Ana Sayfa Dergi Sayıları 49. Sayı Aydınlanma bağlamında türban tartışmaları

Aydınlanma bağlamında türban tartışmaları

Aydınlanmanın kökleşmesi için, özgürlüğün seküler temelini görmek, dinin ne olduğunu kavramak, özgürlük yandaşlarıyla dinler arasında geçmişte yaşanmış özgürlük çatışmasını unutmamak, idareyi maslahatçılıktan vazgeçmek, mahalle baskısını engelleyen önlemler almak, cemaatler temelinde siyaset yapmaktan uzaklaşmak, kutsalı sömürme anlayışından vazgeçmek, bilgi ve değerleri dinsel olandan uzak tutmak gerekir. Daha da önemlisi, liberalleşme adına, sosyal devleti yok edip, bireyleri, özellikle üniversite öğrencilerini, başörtüsünü bayrak edinen dinci cemaatlere ve yurtlarına muhtaç etmemek gerekir. Halk arasındaki yaygın deyişle, nasıl yarı hoca imandan, yarı doktor ise candan ederse; yarı aydın da Aydınlanmadan ve bilimden, sınırsız özgürlükçü liberal de özgürlükten eder.

104
0

Aydınlanma, Kant’ın meşhur söylemiyle, “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” Bu ergin olmayış durumu, aslında, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmayışıdır. Kant’a göre insan bu ergin olmayışa kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedeni de aklın kendinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır. Bu açıdan, “bilme ve tanıma yürekliliği göster”, “aklını kendin kullanma cesareti göster” deyişleri Aydınlanmanın parolasıdır. Bu parolaya rağmen, insan kendi aklını kullanma cesaretini neden gösterememektedir? Kant’a göre, doğa insanları yabancı bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyle, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca, kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalır. Aynı nedenle, bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Zira ergin olmama durumu çok rahattır. Kant’ın deyişiyle, benim yerine düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem pek de önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtarır. Kaldı ki ergin olmak, tehlikeye atılmak, kararlar vermek, yaşamın sorumluluklarını üstüne almaktır. Şu halde, her insan için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak hiç de kolay değildir.
Kant’ın değişiyle, Aydınlanma için özgürlük gerekir; fakat bu özgürlük, egemen gruplarca, çıkar odaklarınca, özgürlüklerin en zararlısı olan, aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden, kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğüdür. Ancak bu aklını kullanma özgürlüğünün tüm özgürlüklerden daha fazla sınırlandığını görürüz. Subay, düşünme eğitimini yap; maliyeci, düşünme vergini öde; din adamı, düşünme inan; siyasetçi de sorgulama bana güven, bana itaat et demektedir. Bir diğer deyişle çıkarı olan herkes, dur, düşünme, koşulsuz itaat et diye seslenmektedir.
Kant’ın söyleminde dile gelen, birey olma, aklını özgürce kullanma, yaşamın sorumluluğunu göğüsleme, sosyal baskılardan ya da mahalle baskısından kurtulma, ancak dogmatik düşünceden kurtulmakla, Aydınlanmanın olmuş bitmiş bir duruma işaret etmediğini anlamakla, sürekli Aydınlanma düşüncesinin yaşama geçirilmesiyle olasıdır. Kant’ta en klasik ifadesini bulan Aydınlanma düşüncesi, Batı toplumlarında sanayileşmenin getirdiği yeni üretim biçimine bağlı olarak, yeni bir siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel, dinsel vb. anlayışın oluşumuna işaret etmektedir. Bu yeni anlayışın üstyapı kurumları açısından en önemli olanları, özneleşme/bireyleşme, laikleşme, nesnel temelde bilgi ve değer üretmedir. Burada dile gelen unsurlara ek olarak, bilgi ve değer açısından birikimli ilerleme, nesnel temelde üretilen bilgi ve değerin evrenselliği, üretime yönelme gibi unsurları da anımsatmak gerekir. Kanımızca, tüm bu unsurların mihenk taşı, nesneler dünyasını ilgilendiren bilgi ve o dünya ile bir şekilde ilişkili olan değerleri algılama ve yeniden üretmede, bireylerin tüm dogmatik düşüncelerden arındırılmasıdır. Bir diğer deyişle, ortaçağların egemen bakış açısı olan, bilgi ve değerleri, nesneler dünyası yerine kutsal metinlerde, göksel kaynaklarda ya da o metnin yorumcusu sayılan kimselerde arama arayışından vazgeçilmesidir.

