İbn Miskeveyh, dinle felsefenin uyumu ve aynı hakikatleri ortaya koydukları üzerinde durur. Ona göre, dinin ortaya koyduğu hükümlerle felsefenin ortaya koyduğu hükümler birbirinden farklı değildir. İbn Miskeveyh’in ahlâk görüşleri, gariptir ki, İslâm dünyasında, belli bir dönemden sonra, felsefenin öteki bölümlerine genellikle sempati ile bakılmadığı halde, hemen hemen her çevrede ilgi görmüş, her ahlâk görüşünün temelinde yer almıştır. Bir bakıma İslâm’ın resmî ahlâk felsefesi olmuştur.
Ebû Ali Muhammed b.Muhammed b.Yâ’kûb b.Miskeveyh, aynı zamanda tabib ve tarihçi olmakla birlikte ahlâkçı olarak tanınır. Yaşamı hakkında ayrıntılı bilgimiz yoktur. Onun Abbasîlerin Şii Büveyhîler döneminde yaşadığı biliniyor. Bir ara Büveyhî veziri İbn el-Muhallebi’nin kâtipliğini yaptı. Tarihçi Yâkût’un anlattıklarına bakılırsa, yakın dostu olan Ebû Hayyân et-Tevhidî (ölm.414/1023) ona Porphyrius’un Isagûci’si (Eisagoge) ile Aristo’nun Kategoriler’inin bir şerhini sağlamıştır. Ayrıca bir Hıristiyan yazar ve filozof olan Ebû’l-Hayr b. el-Hamar’la yakın ilişkileri olmuştur. Ayrıca Yâkût, onun kendisi gibi Tehzîb el-Ahlâk adlı bir eserin yazarı olan Yahya b.Adî’nin (ölm.364/974) eserlerine ilgi duyduğunu ifade ediyor. Öyle anlaşılıyor ki, İbn Miskeveyh ilk felsefe kültürünü bu kanallardan elde etti. Onun Şiraz ve Rey’de kütüphanecilik görevinde bulunması da, kültürel gelişiminde etkili oldu. H.42İ/M.1030 yılında oldukça geç bir yaşta öldü.
İbn Miskeveyh’in düşünsel kaynakları
İbn Miskeveyh, bir filozof ve ahlâkçı olarak, oldukça farklı kaynaklardan gelen malzemeleri bir araya toplayarak, bunlardan kendi amaçlarına en uygun olanlarını seçer ve kullanır. Çoğu Müslüman yazarlar gibi, kullandığı kaynaklardan söz etmek yerine, çeşitli görüşleri sıralamakla yetindiği halde, ahlâka ilişkin ünlü eserinde sözünü ettiği bazı isimlerden başlıca kaynaklarını öğrenebiliyoruz. Bunlar, başta Aristo ve Eflatun olmak üzere, Galen (ölm. 199), hakkında pek az şey bilinen Yeni-Pythagorcu Bryson, Yeni-Eflatuncu Porphyrius, ve Themistius’tur. Themistius Sokrates’le, Sokrates Hippokrates’le karıştırılır. Bu çeşitli kaynaklardan derlenen malzemeler Aristocu bir temel üzerine yerleştirilir. İbn Miskeveyh, bu kaynaklar yanında, Kelile ve Dimne’yi ve Kral Erdeşir’e alt bir eseri de görüşlerini desteklemek üzere kullanır. Kendisinden önce gelen İslâm filozofları arasında Farâbî’den çok Kindî’ye yakınlık duyar ve ondan çok yararlanır.
Öteki İslâm filozoflarında olduğu gibi, İbn Miskeveyh’te de Yeni-Eflatuncu bir renk taşıyan, birçok malzemeyi İslâmî gelenekle uzlaştırmak amaçlanır. Sözgelimi, Eflatun’un eserlerinde yer alan Yunan yasalarının yerini İbn Miskeveyh’te şeriat alır. Yine Yunan filozoflarının ahlâka ilişkin eserlerinde kendilerine sık sık başvurulan Homeros ve öteki Yunan ozanlarının yerini, İbn Miskeveyh’te Kur’ân âyetleri, hadîsler, Ebû Bekr, Ali, Hasan Basri ve ünlü Arap ozanları alır. Aristo’nun ahlâkında Homeros’un kahramanlarına özgü bir erdem olarak gösterilen cesaret, İbn Miskeveyh’in eserlerinde Tanrı yolunda savaşan kahramanlara özgü bir erdem halini alır.
