm veya inanç fetişizmi olarak dine yeni biçimler kazandırır. Eski toplumda egemen olan dinsel fetişizm, fetişist karakterini kaybeder. Bu durum inanç biçimlerinde değişikliklere yol açar.

Kapitalizm öncesi dönemlerde din, topluma ve bireye yön veren bir üstyapı kurumu idi. İdeolojik fetişizm olarak din, toplumun siyasetine, hukukuna, sanatına egemen olan kapsayıcı bir teori idi. Kapitalizm ile birlikte, din belirli bir dönüşüme uğrar. Din, toplumun ekonomisine, siyasetine, hukukuna ve kültürüne yön veren bir üstyapı kurumu olarak, kapitalizmin iktisadi temelleriyle çelişir; din, toplumu yönlendiren bir ideoloji olmaktan çıkar, bireyin özel inanç alanı haline gelir. İdeolojik fetişizmin yerine, iktisadi yabancılaşmanın, meta fetişizminin geçmesi, dini dönüşüme uğratır. Kapitalizm öncesi dönemde toplumu ve devleti yönlendiren din, kapitalizmde kamusal alanın dışına atılır, din ve devlet birbirinden ayrılır. Din, özel inanç haline gelirken, bir yandan da, burjuva düzenini koruyacak yeni biçimlere bürünür.

Din ve inanç

Bazen dinin, inanç olduğu ileri sürülür. Bu durumda doğal olarak bazı sorular ortaya çıkar: Din nedir? İnanç nedir? Din ve inanç arasında nasıl bir ilişki var? Kesin hakikati dile getirdiğimi ileri sürmeden, dinin toplumsal ve bireysel iki boyutundan hareket ederek, din ve inanç arasındaki ortak ve farklı yanları açıklamayı deneyeceğim.

Kapitalizm öncesi toplumda din, esas olarak genel bir üstyapı teorisiydi. Üstyapı teorisi olarak dinin toplumsal ve bireysel boyutları vardı. Devlet ve toplum, kutsal kitaplara ve kutsal kitapların yorumlanmasından türetilen genel normlara, kurallara göre yönetiliyordu. Din, kutsal olana yönelik inancı sistematize eden toplumsal bir kurumdu. Burada din ve inanç arasında sıkı bir ilişki vardı. Kapitalizm önceki toplumlarda din, hem toplumsal bir olgu hem de metafizik olgudur. Dinin metafizik özelliğiyle kastedilen esas olarak şudur: Hegel’in dediği gibi, din, bilgiye değil inanca yönelir. Dinin esas temeli, doğaüstü bir şeyin varlığına veya insanın dışında bir öznenin varlığına inanmaktır.

Kapitalizm öncesi dönemde hem üstyapı olarak hem de metafizik özelliği ile dinler, genel tasarımları olan kutsal kitaplar oluşturmuşlardır. Henüz ekonomik yasaların bilincine varılamayan bu koşullarda, toplum genel olarak bu kutsal kitaplara göre yönetiliyordu. Dolayısıyla insanların kutsal kitaplara inanması ve onların dayattığı norm ve kurallara göre davranması gündeme gelir. İnsanların normları ve kuralları benimsemesi, bunlara inanması gerekirdi. Akıl, akılcılık biçimi, verili toplumsal koşullarda dinsel inanç biçimine bürünmüştü. Bugünkü bakış açısından geriye bakıldığında, aklın, dinsel inancın sömürgesi haline geldiği söylenebilir.

Marx, dini anlamak için, insan-doğa ve insan-toplum ilişkisinin incelenmesinin gerekli olduğunu belirtmişti. Marx, Kapital’de “Makine’nin Gelişimi” başlıklı bölüme düştüğü bir notta, teknoloji tarihini inceleyen bir araştırmanın ilginç olacağını vurguladıktan sonra şöyle der: “Teknoloji, insanın doğayla olan aktif ilişkisini, kendi yaşamının doğrudan üretim sürecini ortaya çıkarır.” Ve insanın doğayla ilişkisini ele almayan maddi temellere oturtulmamış bir din tarihinin eleştirel olamayacağını vurgular. [Marx, MEW Band 23, s.391] Alman İdeolojisi adlı eserinde, din tarihinin tek boyutlu olarak ele alındığına dikkat çekmişti.

Kapitalizme geçişle birlikte, daha önceki toplumsal düzenin bir üstyapı teorisi olan din, kapitalist toplumsal düzenin, özellikle dinamik ekonomik yapısıyla çelişkiye düşer. Bu durum, dinin bir boyutunun, yani üstyapı olma özelliğinin aşılmasını gerektirir. Dolayısıyla dinin üstyapı boyutu aşılırken, psikolojik ve metafizik ihtiyaçlara yanıt olan boyutu devam eder; özel bireysel bir inanç haline gelir. Dinin bir üstyapısı olarak egemen olduğu toplumda, inanç, esas olarak belirli kuralları yerine getiren eleştiri ve şüpheyi dışlayan kutsallaştırılmış dinsel inançtır. Dinsel bilinç biçimleri, insanların yaşam süreçlerinin kutsallaştırılması, yüceltilmesidir.