Kant’ın varisi ve Türk Aydınlanmasının mimarı: M. K. Atatürk
Bu türden bir anlayış, ülkemiz açısından bakıldığında, Cumhuriyet Aydınlanmasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Her ne kadar, daha II. Mahmut Dönemi’nden itibaren kimi yenileşme hareketleriyle karşılaşılsa ve bu yenilik hareketleri Tanzimat’la birlikte belli bir evrim geçirse de, bu dönemlerde yapılan yenilikler, ikili bir temelde yapılanmıştır. Yani bir yanda geleneksel, dinsel temelli kurumlar dururken, onların karşısına nispeten laik temelde yapılanan kurumlar oluşturulmuştur. Cumhuriyet’le gelen Aydınlanma, bu açıdan kararlıdır, bütünüyle laik bir temele oturtulmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyet’le/Atatürk’le gelen Aydınlanma ne yapmıştır? Kant’ın özleminde dile gelen söyleme paralel bir biçimde, geçmişin (Osmanlı’nın) kul anlayışından bireye, din odaklılıktan laik odaklılığa, ümmetten ulusa, dini hukuktan ussal-laik hukuka, din egemen eğitimden laik eğitime, din temeline oturan ekonomiden ussal temele oturan bir ekonomiye vb. geçiş yapmaya çalışmıştır. Bu tutumuyla, Atatürk/Cumhuriyet Aydınlanması, hümanist bir temelde, Tanzimat’tan beri süregelen ikircikli yapıyı saf dışı etmeye çalışmış, özgürlükleri laik bir temelde artırmayı hedeflemiştir. Daha yalın bir deyişle söylemek gerekirse, sosyokültürel alanda, Kopernik Devrimi’ne benzer bir devrim yaratmaya çalışmıştır. Yani bilgi ve değerleri göksel kaynaklarda arayan bakış açısını terk edip, dinamik ve eleştirel bir zemin olan dünyevileşmeye yönelmiştir. Bunu görmek için, kadın hakları, siyaset, hukuk, bilim, sanat, felsefe vb. alanında yapılan devrimlere kuşbakışı bakmak yeterlidir.
Peki, başarılı olmuş mudur ve eğer olmuşsa, başarısı hâlâ sürmekte midir? Bu konuda ne çok iyimser ne de çok kötümser olmalı. Çok iyimser olmamak gerekir; çünkü Türk Aydınlanmasının karşısında bulunan güçler, daha 1945’li yıllardan beri emperyalist güçlerle işbirliği yaparak kazanımların altını sürekli oymaya çalışmıştır ve bu süreç, hızlanarak devam etmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, laik eğitim sistemi altüst edilmiş, kapatılan tarikatlar, tekke ve zaviyeler, cemaat adıyla yeniden diriltilmiş, hatta sivil toplum örgütü unvanına kavuşturulmuşlardır. Çok kötümser de olmamak gerekir, çünkü yapıldıkları dönemde, altyapısı olmayan anılan devrimlerin, tarihsel süreçte, şu ya da bu biçimde kimi altyapıları oluşmuş ya da oluşturulmuş gibi gözükmektedir. Aslında içinde yaşadığımız dönemdeki toplumsal tartışma ve kırılma noktalarında çoğulcu bir sesle karşılaşmamız bu saptamamızın bir görüntüsüdür. En azından bu çoğulcu seste Cumhuriyet Aydınlanmasını savunanlar belli bir tarafı teşkil etmektedir.
Konuyu daha billurlaştırmak için, son dönemde gündeme gelen Anayasa değişikliği ve bu değişiklik bağlamında tartışılan türban/başörtüsü (ben kamusal alanda türbanla başörtüsü arasında kimilerinin yaptığı gibi bir ayrım yapmıyorum ve böylesi bir ayrımı yapay buluyorum) olayına analitik olarak bakmak yararlı olabilir. Ayrıca bu tartışmaya bağlı olarak, kabaca da olsa, ayrımlaşan grupların söylemini, yukarıda nispeten özetlediğimiz Kant’ın Aydınlanma imgesi ve bu imgenin Türkiye’deki izdüşümü olan Cumhuriyet/Atatürk Aydınlanmasıyla ilişkilerini de tartışma olanağına sahip olabiliriz.

Türkiye’de türban tartışmaları: Temel argümanlar ve kimi çelişkiler
Son dönemdeki türban tartışmalarına ana hatlarıyla bakıldığında, üç temel argümanla karşılaşıldığı söylenebilir.
İlkine göre türban, din ve vicdan özgürlüğü, daha genel bir deyişle insan haklarıyla ilgili bir konudur. Bu açıdan, üniversitelere giyimi yüzünden giremeyen gençler, ötekileştirilmekte, eğitim hakları gasp edilmektedir. Bu demokratik bir ülkede olmaması gereken bir durumdur. Müslüman olmayan Avrupa ülkelerinde bile bu konuda özgürlük, Türkiye’den daha fazladır. Bu yasağı destekleyen bürokratik yapı ve siyasi görüşler, anti-demokratik ve baskıcıdır. Bu tezi savunanlar, daha çok, İslami duyarlılığı ağır basan grupların temsilcileridir.
İkinci görüş, laiklik duyarlılığı ağır basan kesime aittir ve ilk tezin antitezi durumundadır. Bunlara göre, laik ve demokratik yapılanmalarda, kamusal alanlarda dinsel düzenlemelere gidilemez. Bu laik demokrasiyle örtüşmez. Üniversite kamusal alandır, oraya türbanın girmesi, anayasanın değiştirilemez maddelerine, özellikle laikliğe terstir; bunu eski Anayasa Mahkemesi kararları, hatta İnsan Hakları Mahkemesi kararı belgelemektedir. Bu açıdan ilk görüşü savunanlar, aslında şeriat özlemi içinde olan, takiyye yaparak adım adım Atatürk Aydınlanmasıyla gelen Türkiye’nin laik yapısını, demokrasi, insan hak ve özgürlüklerini kullanarak, değiştirmeye çalışmaktadır. Kaldı ki, türban Türk kültürüne ait değildir, siyasal bir simgedir. Daha da önemlisi onu, ılımlı İslamcılar eliyle ABD dayatmaktadır.
Üçüncü grup, daha çok liberal eğilimlileri temsil etmektedir. Fakat buradaki liberaller sermayeyle iç içedir ve iki grubu uzlaştırmaya çalışır gibi görünmektedirler. Onlara göre, gerginlik yaratan bu konuyu tartışmaktan vazgeçmek ve ekonomiye yönelmek gerekir. Öte yandan, bir mutabakat sağlanmadan bu türden gerginlik yaratan olayları ele almamak gerekir. Her ne kadar türban sorunu varsa ve bu özgürlükler kapsamında ele alınmaya uygunsa da, bu sorun ertelenmelidir.
Üç grupta özetlediğimiz bu anlayışlar, ana damarları gösteriyor. Fakat burada, her grubun içerisinde kimi alt anlayış ve argümanların bulunduğunu da kaydetmek gerekir. Bu alt anlayış içerisindeki en ilginç tartışma, Kuran’da türban ya da başörtüsünün olup olmadığı yönündeki dinsel içerikli tartışmadır. Burada Kuran’da başı örtmek yoktur diyenler, laik kesimde; vardır diyenler ise İslamcı kesimde genel bir kabul görmektedir. Bu açıdan biz, ilahiyatçı kimliğimizle soruna, Kuran ekseninde de bakmaya çalışacağız. Ancak bakışımızı sosyal bilimlerin metodolojisi ışığında bilimsel bir temelde yapılandırmaya özen göstereceğiz.

1. Argüman: Başörtüsü, hem dinin hem de insan hak ve özgürlüklerinin bir gereğidir
Gelin özetlemeye çalıştığımız, üç temel yaklaşımın argümanlarını analitik bir biçimde tartışma konusu yapalım. Önce ilk argümanı ve onun doğurabileceği sonuçları ele alalım. Argümanın özü, türbanın, din ve vicdan özgürlüğü, daha genel bir deyişle insan hak ve özgürlükleriyle ilintili olduğu şeklindeydi. Buna, özel olarak eğitim hakkını da eklemek gerekmektedir. Kanımca anılan argüman, ilk bakışta oldukça çekici ve ikna edici bir görünüme sahiptir. Zira hiç kimse, başkasına zarar vermediği sürece insan olmasından kaynaklanan haklardan mahrum edilemez; hakları sınırlanamaz. Hele eğitim gibi yaşamsal bir hak asla elinden alınamaz. Bu durum, kimi kesimlerce, özellikle halk tarafından türbanı savunanların niçin özgürlükçü olarak algılandıklarını anlamamız açısından önemlidir. Nitekim sırf bu durum yüzünden, türbanın kamusal alana girmemesi gerektiğini savunanlar, statükocu, anti-demokrat, anti-özgürlükçü gibi algılanmaktadır. Kant’a dönersek, Aydınlanmanın temeli özgürlük değil miydi? O halde, niçin Aydınlanma adına özgürlüklere karşı çıkılmaktadır? Anılan söyleme ve Aydınlanmada dile gelen özgürlüğe yönelik çözümlemelerimizi bir adım öteye taşımak için bu bağlamda iki temel sorunun sorulup tartışılması gerekiyor.
Bunlardan ilki, türbanın, din ve vicdan özgürlüğü ya da daha genel deyişle insan hak ve özgürlükleri kapsamında değerlendirilmesinin ne ölçüde doğru olduğudur.
İkincisi ise, anılan argümanları savunanların gerçekten özgürlük yanlısı olup olmadıklarıdır.
İlk soruya yanıt verebilmek için, din kavramının çözümlenmesi gerekir. Acaba din nedir? Yaşamın her alanını düzenleme yetkisine sahip midir? İnsan hak ve özgürlükleri adına dinsel hukuk karşısında verilmiş mücadelelerle elde edilen ilkeler buna izin verebilir mi?
Geleneksel anlamıyla ele alındığında, İslami literatürde din, insanı, dünya ve ahrette mutluluğa ulaştıran Tanrısal kaynaklı nizam, biçiminde tanımlanmaktadır. Bu haliyle din, insanın dünyevi yaşamını da biçimlendiren bir araçtır. Feodal toplumlara özgü bir anlayışı yansıtıyormuş gibi görünen bu tanımlama doğru mudur? Anılan tanım, eğer Kuran’ın sosyokültürel altyapısını, oluştuğu dönemle bağlarını, tarihsel yönlerini göz ardı edersek, gerçekten ona uygun bir tanımlamadır. Çünkü Hz. Muhammed sadece peygamber değil, aynı zamanda siyasal bir önderdir. Ancak sosyal bilimlerin metodolojisi ışığında konuya yaklaştığımızda, Kuran’ın sosyokültürel ve tarihsel arka planını görmezden gelmeye hakkımız var mıdır? Bu soruya bilimsel bir zihne sahip hiç kimsenin hayır diyebileceğini sanmıyorum.
Çünkü Kuran, 610-632 yılları arasında Hz. Muhammed ve sahabelerinin Mekke ve Medine’de yaşadıkları bir dizi, inançsal, kültürel, toplumsal, siyasal vb. sorunlarla bağlantılı olarak oluşmuş bir kitaptır. Bunun en açık kanıtı ise, Kuran’ın pek çok özel olaya değinmesi ve bu özel olaylarla ilgili olarak aktarılan ayetlerin, nüzul sebebinin bulunmasıdır. Kölelik, cariyelik sistemlerine ilişkin ifadeleri, Ebû Leheb ve karısına, Hz. Muhammed’in eşlerine, Zeynep’le evliliğine, savaşlarına, Ümmî Mektum’a, o dönemde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlarla tartışmalara vb. ilişkin ayetler, Kuran’ın sosyokültürel ve tarihsel altyapısının yadsınamayacağının açık göstergeleridir. Bu durumda, Hicaz bölgesinin toplumsal yapısının, orada yaşayan insanların siyasal ve toplumsal gereksinimlerinin, Hz. Muhammed’in bireysel ve toplumsal talep ve mücadelelerinin ve tüm bunlara bağlı olarak anılan coğrafyanın Kuran ayetlerinin toplumsal/nesnel belirleyicisi olduğunu kabul etmek zorundayız.
Bu durum, Kuran’ı tümüyle Tanrısal bir kitap olarak görsek bile değişmemektedir. Çünkü bir boşlukta varlık kazanmamıştır. Hz. Muhammed tarihsel kişiliğiyle, gücünü Tanrı inancından alan bir peygamber olmanın yanında, sosyal bir önderdir ve ortaya koyduğu sosyal proje, yaşadığı sosyokültürel ve tarihsel koşulların ve düzenleme yaptığı toplumun gereksinimlerinin bir ürünüdür. Aksi halde niçin Kuran’da kölelik, cariyelik gibi kurumlara yönelik düzenlemeler bulunsun? Niçin o dönemde yaşamış insanların adları Kuran’da geçsin? Yine niçin, sadece, Hicaz bölgesinde bilinen Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabilik gibi dinlerden söz edilsin? Niçin Çin, Hint, Amerikan yerlileri vb. dinine ilişkin ifadeler Kuran’da yer almıyor?
Burada bir noktanın daha altını çizmek gerekmektedir. O da, Mekke ve Medine’de ortaya konan ayet ve surelerin gerek konu, gerekse biçem (üslup) açısından farklılaşmasıdır. Bu farklılık, bilindiği gibi iki nedene bağlıdır: İlki, Mekke ve Medine toplumlarındaki toplumsal yapıdaki farklılık; ikincisi ise, Hz. Muhammed’in sosyal statüsünde meydana gelen değişikliktir. Hz. Muhammed acaba, Medine’de siyasal önder olmasaydı, Kuran’da siyasal, hukuksal, vb. düzenlemeler yer alır mıydı? Mekke döneminde niçin siyasal düzenlemeler yer almıyor da, Medine dönemindeki ayetlerde yer alıyor?
Tarihsel, sosyokültürel koşullu Kuran’daki toplumsal düzenlemelerden hareketle dini, toplumsal bir düzen olarak görmek ne ölçüde doğrudur? Onlardaki toplumsal düzenlemeleri, her çağ için geçerli düzenlemeler saymak ne ölçüde akla uygundur? Ne ölçüde gerçekçidir? Ortaçağlarda bile, Kuran’daki düzenlemeler, toplum geliştiği ve değiştiği için, gereksinime yanıt verememiş, Roma Hukuku ve Yahudi şeriatı örnekliğinde, Kuran dışında toplumsal yaşamı düzenleyen, icma, örf, maslahat, istihsan gibi yeni ilkeler ve kaynaklar bulunmuştur.
Şimdi, yeniden konumuza dönersek, türban sorununu, çizdiğimiz bu koşullar içinde nereye oturtmamız gerekir? Öncelikle belirtilmelidir ki, başı örtmeye ilişkin Kurani düzenleme, Kuran’ın oluştuğu sosyokültürel ve coğrafi koşulların bir ürünüdür. Nitekim düzenlemenin oluşması ikili bir aşama sergilemektedir. İlki Ahzap suresi 59. ayette ifadesini bulur ve özgür kadınlarla cariye kadınları birbirinden ayırma ereğine dönüktür. Ayetin nüzul sebebi, Arap gelenekleri uyarınca örtünmesi gereken özgür kadınların cariyelere özenerek örtünmede esnek davranmaları ve cariyeler gibi tacize uğramalarıdır.
Tefsirciler bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili şöyle bir olay aktarır: Medine’nin evleri dardı ve tuvaletleri dışarıdaydı. Kimi erdemsiz insanlar, bu durumdan yararlanarak kadınları gözetler, cariyeleri taciz ederdi. Cariyeler gibi giyinen kimi özgür kadınlar da, dışarı çıktıklarından tacize maruz kalırdı. Ahzap suresi 59. ayet bu olaylarla ilgili bir düzenlemedir. Gerçekten ayete bakıldığında, ayetin, “mümin kadınların ayırt edilmeleri ve incitilmemeleri için örtülerini üzerlerine almalarını” salık verdiği görülmektedir. Ayeti rivayet ışığında değerlendirirsek, özgür olmayan kadınların, yani cariyelerin, özgürler gibi örtünmedikleri, bu uygulamanın sosyolojik bir boyutunun bulunduğu görülebilir. Nitekim bu durum, İslam hukukuna da yansımış; cariyelerin, sadece zorunlu olarak, diz ve göbek arasını kapatması gerektiği söylenmiştir.
İkinci aşama Nur suresi 31. ayettir. Bu ayet örtünmeyi bir şekilde namusla ilişkilendirir ve kendiliğinden görünen yerler dışında diğer ziynetlerin gösterilmemesini salık verir. Genel kabul gören yorumlara bakılırsa kendiliğinden görünen yerler el ve yüzdür. Bu yorum, Esma ile ilgili bir hadise dayandırılır. Ayet “humur” terimini kullanmakta olup, onun göğüslerin üzerine salınması gerektiğini ifade eder. Son dönemde tartışıldığı gibi, gerçekten başı örtün ifadesi yoktur. Ancak, Kuran burada, yeni bir düzenleme yapmaktan çok, Arap geleneğinde var olan baştan aşağı örtülen örtü geleneğinde kısmi bir ıslah yapmaktadır. Çünkü rivayetlere bakılırsa, o dönemdeki kimi kadınlar, üstlerine baştan aşağıya uzanan bir örtü almakta, ama bu örtüyü arkaya atarak göğüslerinin üzerine salmamaktadırlar. Kuran bu örtünün göğüslerinin üzerine doğru uzatılması gerektiğini vurgulamaya çalışmaktadır. Bu yüzden orada başa vurgu yapması anlamsız görünmektedir.
Nitekim ayetin nüzul sebebi olarak şu olay aktarılmaktadır: Peygamberin hanımlarına ilişkin kimi dedikodular, kimi mümin kadınların, başlarını örtmekle birlikte cariyeler gibi göğüslerini sergileme istemleri, Hz. Ömer’i çok rahatsız etmiş, Hz. Ömer bu durumu, sık sık peygambere şikâyet ederek, bu konuda bir düzenleme istemiştir. Nitekim Hz. Ömer’le ilgili şöyle bir rivayet aktarılır: “Peygambere, ey peygamber, eşlerinin ve mümin kadınların örtünmelerini söyleseniz dedim, örtünme ayeti nazil oldu.”
Örtünmenin bir Arap geleneği olduğu ve özgürle cariye kadınları ayırma amacı taşıdığını belirten pek çok rivayet vardır. Bir rivayete göre, Hz. Ömer, bir kadını pazar yerinde tokatlar. Kadın, “Ben özgür birisiyim, beni Ömer nasıl döver?” diyerek peygambere şikâyet eder. Hz. Peygamber, Ömer’i çağırır ve kadına niçin tokat attığını sorar. Ömer’in yanıtı ilginçtir: Başı açık olduğu için onu cariye sandım. Bu olay, rivayete göre, örtünme ayeti emredilmeden önce yaşanmıştır. Bu rivayetler, başı örtmenin bir Arap adeti olduğunu, Hz. Muhammed’in yaşadığı Hicaz bölgesinde, özgür ve cariye kadınları ayırt etmeyi amaçladığını ve yer yer Arap namus anlayışıyla ilişkilendirildiğini göstermektedir.
Kanımca rivayetlere yansımamakla birlikte, başı örtmenin Hicaz bölgesindeki iklimle de yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Çünkü aşırı sıcak bölgelerde, erkekler bile, güneş çarpmasından korunmak için başlarını örtmektedir. Aynı gelenek, Arap erkekleriyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizdeki erkelerde de görülmektedir. Ancak coğrafi koşullara bağlı bu örtünme, kadınlar söz konusu olduğunda, gizli olanın çekiciliği artırması ilkesi ışığında, bir şekilde namusla ilişkilendirilmiştir.
Tüm bu açıklamalarımız neye işaret etmektedir? Aslında yanıt açıktır: Kuran’daki sosyal alana ilişkin düzenlemeler, oluştuğu tarihsel-sosyal koşulların ürünüdür; Hicaz bölgesinin 14 asır evvelki Arap geleneği, göreneği, kültürü, köleci toplumsal yapısı, iklimi ve coğrafyası ile ilgilidir.
Bizim bu çözümlememize şöyle bir karşı çıkışta bulunulabilir: Siz Kuran’a sosyal bilimlerin ilkeleri ışığında bakarak, bir sosyal bilimci gibi olayı çözümlemeye çalışıyorsunuz. Siz temel kabul olarak bilimi alıyorsunuz. Oysa karşıdaki gruplar, Kuran’da ortaya konan her şeyi din olarak kabul edip, onları öncesiz ve sonrasız Tanrı buyruğu olarak görmektedir. Bu yüzden siz ne söylerseniz söyleyin, bu gerçeği görmezlikten gelemezsiniz. Çünkü o da öyle inanmaktadır. Onun böyle inanması onun özgürlüğüdür. Aydınlanma da özgürlükten yana değil midir? O halde onu öylece kabul etmek, hak ve özgürlüklerini vermek gerekir.
Bu türden bir karşı çıkışa, üç temel uslamlamayla karşı konulabilir: İlki, Aydınlanmanın özgürlüğü, seküler temelde yapılanmış aklın özgürlüğüdür. Yoksa dogmalarla örülmüş, dogmalara bağlı aklın özgürlüğü değil. Zaten Aydınlanmacı anlamda özgürlükte, aklını kendi kullanma cesareti göstermeyenin özgür olduğu söylenemez. İkincisi, insan hak ve özgürlükleri, din karşısında verilmiş mücadelelerle elde edilmiştir. Şimdi bu birikimi reddedip, insan hak ve özgürlükleri adına mücadele edilmiş anlayışları özgürlükler kapsamında meşrulaştırmaya çalışmak, basılan dalı kesmek değil midir? Bu özgürlüklerden yararlanan dinin, özgürlükleri köktenci bir biçimde sınırlamayacağının garantisi nedir? Üçüncüsü, bir şey kutsal kitapta var diye din ve vicdan özgürlüğü ya da daha genel anlamda insan hak ve özgürlükleri kapsamına alınacaksa, o zaman şu paradokslu durumlar karşısında tavrımız ne olacaktır: Kuran hırsızın elinin kesilmesini, iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit olduğunu, kadına erkeğin yarısı miras vermeyi, müşrikleri bulduğumuz yerde öldürmeyi, zina edene sopa atmayı, içkiyi yasaklamayı, çok eşliliğe izin vermeyi, Tanrıya peygambere savaş açanları öldürmeyi, faizi yasaklamayı vb. istiyor. Müslüman Kuran’ın emirlerine uyan kimsedir; Müslüman’ın kendi inanç özgürlüğü açısından bunları isteme özgürlüğü de vardır.
Argümanları çoğaltmak mümkün ama gereksizdir. Eğer salt Kuran’da var diye başörtüsü din ve vicdan özgürlüğü kapsamında düşünülecekse, aynı düşünce, Kuran’daki diğer yargılar için de geçerli olmalıdır. Kuran oluştuğu koşullar gereği, din eksenli bir toplumsal yapıya vurgu yaptığı için, şeriat ilkelerinin tümü, din ve vicdan özgürlüğü, insan hak ve özgürlükleri temelinde meşru olacaktır. Hatta din toplumsal düzenlemelerin dışında, bilim, sanat, felsefe vb. insansal etkinlikleri güdümüne almayı talep edecektir. Çünkü Kuran’da bunlara ilişkin yargılar da bulunmaktadır.
Bu durumda, sosyal alana ilişkin düzenlemelerin salt Kuran’da var diye, insan hakları kapsamına alınması, laik toplumlar için paradoksal bir durum oluşturacak, insanlığın ve toplumumuzun elde ettiği kazanımları altüst edecek niteliktedir. İslamcılar belki, şeri bir toplum özlemi içinde olabilir, ama onlara özgürlükler adına destek veren kimi solcuların ve liberallerin böyle bir özleminin olduğunu sanmıyorum. Bu nedenle, kimi solcuların ve liberallerin, İran Devrimi’ni anımsamaları ve Kuran’ı okumaları gerekmektedir. Çünkü onlar, farkına varmadan, bastıkları dalı kesmektedir.
Burada bir noktaya daha değinmek gerekir: Kuran’ın tarihsel koşullar gereği ortaya koyduğu şeriat ve evrene ilişkin söylemleri din olarak kabul edilemez. Söz gelimi, “Ebû Leheb’in elleri kurusun, kurudu da”, ayetinin dinle ne ilişkisi olabilir? Bu yüzden, daha erken dönemden beri İslam’da din ile şeriat birbirinden ayrılmıştır. Bu açıdan şeriata karşı olmak, dine karşı olmak anlamını taşımamaktadır.
İslamcılar’ın, türbana endeksli özgürlükçü söylemine bakarak, özgürlükçü olduklarını söylemek de kolay değildir. Çünkü onlara göre doğru tektir; yani hak ve batıl vardır. Hak İslami düzendir; batıl ise diğerleri, başka bir deyişle ötekilerdir. Hak batılı mutlaka ezecektir. Hak ve batıl şeklinde mutlakçı bir çizgi çizen ve değerler alanında doğru tektir diyenlerin özgürlükçü olmaları nasıl beklenir? Öte yandan onların, adım adım, hak dedikleri düzeni getirmek için özgürlükleri ve demokrasiyi kullanmadıklarından nasıl emin olacağız? Daha da önemlisi, demokrasi, hak ve özgürlüklerin yandaşlarının, onları yok etmeye yol açacak akımlarca kullanılmasına izin verilmesi ne ölçüde doğrudur? Demokrasi ve özgürlük paradoksunu görmezden gelebilir miyiz?

2. Argüman: Türban laiklik karşıtlarının simgesidir
İkinci argümanı savunanlar, yani türban kamusal alana ve üniversiteye giremez; bu Türkiye’nin laik yapısına aykırıdır; türban bir üniformadır ve bunu ABD dayatmaktadır diyenler, çoğu kimselerce özgürlük karşıtı olarak algılansalar da, söylemleri yabana atılacak türden değildir. En azından onların savundukları özgürlük, Aydınlanmanın ileri sürdüğü aklın özgürlüğüdür. İnsanı dogmatizmden kurtarma özgürlüğüdür. Bu açıdan onları özgürlük karşıtı olarak görmek olanaksızdır.
Onların özgürlüğü, seküler düzlemde yapılanmış, dogmatizme dayanmayan bir özgürlüktür. Çünkü onlar, şeriatın ne olduğu konusunda belli bir sezgiye sahip. Başörtüsünün bir simge olduğunu, bu talebin ardının kesilmeyeceğini öngörüyorlar. Eğer bu anlamda bir ödün verilirse, bunun arkasının isteneceğini düşünüyorlar. Kanımca taleplerin ardının kesilmeyeceği öngörüsünü ciddiye almak gerekir. Bunun örneklerini dünyada gözlemlemiş bulunuyoruz.
Ancak bu ikinci argümanı savunanların önemli bir eksikliği bulunmaktadır; o da, argümanlarını bürokratik bir temelde savunmaları, yer yer devlet otoritesine başvurmalarıdır. Bu durum onların statükocu ve baskıcı olarak algılanmalarına neden olmaktadır. Oysa ikinci argümanın savunucularının konuya akademik bir dille yaklaşmaları, hak ve özgürlüklerin evrimine işaret etmeleri, dinler ile insan hak ve özgürlükleri adına geçmişte yapılan çatışmaları anımsatmaları, laik dünya görüşünün özgürlük imgesinin dünyevi temelini vb. ortaya koymaları gerekmektedir. Ayrıca demokrasi ve özgürlük paradoksunu sık sık işlemeleri gerekmektedir.
Kuşkusuz bu da yetmez; bir eğitim politikası oluşturmak ve bunu uygulamaya koymak için çaba sarf etmek gerekir. 12 Eylül’ün tırmandırdığı bu sorunlarda, her şeyi kutsalla ilişkilendiren mukaddesatçı eğitimimizin payını kim yadsıyabilir? Bu yüzden, eğitimi yeniden ele almak, eğer bir din eğitimi verilecekse, dine sosyal bilimler ışığında bakarak, dinsel metinlerin tarihsel-sosyokültürel bağını ön plana çıkaran bir anlayışı yerleştirmek temel olmalıdır.
Başörtüsü Kuran’da yoktur diyenlere sarılmak bir çözüm değildir; çünkü olsa uygulayacak mıyız? Açık olan, el kesme, köle, cariye, şahitlik vb. ilişkin yargıları Kuran’da var diye uyguluyor muyuz? Şu halde, Kuran’da var ya da yok tartışmasını bir kenara bırakıp, özgürlükleri, sınırsız özgürlük ve dogmatik temelde yapılandıran özgürlük anlayışından arındıran, seküler temelli özgürlüğe, daha da önemlisi akla ve bilime dayandırmaya yönelmek gerekmektedir. Bu sağlanırsa, o zaman, dine de bilimsel açıdan, yani bilimsel bir metodolojiyle, sosyolojik, psikolojik, tarihsel, antropolojik, felsefi vb. açıdan yaklaşmak olası olabilir. Yani bunun da özgürlüğü o zaman ortaya çıkabilir.

3. Argüman: Gelin uzlaşalım, yoksa ekonomi bozulur
Üçüncü argümanı, yani başörtüsü sorununu tartışmanın şimdi sırası olmadığını, aslında ekonomiye bakmak gerektiğini söyleyenler, sık sık uzlaşmadan söz etmektedir. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla uzlaşmadan kasıtları, başörtüsünü kamuya sokmak istemeyenlerin, diğerlerine yaklaşmalarıdır. Aslında, bu yaklaşımı savunanlar, Cumhuriyet’in Aydınlanmacı yaklaşımının sorunu çözmüş olduğunun, bir diğer deyişle, yasal düzlemde probleme kalıcı çözümü bulduğunun farkında değiller. Öte yandan bu grup, İslamcılığın ne olduğunu, onun stratejilerini hiç bilmemekte, hatta Aydınlanmanın özgürlük anlayışını bile kavrayamamaktadır. Böyle bir niyetleri de yoktur; çünkü onlar zengin aile çocuklarıdır; ekonomik çıkarları yürüdüğü sürece bir sorunları yoktur. Asıl sorun ekonomik çıkarlarını zedeleyen toplumsal çatışmalar ve gerginliklerdir. Oysa toplumsal çelişkiler, gerginlikler olmadan ilerleme nasıl olası olabilir? Diyalektik elbette işleyecektir; çünkü gelişme salt uzlaşının değil, karşılıklı çelişkilerin ürünüdür.

Sonuç: Yarı aydın bilimden, sınırsız özgürlük ise özgürlükten eder
Öyle görünüyor ki, Aydınlanmanın kökleşmesi için, özgürlüğün seküler temelini görmek, dinin neliğini kavramak, özgürlük yandaşlarıyla dinler arasında geçmişten yaşanmış özgürlük çatışmasını unutmamak, idareyi maslahatçılıktan vazgeçmek, mahalle baskısını engelleyen önlemler almak, cemaatler temelinde siyaset yapmaktan uzaklaşmak, kutsalı sömürme anlayışından vazgeçmek ve bilgi ve değerleri dinsel olandan uzak tutmak gerekmektedir.
Daha da önemlisi, liberalleşme adına, sosyal devleti yok edip, bireyleri, özellikle üniversite öğrencilerini, dinci cemaatlere ve yurtlarına muhtaç etmemek gerekmektedir. Atatürk Aydınlanmasını, sürekli Aydınlanmaya dönüştüremememizin temelinde, kimilerinin sandığı gibi, Kemalizmin üstten inmeci-baskıcı davranışıyla dini özgürlükleri tırpanlaması değil, aksine, Aydınlanmanın dünyevi odaklı özgürlüğünün ne anlama geldiğini kavrayamayan yarı-aydınlar yatmaktadır. Halk arasındaki, yaygın deyişle, nasıl yarı-hoca imandan, yarı-doktor ise candan ederse, tıpkı bunun gibi, yarı-aydın, aydınlanmadan ve bilimden, sınırsız özgürlükçü liberal aydın ve siyasetçi ise insanları özgürlüklerden etmektedir.
Yarı aydınların ve kaypak siyasetçilerin egemen olduğu bir toplumsal ortamda, Kant’ın ve Atatürk’ün özlediği Aydınlanmayı gerçekleştirmek için, her şeyi sil baştan yeniden ele almak ve yapılandırmaktan başka bir çare kaldı mı?