Bir tarihçi olarak bakıldığında ise, İbn Miskeveyh tarihçiliği, derlenen malzemeleri yalnızca tarihsel bir sıraya koymak olarak görmez; yoruma ve olayları anlamaya önem verir; çünkü ona göre geçmişin bütün olayları insanların çıkar ağlarıyla örülüdür.
Bugün elimizde bulunan başlıca eserleri; felsefe ve ahlâka ilişkin olan el-Fevz el-Asgar’ı ve Tehzîb el-Ahlâk ve Tathîr el-A’rak’ı, çeşitli kaynaklardan derlenmiş bilgece deyişleri içeren Câvidan Hirad’ı ve tarihe ilişkini olan Tecârib el-Ümem’idir.
Tanrı’nın varlığı ve birliği
İbn Miskeveyh, kendisinden önce gelen Kindî ve Fârâbî gibi, dinle felsefenin uyumu ve aynı hakikatleri ortaya koydukları üzerinde durur. Ona göre, dinin ortaya koyduğu hükümlerle felsefenin ortaya koyduğu hükümler birbirinden farklı değildir. Dinin hükümleri felsefî bir yaşam için gerekli temel hazırlığı sağlar. Böylece İbn Miskeveyh, Yunan Felsefesinde dikkati çeken felsefî ilkelere göre dinî hükümlerin ve yasaların değiştirilmesini, yeniden düzenlenmesini düşünmez. Ona göre, mülhid, yalnızca dinsel geleneği değil, onunla birlikte Yeni-Eflatuncu felsefeyi de reddeden kişidir.
İbn Miskeveyh, felsefî ilimlerin sıralanmasında mantık yerine matematiğe öncelik verir; matematiği mantık, tabi’iyyât ve ilahiyat izler.
Fiziğe ve metafiziğe ilişkin düşüncelerini daha çok el-Fevz el-Asgar’da buluyoruz. Burada, temelde Aristo’nun görüşlerinin egemen olduğu Yeni-Eflatunculuğu izler. Tanrı’nın varlığı konusunda Aristo’nun “hareket kanıtını” kullanır. Ona göre bu âlemde varolan hiçbir cisim, her türlü değişmeyi içeren hareketten yoksun olamaz. Her hareket bir başlangıca ve sona sahip olduğuna göre, ondan yoksun olmayan bütün cisimlerin de bir başlangıç ve sona sahip olmaları gerekir. Ancak acaba bu hareketin nedeni nedir? Cismin kendisi midir, yoksa cismin dışında başka bir şey midir? İbn Miskeveyh’e göre, hareketin nedeninin cismin kendisi olduğu gözlemlerimize aykırıdır; çünkü hareketin nedeni cismin kendisi olsaydı, irâdi (istençli) harekete sahip olan insanın uzuvlarının, birbirinden koparıldıktan sonra da, hareketli olmaları gerekirdi. O halde hareketin nedeninin cisimden başka bir şey olması gerekir. İbn Miskeveyh kendileri hareket eden hareket ettirici nedenler dizisinin sonunda kendisi hareket etmeyen hareket ettirici bir nedende durması gerektiğini belirtir; çünkü nedenlerin sonsuzca uzaması imkânsızdır.
Kendisi hareket etmeyen bu hareket ettirici birden fazla olamaz. İbn Miskeveyh bu hususu, yani Tanrı’nın birliğini, tıpkı Kindî ve Fârâbî gibi kanıtlıyor. Eğer kendisi hareket etmeyen hareket ettiriciler birden çok olsaydı, onların aynı sınıfa sokulmalarını sağlayacak ortak bir tabiatlarıyla, onların birbirlerinden ayırt edilmelerini sağlayacak farklı özelliklerinin bulunması gerekecekti. Ancak bu ortaklık ve ayrılık onların her birinin özlerinin bileşik olduğu sonucuna iletir ki, böyle bir şey hareketin ilk nedeninde bulunamaz. Bu ilk hareket ettirici, ayrıca öncesiz olup, cismânî değildir; çünkü yalnızca öncesiz olmayan ve madde ile ilişkisi olan şey hareket halindedir.
Öncesiz ve maddeden ve maddî ilişkilerden tamamıyla uzak olan Tanrı’nın bizce kavranması güç hatta imkânsızdır; çünkü ne denli soyut olursa olsun bizim tüm kavrama işlemlerimiz temelde maddi algılarla bağımlıdır. Felsefî eğitimin amacı, kişiyi işte bu maddî algılardan tümüyle soyutlanmış salt aklî kavramlara ulaştırmak ve sonunda onun Mutlak Varlığı yani Tanrı’yı kavramasını sağlamaktır.
Tanrı’nın evreni yaratışı
İbn Miskeveyh, Tanrı evren ilişkisini, yani yaratılışı açıklarken, Kindî’yi yakından izler. Dehrîlere alt olduğunu söylediği madde ve suretin öncesizliği görüşünü eleştirir. Ona göre, maddede birbirini izleyen nitelik ya da suretlerin, maddeden ayrıldıklarında, mutlak anlamda yok olmaları gerekir. Eğer maddede yeni bir suretin varolmasıyla önceki suretin mutlak anlamda yok olmadığı ileri sürülürse, bu suretin ya bir başka cisme geçmesi ya da aynı cisimde varlığını sürdürmesi gerekir. Bu suretin bir başka cisme geçmesi düşünülemez, çünkü sözgelimi, küre şeklindeki bir balmumunu küp şekline dönüştürdüğümüzde, küre şeklinin bir başka cisme geçtiğini görmemekteyiz. Onun aynı cisimde kalması da söz konusu değildir; çünkü böyle bir şey iki zıt suretin aynı anda aynı cisimde varolmasını gerektirecektir. Öte yandan madde de hiçbir zaman suret ya da nitelikten yoksun olarak düşünülemez, maddeyi niteliklerinden ne kadar soyutlamaya çalışırsak çalışalım, sonunda yine töz ve suretten oluşan basit unsurda durmamız gerekecektir. O halde başlangıcı bulunan, suretlerle birlikte bulunmak zorunda olan madde de öncesiz olmayıp, bir başlangıca sahiptir. Kuşkusuz İbn Miskeveyh’in bu tartışma ve kanıtlama biçimi, Kindî’nin de önemli ölçüde etkilendiği kelâmcıların tartışma ve kanıtlama biçimini andırmakta ve sonunda evrenin yok iken yaratıldığı sonucuna varmaktadır.
Acaba başlangıcı bulunan bu çokluk evreni, nasıl olur da daha önce mutlak birliği kanıtlanan Tanrı tarafından yaratılabilir? İbn Miskeveyh bu soruyu yanıtlamak üzere, bu konuda düşünülebilecek olasılıkları sıralar: Ya her şeyin ilk nedeni olan Tanrı çeşitli güçlere sahiptir; bu çeşitli güçleri sayesinde çeşitli varlıkları yaratır; ya çeşitli varlıkları meydana getirmek için çeşitli aracıları kullanır; ya da çeşitli malzemeler üzerinde çalışır. Ona göre, sayılan bu olasılıkların hepsi de yanlıştır. Birinci olasılık yanlıştır; çünkü birbirinden farklı çeşitli güçlerin O’nda bulunması bileşikliğe yol açar; oysa Tanrı bileşik değildir. İkinci olasılık yanlıştır; çünkü kullanılan çeşitli aracılar Tanrı’nın kendisi tarafından yaratılabileceği gibi, bir başkası tarafından da yaratılabilir; oysa bu aracıların kendisi tarafından yaratılması başka aracıları gerektirir; başkası tarafından yaratılması ise Tanrı’nın birden fazla olduğu sonucuna iletir. Üçüncü olasılık da yanlıştır; çünkü yok iken yaratmayı değil, bir şeyden yaratmayı öngörür. O halde bir tek olan Tanrı’dan çokluğun çıktığı söylenemez. İbn Miskeveyh bu noktada kelâmcılardan ayrılarak Yeni-Eflatunculuğa yönelir. “Birden yalnızca bir tek şey çıkar” ilkesinden hareketle İbn Miskeveyh Tanrı’dan başlayarak her biri bir öncekinden sudûr eden (çıkan) ve giderek ruhânîliğini yitirip maddileşen bir varlıklar sıralaması ortaya koyar. Aşağıdan bakıldığında bu sıralama ilk maddeden başlayarak giderek ruhânîleşen bir gelişme çizgisi izler. İbn Miskeveyh bu gelişme çizgisini, Tavân es-Safâ’ya, ondan da önce Diodorus ve Anaximandros’a benzer bir biçimde türler arasında geçişi sağlayacak bağlantılar bulunduğunu ileri sürerek açıklar. Nefs sahibi cismânî varlıkların zirvesinde insan yer alır.
İnsan nefsi ve yetileri
İnsan nefsi çeşitli yetileri sayesinde hem bu dünya ile hem de ruhanî âlemle yakından ilişkilidir. Bu nefs, İbn Miskeveyh’e göre, maddeden bağımsız basit bir tözdür. Bu töz ne maddenin kendisi ne de onun bir sureti olabilir. Maddenin kendisi olamaz; çünkü madde kendisinde iki zıt sureti birden barındırmadığı halde, nefs algılama işlevi sırasında birbirinden farklı pek çok sureti birden algılayabilir. Öte yandan maddenin bir sureti de olmaz; çünkü çeşitli suretleri algılayan nefs, bu suretlerden biri olamayacağı gibi, onlar gibi değişken bir niteliğe de sahip olamaz. İbn Miskeveyh insan nefsinin cismânî olamayacağı konusunda, daha sonra İbn Sînâ’nın yeniden ele alıp, kullanacağı şu kanıtları da ileri sürer:
- a) Duyular güçlü bir uyarıcı karşısında, bir süre, daha zayıf olanlarını algılayamadığı halde, yalnızca insan nefsine özgü olan aklî yeti, ne denli soyut kavramlara ulaşırsa, o denli güç kazanı b) Akli faaliyet için maddî âlem bir engel oluşturmaktadır; nefs cismânî olsaydı, dış âlem aklî faaliyeti için bir engel oluşturmazdı. c) Cismânî olan insan bedeni yaşlanınca güçten düştüğü halde, aklî faaliyet yaşlandıkça güçlenir. d) İnsan nefsi duyu verileri ile ilgisi olmayan kimi önermeleri kavrayabilir; sözgelimi, iki zıt şey aynı anda aynı yeri işgal edemez. e) Duyulara egemen olan, bedeni ve bedensel organları yöneten, duyum yanılgılarını düzelten, bütün bilgileri birleştiren bir yeti, cismânî bir nitelik taşıyamaz. İnsan nefsi cismânî olmadığına göre, onun ölümsüz de olması gerekir; çünkü ölümlülük yalnızca cismânî olana ilişir.
Cismânî olmayan, basit, ö1ümsüz bir töz olan insan nefsinin, Eflatun’da da görüldüğü gibi, işlevleri açısından üç yetisi bulunur: a) Akli nefs (en-nefs en-nâtıka), b) Öfkeli nefs (en-nefs el-gazabiyye) ve c) İstekli nefs (en-nefs eş-şehvâniyye). Bunlardan yalnızca aklî nefs insana özgüdür; ötekiler hayvanlarda da bulunur. İstekli nefs haz veren şeyleri ve besinleri isteyen yeti; öfkeli nefs, korkulu şeylere karşı koyan ve göğüs geren yeti; aklî nefs ise nesnelerin hakikatlarını düşünme ve inceleme yetisidir. İbn Miskeveyh her yetiyi bedensel bir organla ilgili görür. Aklî yetinin bedensel organı beyin; istek yetisinin bedensel organı karaciğer; öfke yetisinin bedensel organı ise kalptir.
Erdem ve erdemli yaşam
İbn Miskeveyh, bütün bu psikolojik bilgileri, Tehzîb el-Ahlâk ve Tathîr el-A’râk adlı eserinde ahlâk ve eğitim görüşlerini temellendirmek üzere kullanır. İnsanın ahlâkî yücelişi ve düşüşü, nefsânî yetilerle doğrudan ilişkisi bulunan erdem (fazilet) ve erdemsizliklerin (rezîlet) sonucudur. Ona göre, aklî nefsin ılımlılığı (itidali), bilgi ve bilgelik erdemine; istekli nefsin aklî nefse uyumlu ve ılımlı hareketi iffet ve buna bağlı alarak cömertlik (es-sehâ) erdemine; öfkeli nefsin aklî nefse uyumlu ve ılımlı hareketi yumuşak huyluluk (el-hilm) ve sonunda cesaret (eş-şecâ’at) erdemine iletir. Bütün bu erdemlerden de onların yetkinliği olan adalet (doğruluk) erdemi ortaya çıkar. Böylece İbn Miskeveyh, Eflatun’u izleyerek temel erdemleri, bilgelik, iffet, cesaret ve adalet olarak belirlemektedir. “Erdemi iki aşırı uç arasında kalan orta yol” biçiminde tanımlamasında ise Aristo’dan yararlanır. Kişi bu erdemleri başkaları için kullanmadıkça onların sahibi olamaz. Sözgelimi, bir kimse, cömertliği başkaları için kullanmazsa, ona savurgan (minfâk); cesareti başkaları için kullanmazsa ona sert adam (el-anîf); bilgeliği başkaları için kullanmazsa ona gözlemci (el-mustabsır) denir. İstek ve öfke yetisi hayvanlarda da bulunduğu için, bu yetilere bağlı erdemler hayvansal erdemler olarak nitelendirilir ve onların yalnızca bu dünyada umut ve saygı kaynağı olduğu belirtilir. Yalnızca insana özgü aklî nefse ilişkin olan bilgelik ise hem bu dünyada hem de ötekinde umut ve saygı kaynağıdır.
Her erdem aşırı uçlar arasındaki orta yolu temsil ettiğine göre, yukarıda sayılan dört ana erdemden her birinin aslında iki karşıtı bulunmakla birlikte, onların gerçekte dört temel karşıtı, bilgisizlik (cehl), açgözlük (şerah), korkaklık (cubn) ve baskıdır (cevr).
İnsanlar arasında yaratılıştan erdemli ve iyi olanlar bulunduğu gibi yaratılıştan erdemsiz ve kötü olanlar da vardır. Onlardan bir bölümü ise yaratılıştan ne erdemli ne de erdemsiz olup, onların erdemli ya da erdemsiz olmaları yetiştirilmelerine bağlıdır. İbn Miskeveyh’e göre, bu üçüncü grupta yer alanların iyi bir ahlâk eğitiminden geçirilmeleri gerekir. Bu konuda o, ana hatlarıyla Aristo’nun önerdiği eğitim planını izler: Bedenin eğitimi, arzu ve tutkuların eğitimi ve aklın eğitimi. Aklın eğitimi hepsinden daha büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü ahlâkî yetkinliğe (kemâle) ulaşma çabasında aklî nefsin öteki nefsler üzerinde bütünüyle egemen olması gerekir.
İbn Miskeveyh istek ve öfke yetilerine bağlı olan hayvansal ya da bedensel erdemlerin insanın mutluluğu için yeterli olduğunu ileri sürenlerle, nefsin mutluluğa, ancak öldükten sonra kendisini bütünüyle aklî faaliyete verebilecek ve ilâhî aydınlanmayla aydınlanabilecek kadar özgür olduğu öteki dünyada ulaşabileceğini ileri sürenleri eleştirerek, Stoalılara, Pythagoras, Sokrates ve Eflatun’a ait olduğunu söylediği bu görüşleri Aristo ve Aristocuların görüşleriyle karşılaştırır. Aristo ve Aristoculara göre, beden yalnızca nefsin bir âleti olmayıp, insan beden ve nefsten oluşmaktadır; eğer kişi çalışırsa bu dünyada da mutluluğa ulaşabilir; insanların ulaşabilecekleri mutlulukların çeşitli dereceleri bulunmaktadır; bunların en yükseği, Aristo’nun Nikomakhos’a Ahlâk’ta belirtildiği üzere, sadece filozofun yaşamında gerçekleşir. İbn Miskeveyh, bu noktada Eflatun’u Aristo ile uzlaştırmaya çalışarak, sanki Fârâbî’den esinlenmişcesine, Aristo’nun bu dünya için, Eflatun’un ise öteki dünya için bize yol gösterdiğini ve onların görüşlerinin birbirini tamamladığını ifade eder.
Sevgi, dostluk, aşk ve Tanrı aşkı
Erdemli bir yaşam ancak başkalarıyla ilişkide bir anlam kazanır ve erdemler ancak toplum içinde uygulanma olanağına kavuşur. Bu nedenle, İbn Miskeveyh’e göre, toplum yaşamından uzaklaşarak, yalnızlığa çekilerek, zühd yoluyla erdemi aramak açık bir yanılgıdır. Zahidin yaşamının dindarca bir hayat olduğu söylenebilir, ama ahlâkî olduğu söylenemez.
İbn Miskeveyh’e göre, toplum içinde değer kazanan erdemlerin temelinde sevgi (muhabbet) bulunur. Ayrıca sevgi toplumu bir arada tutan önemli bir öğedir; onsuz bir toplumun varolması mümkün değildir. Aristo’dan farklı olarak, dostluğu (sadâkat) sevgiden ayırır. Dostluk sevgiden dar bir anlama sahip olup, sevgi gibi pek çok insan arasında bulunmaz. Aşk’a gelince, onun dostluktan da dar bir anlamı vardır; iki kişiyle sınırlıdır, maddî bir kazancın gözetilmediği ilişkileri ifade eder. Aşk sevginin aşırı olanıdır. Erdemlerin olduğu gibi onların temelinde yatan sevginin de iki aşırı ucu vardır. Aşk aşırı haz sevgisi olarak kötülenir, aşırı iyilik sevgisi olarak övülür. İbn Miskeveyh ahlâk konusunda hep ılımlılığı ön planda tuttuğu ve aşırılıkları kötülediği halde aşırı iyilik sevgisi olan aşkı övülen bir nitelik saymaktır. Bu, kuşkusuz sebepsiz de değildir. Öyle anlaşılıyor ki, İbn Miskeveyh bu noktada Eflatun’un tanrısal aşkına (eros) felsefesinde bir yer açmak istemektedir. Ona göre, insanda hazza, çıkara ve iyiliğe dayanan sevgi türlerinin ötesinde, bütün bunlardan daha üstün bir sevgi derecesi bulunur ki, bu insandaki tanrısal töze dayanan saf ve mükemmel aşktır. Bu aşk, sufinin Tanrı’sıyla bir olmasını, O’na benzemesini sağlayan türden bir aşktır; hiç eksilmez ve insanı hiç tatmadığı en yüksek hazza ulaştırır. İbn Miskeveyh’in tanrısal aşkın kaynağı olarak gördüğü insandaki tanrısal töz, insan nefsinin tanrısal olanla ilişki kurma yeteneğinde olan aklî yetisidir. İnsan, aklî yetisini kullanmak suretiyle maddesel ilişkilerden arınır, Tanrı aşkıyla dolar ve Mutlak İyi’ye, yani Tanrı’ya ulaşır. Ancak bu herkese nasip olmaz; çünkü insanların anlayış ve kavrayış yetenekleri birbirinden farklıdır. Bu nedenle insanlar farklı sınıflara ayrılırlar. İbn Miskeveyh, sonraki filozofların insanları Tanrı ile ilişkileri açısından dört sınıfa ayırdıklarını söylemektedir. Bunlar: 1) Bilginler sınıfı, 2) Bildiklerine göre hareket eden iyiler sınıfı, 3) Erdemli olup, halkın refahı için Tanrı tarafından elçi olarak gönderilenler sınıfı (resuller ve peygamberler), 4) Kendi nefslerini yenip, Tanrı’ya içten bir aşkla bağlı olanlar sınıfı.
Görüldüğü gibi, İbn Miskeveyh’e göre, tanrısal aşkın temelinde, bilgi ve felsefe yatar. Bu nedenle tanrısal aşkı tadanların sayısı filozoflarla sınırlıdır. İnsanın zihninde Tanrı’nın suretini oluşturup, O’nu yaratıcı sayması utanç verici bir şeydir. Tanrı’yı felsefe sayesinde yeterince tanımadan O’nunla gerçek bir ilişki kurulamaz. İbn Miskeveyh, Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi çocukla ana-baba arkasındaki ilişkiye benzeten Aristo’yu eleştirir. Ona göre ana-baba bizim cismânî varlığımızın nedeni olduğu halde, Tanrı bizim üstün varlığımızın, aklımızın varlığının sebebidir. Bu nedenle söz konusu ilişkiyi filozofla öğrencisi arasındaki ilişkiye benzetmek gerekir. “Bilge kişilerle, filozoflarla dostluk ana-babayla dostluktan daha yüce ve şereflidir; çünkü bilge kişiler nefslerimize özen gösterirler, gerçek varlığımızı teşvik edip, Rabbin katında mutluluğa ulaşmamıza yardımcı olurlar. Bu nimetler maddî nimetlere oranla üstün olduğu için, öğrencinin filozofla dostluğu insanın Tanrı ile dostluğuna daha yakındır”. Bu nedenle İbn Miskeveyh, öğretmeni, öğrencinin ruhanî babası (vâlid ruhanî) olarak nitelendirmektedir. Öğretmen öğrenci için beşerî bir rab (rabb beşerî) gibidir. İbn Miskeveyh’in burada Pythagoras kaynaklı ruhanî babalık düşüncesini geliştirdiği; Aristo ve Eflatun’un felsefesine eklediği görülüyor.
İnsanın olgunlaşması, hem bu dünya da hem de ötekinde mutlu olması için, felsefeyi tek gerçek eğitim (edeb hakikî) olarak gören İbn Miskeveyh, bu türden bir eğitimin temelinde dinsel bir eğitimin yer alması gerektiğine inanır. Hakikati dinsel biçimiyle ortaya koyan bu türden temel eğitim hem yetişmekte olan çocuklar hem de felsefî bir kavrayışa sahip olmayan sıradan insanlar için gereklidir. Bu görüşe dayanarak İbn Miskeveyh, ancak dinsel eğitimden geçen bir kimsenin felsefî ahlâk öğrenmeye girişebileceğini söyler. Hatta o, felsefe öğrenmeye ahlâkla başlanması gerektiğini belirtir. Kendi eğitimi sırasında İmru’1-Kays ve en-Nâbıga gibi ahlâkî gevşekliği konu alan şairleri okuduğu ve cismânî hazlara yönelik bir yaşam sürdüğü için hayıflanır.
İbn Miskeveyh, dinin koyduğu çeşitli ibadetleri kendi ahlâk felsefesinin ışığında yorumlamaktan çekinmez. Cemaatle namaz kılmayı, hacc ibadetini ve iki büyük dinî bayramı, başkalarına olan sevgi duygusunu geliştirmesi, toplumsal bağı güçlendirmesi ve insanda yaratılıştan varolan birlikte yaşama duygusunu açığa çıkarması şeklinde değerlendirir. Ona göre dinin bütün emirleri, son çözümlemede, filozoflara özgü özel dostluk ve sevgi biçimleri oluşturmayı ve Tanrı aşkı için bir temel sağlamayı amaçlar.
İbn Miskeveyh’in yukarda Tehzîb el-Ahlâk’tan özetlemeğe çalıştığımız ahlâk görüşleri, gariptir ki, İslâm dünyasında, belli bir dönemden sonra, felsefenin öteki bölümlerine genellikle sempati ile bakılmadığı halde, hemen hemen her çevrede ilgi görmüş, her ahlâk görüşünün temelinde yer almıştır. Bir bakıma İslâm’ın resmî ahlâk felsefesi olmuştur. Onun görüşlerinin Gazzâli’nin İhyâ’sında Ahlâkı Nâsırî’de ve Ahlâk-ı Celâlî’de izlendiğini görüyoruz.