Tarihe baktığımızda, dinler, iki grup sorunla uğraşmışlardır: İnsan-doğa ilişkisi, insan-toplum ilişkisi. Budizm, insan ve doğanın birliğini savunurken; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, doğa ve insanı birbirinden ayırır. Tanrı’yı ve Tanrı’nın gölgesi olan insanı doğadan üstün görür. Verili toplumsal koşullar altında dinler bu sorulara, yanılsamalı olsa da yanıt vermeye çalışmışlardır. Bu yanıtlar, uzun yıllar insanın bilinci üzerine çöreklenmiştir. Bu nedenle din, bazı metafizik özeliklerini sürdürebilmektedir. Bu açıdan dinlerin tarih-üstü bazı özelliklere sahip olduğu söylenebilir. Dinsel inancın bir biçimde olsa da varlığını, yani insanın metafizik ihtiyaçlarının varlığını sürdürmesinin başka nedenleri de vardır. Burada üç nedene kısaca değinmekle yetineceğim:

Birincisi; dinsel yabancılaşmayı doğuran kapitalizm öncesi toplumsal koşullar ortadan kalkmasına rağmen, kapitalizmde iktisadi yabancılaşma, değişmiş dinsel eğilimlere zemin hazırlamaktadır.

İkincisi; egemen burjuva felsefesi, bütünlüğe ve mutlak bilgiye önem veren metafiziği küçümser, dahası bütünlük ve mutlak bilgi arayışlarını ‘metafizik’ diye reddeder. Burjuva felsefesi, doğa ve toplumda maddi yarar yetirecek kısmi bilim dallarına ve kısmi bilgilere önem verir. Bu nedenle, doğa ve toplum bilimlerindeki disiplinler esas olarak birbirinden ayrılmışlardır. İnsan aklının, bütünlük ve mutlak arayışını, burjuvazi tarihin metafizik mezarlığına göndermiştir. Oysa insanın, evren nedir, Tanrı var mıdır gibi soruları Kant’ın ortaya koyduğu gibi insanın metafizik ihtiyaçlarından kaynaklanır.

Modern çağda doğa bilimleri felsefeye uzak kalır, felsefe de doğa bilimlerine yabancı kalır. Marx, bu konuda şöyle yazar:

Doğa bilimleri engin bir etkinlik göstermiş ve durmadan büyüyen bir malzeme elde etmiştir. Bununla birlikte, onlar felsefeye ne kadar yabancı kalmışlarsa, felsefe de onlara o kadar yabancı kalmıştır. Bir anlık birlikleri sadece fantastik bir yanılsama idi. İstek vardı, ama yetenekler eksikti.” (Marx, MEW Band 1, s. 543).

İnsanın metafizik ihtiyaçlarının varlığını sürdürmesinin üçüncü nedeni; burjuva felsefesinin, tüm ahlaksal arayışları gündemden silmeye çalışmasıdır.

Metafiziği reddeden burjuva düşüncesi, eski metafiziği kaldırırken, yeni yorumlanmış dini muhafaza eder. Kapitalizm öncesi dönemde iki boyutlu (toplumsal yaşam biçimi ve metafizik ihtiyaç olarak din) olan dini, tek boyuta, yeni bir metafizik ihtiyaç düzeyine indirger. Toplumsal yaşamın dışına atılan din, yeniden yorumlanarak özel inanç alanı haline gelir. Burjuva uygarlığının, toplumsal yaşam biçimini değiştirmesi sonucu, din, bir üstyapı kurumu olarak esasen aşılmıştır, ama dinin metafizik bir başka boyutu varlığını sürdürmektedir. Marx, dinin ne olduğu konusunda hem Fransız Aydınlanmacılarından hem de kaba materyalist Feuerbach’tan farklı düşünür. Bunlar, dini tek boyutlu, bireysel düzeyde ele alırlar.

Dinlerin, hakikate ulaştıklarına ilişkin iddialar ileri süren genel dünya görüşüdürler. Doğaya, topluma ve insana ilişkin sistematik görüşler, normlar ve kurallar ileri sürerken, kapitalizmde inanç özel sorun haline dönüşür. Bireysel ve özel inanç, genel geçerliliği olmayan, herkesi bağlamayan bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla din, iki boyutlu olduğu için, toplumsal yaşam biçimi olarak kendini devam ettiremese de, metafizik bir ihtiyacın ürünü olarak varlığını devam ettirebilmektedir. Kapitalizm, metafiziğin hükümdarlığına son vermesine rağmen, dinsel ihtiyacı ortadan kaldırmadı ve kaldıramazdı. Dolayısıyla dini doğuran toplumsal biçim yok olmasına rağmen dinlerin varlığını sürdürebilmesi sorunu önemli bir sorundur. Bu konuda Marx, bir yazısında antik sanat ve kültürün modern dönemde hâlâ insanları nasıl etkileyebildiğini soruyor. Bunun araştırılmasını önermişti.

Marx, dini değil, dine ihtiyaç duyan devleti ve toplumu eleştirdiği için, dini toplumsal açıdan ele almayan ateizmi eleştirir. Ateizmin negatif bir din olduğunu söyleyen Engels, komünistlerin kendilerini ateist olarak adlandırmasını doğru bulmaz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz