Ana Sayfa Dergi Sayıları 138. Sayı Pop siyaset dili ve değişim fantazmagoryası

Pop siyaset dili ve değişim fantazmagoryası

966
0

Yeni durumlara yeni tabirler icat etmemiz gerekiyor. Merkezi kavramların şirazesinden çıktığı günümüz siyaseti de ‘Pop Siyaset’ diyebileceğimiz bir dile büründü. Peki bu siyaset dilinin kendine özgü formülleri, ortak yapısal özelikleri var mı? Üst metinde bize bir şeyler söylerken alt metinde aslında neler söylüyor? Ve pop siyaset dili karşısında elemiz kolumuz bağlı mı?

Pop, öznenin metalaştırıldığı durumlarda kullanılan bir tabir. Pop yaygın ve esnektir ama saygın bir tabir değildir, bir popüler tabiri hiç değildir. Kendini yaygınlaştırmak için kültürel ürünleri bir meta olarak sunar. Bu, yaratım faaliyetinde de, dağıtım faaliyetinde aynı meta kuralları ile işler. Örneğin müzikte pop star olarak tasnif edilmiş bireyleri de barındırır. Bu bireyler meta olarak star’a dönüştürülmüştür. Pop bir üretim bandıdır. Vidalar sıkılır. Öbür yandan meta çıkar.

Kültürel alanda pop hayatımızın bir parçası ve ona karşı oluşmuş belli bir bakış açımız mevcut. Ama siyasi söylemlerin poplaşması (popülerleşmesi değil) ve nihayetinde siyasetin kendisinin önüne geçerek bir pop siyaset alanı açması tartışmaya değer bir durum. Siyasi söylemin dağıtıldığı, tüketildiği ve yeniden üretildiği mecraların getirdiği değişimi az buçuk biliyor, tartışıyoruz. Sosyal medyanın ana iletişim mecrasına dönüştüğü son on yıldır Arap Baharından Haziran Ayaklanmalarına kadar toplumsal hareketlerde sosyal medyanın belirleyici etkisi her düzeyde araştırmaya konu oldu.

Bu değişimi özetlersek: Sosyal medya, alışıldık lineer ve tek taraflı bilgi alma ve bilgi değiş tokuş etme hattını alt üst etti. Üstüne bir de sosyal medyada nesnel bilgi ile öznel fikirler ve mavralar birbirine karıştıkça, “post ırmağında” her bir bilginin idrakine harcanan zaman düştükçe düştü. Bugün birkaç saniye içinde bilgi ediniyor ve sıradakine geçiyoruz. Dünyadaki olaylarla ilgili bilgi alma zamanımız, kedi videolarına harcadığımız zamandan daha az. Taraf olmak için “Devamını Oku” linkine tıklamaya bile mecalimiz yok, 140 karakterde tarihi hallaç pamuğu gibi atabilir, bir like ile toplumsal protestoya omuz verebilir, bir share ile naçizane kitlemize naçizane önderlik yapabilir hale geldik.

Pop siyaset dilinin formülleri

Evet, bunları biliyoruz. Asri zamanlarda yekpare zaman değersizleşirken, post anlarına parçalanmış zamanın biricikleştiğinin farkındayız. Yani söylemin dağıtım, tüketim ve yeniden üretim tarafındaki dinamiklerin az çok bilincindeyiz. Ama bilgi ve siyasetle olan gündelik imtihanımızın bir de öbür tarafı var: Tüketim mecrasının dinamiklerine göre siyaset dili nasıl kurgulanıyor? Radyo ya da televizyon baskın kitle iletişim araçlarına dönüştüğünde siyaset dili kendini nasıl bu mecralara göre yeniden keşfetmişse, şu anda da karşımızda eskisinden farklı bir siyaset dili var; hamaset, manipülasyon ya da propaganda gibi daha bildik tabirlere sığmıyor. Nihat Genç’ten ödünç alarak bu yeni kurguya pop siyaset diyebiliriz. (Nihat Genç, Cenaze mi, Bayram mı?, http://goo.gl/clkkqL)

Pop siyaset dilinin inşasındaki temel dinamikleri görebilmek aynı zamanda sağ siyasetin günümüzdeki söylemini deşifre etmemizi sağlayabilir. Ve elbette yeni bir sol siyaset dilinin mümkün olup olmadığını görmemizi sağlayabilir. Öncesini ihmal etmemek kaydıyla sağ siyaset dilinin pop siyaset devrine geçişine bir tarih koymak gerekirse Haziran Ayaklanmalarını esas alabiliriz. İronik ve tartışmalı bir milat gibi görünse de Haziran Ayaklanmalarının ortaya çıkardığı iki temel dinamiğin sağ siyaset tarafından sol siyasetten daha hızlı ve daha becerikli bir şekilde entegre edildiği söylenebilir. Sağın her zamanki becerisi işte…

Roland Barthes’ın Çağdaş Söylenler içinde incelediği örneklerden biri de bu dergi kapağıydı. Barthes bu fotoğrafın alabildiğini depolitize bir şekilde Fransız emperyalizminin meşruiyetini tesis ettiğini belirtir.

Neydi bu iki dinamik?

1) Haziran Ayaklanmalarında ortaya çıkan, duvarlarda, sosyal medyada, insanlar arasında fırtına gibi esen mavra dili. Bu dilin çekiç gibi kısa ve vurucu karakteri, pop siyaset dilinin teknik olarak ödünç aldığı ama organik karakterinden sıyırıp şekilsel kıldığı unsurdur.

2) Haziran Ayaklanmaları, o güne dek apolitik diye yaftalanan genç kitleleri politikaya duyarlı hale getirdi. Bu bildiğimiz anlamıyla bir politikleşme değil, politikaya duyarlı hale gelme süreciydi. Politikleşmenin içermesi gereken politik bilinç ve politik kültürü illa da gerektirmeyen, daha naif ve hümanist duyarlılığın artması olarak yorumlanmalı. Dolayısıyla Haziran Ayaklanmalarıyla birlikte politikaya duyarlı yeni, geniş ve siyasi içerikleri tüketmeye, onları yeniden üretmeye, tepki vermeye ve taraf olmaya hazır bir kitlenin çıktığını tespit edebiliriz.

Haziran Ayaklanmaları sonrasında iyice tırmanan politik mücadele ve arka arkaya gelen seçimler sağ siyaset dilini kendini yeniden kurgulamaya itti. Altındaki zeminin kaydığını hisseden sağ siyasetin kendini onarması, tabir-i caizse kendini yeniden paketlemesi gerekiyordu. Paketin içindekilerin aynı kalmasında zarar yoktu; paketin yenilenmesi, hedef kitlesinin ve tüketim şeklinin genişlemesini sağlamaya yönelikti. İleriye doğru bir hamle havası yaratmak yeterliydi. Aradan geçen 2 yıl içinde kitle iletişim mecralarındaki siyaset dilinin bu dinamiklere uygun olarak hızla dönüştüğünü ve bunun özelikle genel seçimlerdeki propaganda sürecinde olgunlaştığını söyleyebiliriz ama unutmayalım ki bu dil sadece bir seçim dönemine özgü bir propaganda dili değil, ondan çok daha kalıcı hegemonik bir siyaset dilinin uzantısı…

Pop siyaset dilinin çıplak hali

Pop siyaset dilini deşifre etmek için ardımızda geniş bir literatür var, sadece tek başına Roland Barthes’ın mitler kavramını anlatırken sıraladığı 7 mekanizmanın hâlâ yürürlükte olduğu kesin. Ama kültürel pop söylemleri deşifre ederken kullandığımız bu formülleri siyasi söylemleri analiz ederken kullanmaya pek eğilimli değiliz. Bunun bir nedeni de Türkiye özelinde siyaset dilinin artık tamamen pop siyaset alanına geçmesidir denebilir. Bugün televizyonlara, köşe yazılarına baktığınızda siyasi vaatlerin nasıl satılabileceği üzerine büyük bir tartışma dönüyor. Siyasi söylemin metalaştığı nokta budur ve Türkiye bunu aşırı dozda yaşamaktadır.

Buradaki amacım, pop siyaset dilini eksiksiz ve kusursuz bir bütünlükle analiz etmek olamaz elbette? Sadece dolaşımdaki güncel örneklere bakarak pop siyaset dilini afişe edebileceğimiz, foyasını ortaya çıkarabileceğimiz bazı ortak özelikleri tartışmaya açmaya çalışıyorum.

Şekil 1

Pop siyaset dilinin yapısını kabaca alt ve üst katmanda işleyen belli formüllere ayırmak mümkün. Alt katman stratejik, ideolojinin üretildiği alan iken, üst katman taktiksel, kitleyi avlayacak oltalardan oluşuyor. Bu oltalar çoğunlukla tarih boyunca kullanılan demagoji ve propaganda tekniklerinden oluşuyor ve değişik oltalar bu alana girip çıkabiliyor. Hayatımızı meşgul eden tartışmaların da genelde bu üst katmandaki unsurlar üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz. Oysa asli tartışmanın, kalıcı ve öze yönelik ideolojik formüllerin yer aldığı alt katman üzerinde yürütülmesi gerekmez mi? Üst katmandaki her formül kendi başına geçici unsurlar iken, alt katmandakiler sıkı ve karşılıklı bir ilişki içinde. Bu durumda, pop siyaset dilinin manzarasını yukarıdaki şekilde görselleştirebiliriz.

Üst katman: İdeolojik oltalar

Öncelikle üst katmandaki formüllerden birkaçına kısaca değinelim. Bunlar az buçuk aşina olduğumuz teknikler zaten.

Ya Ben / Ya Felaket: İki farklı önermeden birini seçme zorunda bırakan bu formül, alternatifinin “felaket” olacağı durumlarda tek çarenin “bu taraf” olduğunu vurgular. Retorik, bu sonuca ulaşmak için kurgulanır. Tıpkı taraflı anket soruları gibi. Belli bir mantık dizgesinde ilerleyen sorular yönelterek istediğiniz her yanıtı almanın mümkün olduğunu biliyoruz. Örneğin “Bu ülke parçalansın mı istiyorsun?” sorusuna cevabınız “Hayır” ise devam eden sorulara bu mantık dizgesinde yanıt vererek, MHP, CHP, AKP ya da HDP’nin “bölünmeme çözümüne” destek verir durumuna gelmeniz işten bile değil. Bu yönlendirmenin kör gözüme örneklerinden biri seçim öncesi sosyal medyada dolaşan “Kararsız Kalma” adlı bir test sitesiydi. (kararsızkalma.com)

Ya Ben / Ya Felaket formülünün en uç noktası tüm söylemi tek bir şeyin karşıtlığına ya da taraftarlığına kilitlemektir. Bu AKP’nin bugüne kadar girdiği tüm seçimlerde kullandığı temel formüldür: “Askeri vesayet mi, ben mi?”, “Paralel mi, ben mi?”. Son seçimlerde, başarısı kanıtlanmış bu formül HDP tarafından da başarıyla uygulandı: “Başkanlık mı, ben mi?”

Siyah/Beyaz: Basit ve her zaman işleyen bir formül olarak “karşı tarafın” siyah olarak tanımlandığı durumda “bu tarafın” kendiliğinden beyaz hale gelmesidir: “Tayyip mi, demokrasi mi?” retorik bir sorudur, cevabı, en azından hard core AKP seçmenleri dışında bellidir. Söylemin kapısını buradan açtığınızda kendinizi otomatik olarak beyaz tarafında tanımlar, siyaha karşı olan tüm kuvvetleri kendi beyaz bayrağınız altında birleştirirsiniz. Size teslim olurlar. Teslimiyet de bildiğimiz gibi bulaşıcıdır. Teslim oldunuz mu, teslimiyeti rasyonalize etmek için binlerce sebebin sizin adınıza üretilmesi gerekmez, o sebepleri siz arka arkaya sıralarsınız: “X’i desteklemeliyim, çünkü Y kötü”.

Delacroix’nın ünlü tablosu ile Gezi’deki bir enstantanenin tesadüfi benzerliği bir tesadüf mü diye sorulabilir. Haziran Ayaklanması sonrasındaki dönemde kimi kesimler bu fotoğraftaki bayraktan, kimileri de “Nişantaşılı topuklulardan” rahatsız oldu. Yoksa tıpkı 15-16 Haziran’da işçilerin Türk bayrağıyla yürüyüşe geçmesi gibi Haziran Ayaklanması’ndaki bu an da orta sınıfların uluslaşma sürecinin yansıması mıydı?

Oyuncak Kelimeler: Tartışmanın yönünü değiştirmek ve tartışmanın çerçevesini kontrol edebileceğiniz şekilde muğlaklaştırmak için bulunmaz bir ilaçtır. Siyasi tartışmalara birden giren ve popülerleşen restorasyon bu tür bir oyuncak kelimedir. Kavram değildir, çünkü içi doldurulmamış, kasti olarak muğlak bırakılmıştır. Ama bu oyuncak kelimeler sağ ideolojinin laf kalabalığı için biçilmez kaftandır. İlginçtir ki, restorasyon kelimesi Ahmet Davutoğlu tarafından AKP kongresindeki konuşmasında resmi olarak tedavüle sokuldu. Ne demişti A. D.: “Son 12 yılda gerçekleştirilen büyük restorasyon hareketi hiçbir ara ve kesintiye uğramadan devam edecektir”. Bu kelime onun dilinde AKP döneminin icraatlarına verilmiş yaldızlı bir isimdi. Ama AKP’nin KOBİ’leri (Küçük ve Orta Boy İdeologlar olarak okuyunuz) tarafından hemen benimsendi ve farklı nüanslarla herkesin ayrı bir restorasyon kavramı ortaya çıkıverdi. Bu kelimede, Davutoğlu’nun telaffuz etmediği olumsuz anlamları bulan ilk kişilerden biri Ahmet İnsel’di ama aynı yazıda bu kelimenin kaba bir şekilde gericiliğe ya da ilericiliğe işaret eder şekilde yorumlanmasına da karşı çıkarak kelimeye ilk muğlaklığı kazandırmış oldu. (Ahmet İnsel’in yazısı için: http://goo.gl/CYo9bf) Kısa zamanda bu kelime içselleştirildi ve farklı kalemler tarafından olumlu bir anlamı varmışçasına yeniden kurgulandı. Seçim sürecinde RTE muhalifi (AKP’ye karşı güçlü bir muhalefet olmadı çünkü) olarak gördüğümüz KOBİ’ler de seçim sonrasında restorasyon kelimesini koalisyon tartışmalarının merkezine yerleştiriverdiler. Yani kelimenin tanımı gereği de gerici olan restorasyon, ilerici bir kavrammış gibi siyasi tartışmalara dahil edildi. Bu yanar döner kelimelerin muğlaklığı sayesinde her sağcı icraat duruma göre her kesimi memnun etmeye yarayan bir oyuncak gibi uzun süre kafaları meşgul edecek. (Kelimenin güncel ve tamamen olumlu kullanımına bir örnek için de buraya bakabiliriz: Nuray Mert’in yazısı için: http://goo.gl/fXwxxH Artık resmi olarak bir restorasyon döneminden ve restorasyon ihtiyacından söz ediyoruz yani. Ama hangi döneme ve hangi nizama gönderme yaptığını bilmeden… Yine de Oyuncak Kelimeler’in alt katmanda tartışacağımız Kavrambozum unsuru kadar güçlü ve stratejik olmadığını, taktiksel, gündelik laf salatasının bir parçası olduğu ayrımını belirtmek ve ikisini karıştırmamak lazım.

Sorulmayan Sorulara Cevaplar: Doğmamış çocuğa mektup yazmaya benzemekle birlikte asıl ve can yakıcı sorulara cevap vermemek ve hedef saptırmak için tali argümanlara net ve baskın karşı-argümanlar üretmek olarak tanımlanabilir. Bu formülün en güzel uygulandığı yerlerden biri sivil bir inisiyatif olan 10’dan Sonra hareketinin ürettiği “HDP’ye Oy Verebilirdim Ama…” başlıklı soru/cevap formatlı sosyal medya posterleriydi. Ama bu örneği asıl vurucu kılan, asli ve sol soruları es geçerek sağ sorulara odaklanmasından daha çok, alt katmanda yer alan tarihdışılık formülünü çok başarılı bir şekilde uygulamasıydı. O yüzden bu örneği tarihdışılık başlığında tekrar ele almak gerekiyor.

Yukarıda kısaca değinilen birkaç temel formül üst katmanın tamamını oluşturmuyor elbette. Demagojinin ve propagandanın tüm bildik formülleri taktiksel olarak bu havuza girip çıkabilir, zarf değişebilir. Bu formüllerin temel işlevi alt katmandaki stratejik unsurları hedef kitle için doğru ve albenili bir şekilde paketlemekten ibaret. Ama ikinci ve kritik bir işlevi daha var, alt katmandaki ideolojik söylemin üstünü örtmek, siyasi tartışmaları üst katmanla sınırlı tutmak. O yüzden odağımızı alt katmana göre ayarlamamız gerekiyor.

Alt katman: pop siyasetin ideolojik aygıtları

İdeolojinin üretildiği alt katmandaki formüllerin hepsinin merkezinde Tarihdışılık var. Bütün diğer formüller onun çıktısı ve onu besliyor. Dolayısıyla öncelikle bu kavramı didiklememiz lazım.

Tarihdışılık: A. H. Tanpınar’ın söz ettiği “yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışının” tam tersidir tarihdışılık. Parçalanmış, atomlarına ayrılmış, bugüne indirgenmiş bir anın durgunluğudur. Zücaciyeciye dalmış bir filin her kavramı, her olguyu, her olayı fütursuzca dağıtarak, geçmiş ile gelecek bağlamından tamamen koparılmış bir bugün yaratmak için kullanmasıdır. Bu kurgusal bugündeki hiçbir şey kalıcı değildir, havada uçuşurlar, duruma ve işlevine göre farklı, gerekirse öncekiyle çelişecek şekilde tekrar düzenlenebilir, alabildiğine esneyebilir ama hiç kırılmazlar. Karşı-argümanlarla, karşı-kültür ataklarıyla her kırılmaya yaklaştığında tekrar uçuşarak farklı şekilde bir araya gelirler. Rasyonel ve bilimsel olana bağışıklığı vardır, çünkü irrasyonel ve bilimdışıdır. Bugünün sonsuz bir geçmişe ve sonsuz bir geleceğe doğru genişlediği, önümüzdeki ve ardımızdaki ufku istila ettiği bitmek bilmez bir uzam yaratır.

Tarihdışılığın yarattığı bugün, tanımsız ama ilahidir. Geçmişe ve geleceğe bugün içinden yeniden ve yeniden tanımlama gücü verir. Bu gücün meşruiyetini tanıyanlar, yani güce boyun eğenler de geçmişin ve geleceğin kartlarının her seferinde tekrar dağıtıldığı bu oyunda bir şansa sahip olacaklardır. Yani tarihdışılık kitlelere, onu destekleyerek, yayarak ve tekrar üreterek ona dahil olma hakkı tanır. Bugüne taraf olmayan bertaraf olacaktır çünkü. Tarihdışılığın dili o kadar yavşak ve o kadar kapsayıcıdır ki dağdaki çobanla şehirdeki entelektüeli eşitler, bu imge üzerinden de kendi demokrasisini kurar.

Tarihdışı demokrasi her tür kuruma, kurulu düzene, kırmızı çizgiye muhaliftir, çünkü düşünsel olarak hapsedilmek istememektedir, alabildiğine yayılmak, omnipresent olmak ister. Tarihin içinde, dünden bugüne belli bağlamlar ve kavramlar etrafında oluşmuş her yapı ancien regime’dir onun için. Tek bir yargıya dayanır, bugüne. Her şeyi bugün adına geçersiz, köhnemiş ve anlamsız ilan eder. İlahi Bugün geçmişe ve geleceğe şöyle bir bakmış ve bir Sezar edasıyla başparmağını aşağıya çevirmiştir. Kitleler her gün bu jesti alkışlar, bu jestle hazza boğulur; yıkımın, değersizleştirmenin ve aşağılamanın aracılığıyla katharsis sağlanır. Kutsal olan her şey alaşağı edilmiş, geriye Sezar’ın jesti ve kitlelerin hazzı kalmıştır.

Bakmayın bu apokaliptik tasvirlerime siz benim, tarihdışılığı yaratmak çocuk oyuncağıdır. Alabildiğine basit bir mekanizma üzerinden üretilir ve tarihdışılığın üretimine koşulan entelektüel kadrolardan da özel bir zeka pırıltısı ve liyakat beklenmez. Tek yapmaları gereken doğru düğmeleri çevirmek, bir şeyleri oradan alıp buraya koymaktır. O yüzden klasik anlamda büyük teorisyenleri yoktur, KOBİ’leri vardır. Vasatlık tercih sebebidir. Farkındasınız ki, yukarıdaki tasvir aynı zamanda AKP ideolojisi dediğimiz şeyin tasviridir. Ve farkındayız ki AKP ideolojisi gazete köşelerinde, televizyondaki Hacivat ve Karagöz tartışma programlarında, metrobüs durağında beklerken “ama çalışıyorlar” diyenlerle, kirasını ödeyemeyen ama döviz kurundaki dalgalanmalardan dertlenenlerle inşa edildi. RTE’yi yaratan AKP ideolojisiydi, tersi değil. Bugün RTE’siz bir AKP ideolojisinin restorasyonundan söz edenlerin, AKP’yi iyi dönemi/kötü dönemi diye ayıranların ağzına almadıkları gerçek de budur. RTE tarihdışı bir ideolojinin taşıyıcısı olarak hâlâ meşruiyetini korumaktadır. Başında bulunduğu her kuruma muhaliftir, 13 yıllık cazibesini buradan alır. Bugünün kılıcıyla tüm siyasi sistemi bekleme odasına alma yetkisiyle ideolojik olarak ilk günden donanmıştır. RTE ile ilgili sorun, yıktıklarının yerine bir şey kurmak istediğini söylemesidir. Ne kurmak istediğini söylemese de, kurma eyleminin iması bile dışlanmasına yetmiştir. Çünkü tarihdışılık kurma ile ilgilenmez, yıkma iledir onun işi. Kurulan her şey tarihdışı ideolojiyi tehdit etmektedir çünkü. O sürekli, dilim dilim, parça pinçik, dirhem dirhem, geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar tüm vücudu yemenin peşindedir.

Sağ ideolojinin kendini böylesine tarihten azad etmesi ve korumaya alması nereden bakarsanız bakın şanlı bir zaferdir. Tarihsel bağlamın, rasyonel ve bilimsel olanın içinde şekillenmiş sol ideoloji ile hasım olmaktan kurtarmıştır onu, küresel çapta aynı ideolojiyi fabrikasyon olarak üretebilir konuma gelmiştir.

Kavrambozum: Tarihdışılık için kavramlar tedavülden kalmış bir geçmişin, rasyonel olanın zincirlerinden başka bir şey değildir. Kavramsal bir tartışma tuzaklarla doludur, geçmişte söylenenlerin, fiillerin gelecekte bedelinin ödenmesini gerektirir. O yüzden siyasi kavramlar çok basit bir yöntemle bozulur, başına bir sıfat eklenir. Sıfat eklenen her kavram, tanımlanabilir bir kavram olmaktan çıkar, tarihdışılığın yerçekimsiz evreninde gezinmeye başlar. “İleri demokrasi” 13 yıl boyunca AKP’nin siyasi diline böyle egemen olmuştur. HDP’nin “radikal demokrasi” tanımı da aynı formülü devam ettirir. Demokrasi vardır, bir de ileri olanı vardır. İleri olanı epriyince radikal olanı onun yerini alır. Sıfatlı kavram bugün belli bir şekilde tanımlanır, yarın başka şekilde, çünkü artık bu yeni icat edilen kavram “demokrasi” kavramıyla bağını koparmış, öznel bir sıfatla özgür ve başıboş kılınmıştır. Aynı şekilde “baskıcı laiklik / özgürlükçü-gerçek laiklik” kavramları da laiklik kavramını önce güdükleştirmiş, sonra tedavülden kaldırmıştır. CNN Türk’te, araştırma şirketlerinin katıldığı bir programda, halkın “Türkiye’nin en önemli sorunları” sorusuna verdiği yanıtlarda laiklik maddesinin son sıraya düşmüş olması, Şirin Payzın tarafından “demek laiklik sorunu halk nezdinde çözülmüş” olarak yorumlanmıştı. İşte kavrambozumun sihiri buradadır. Laiklik bir sorun olmaktan çıkmış değil, laiklik kavramı “özgürlükçü laiklik” ile tedavülden kaldırılmıştır oysa. Ve istisnasız tüm partilerin laiklik konusunda AKP’nin “gerçek laiklik” ya da HDP’nin “özgürlükçü laiklik” ya da Şafak Pavey’in “sekülarizm” kavramında uzlaşmalarının sonucudur, laiklik meselesinin son sıraya inmesi. Geriye laiklik kalmamış, sorun tartışılmaz olmuştur. Kavrambozumun tarihdışılığa nasıl hizmet ettiğini görmek için sıradan bir örneğe bakalım:

Siyasi uygulamaların kavramın kendi anlamının yerini almasının bir örneği olarak “zaten laiklik yoktu ki” argümanı…

10dansonra.org tarafından hazırlanmış bu posterde, “evrensel ölçülerdeki laiklik” kavramı da “özgürlükçü laikliğin” alternatifi olarak kullanılmış ve evrensel bir laiklik uygulamasının hiçbir zaman olmadığı, her coğrafyanın kendi tarihi içinden bir laiklik tarifi yapmış olduğu gerçeğinin artık bir önemi kalmamıştır. Tarih, pop siyasetin elini bağlayamaz. Laiklik kavramının siyaset tarafından uygulanma biçimleri kavramı güdükleştirir. Örneğin liberalizme entegre olmuş herhangi bir sosyalist parti yüzünden sosyalizm kavramının içeriğini değiştirmek kadar irrasyonel bir yaklaşımdır bu.

Kavrambozumunu, üst katmanda değindiğimiz Oyuncak Kelimeler’den ayıran ve daha önemli yapan budur. Oyuncak Kelimeler laf salatası dağarcığını genişleterek oyalanma aracı yaratırken kavrambozum, tarihsel, mekânsal ve rasyonel kavramların içini boşaltmak, onları tedavülden kaldırmak için kullanılır. Kavramlar bugüne hapsedilir, bugün üzerinden yargılanır, ne geçmişi ne de gelecekteki olası sonuçları tartışmaya açılmaz.

Vicdan: Blade Runner’da android ile insanı ayırmak için Voight/Kampff testi uygulanır. Android karakterlerden Leon’a yöneltilen can alıcı imge şudur: “Kızgın güneş altında bir çölde yürüyorsun. Ters dönmüş bir kaplumbağaya rastlıyorsun ve bir şey yapmıyorsun…” Leon, imgenin tasviri boyunca durumu rasyonel bir bağlama oturtabilmek için karşı sorular sorar: “Niye o çöldeyim? Nereye yürüyorum? Ne demek bir şey yapmıyorum?” Ama işin özü imgenin kendisinde gizlidir. Leon’dan, kızgın güneş altında ters dönmüş kaplumbağa için bir his geliştirmesi beklenmektedir: Caritas. Vicdan, insan ile android’i ayıran temel kavramdır (en azından Philip K. Dick’e göre).

Pop siyaset dilinin ideolojik inşası için vicdana seslenmek önemli formüllerden biri olarak karşımıza çıkar. Tıpkı Blade Runner’da olduğu gibi bireylerden ve kitlelerden, her türlü bağlamından koparılmış bir vicdani tepki üretmeleri beklenir. Bu yeri geldiğinde atların gördüğü kötü muamele dolayısıyla Adalar’dan faytonların kaldırılması talebi, yeri geldiğinde ise Dersim katliamı olabilir. Burada sağ ideolojiye hizmet eden kritik nokta her türlü sosyal, tarihi ve kavramsal bağlam ile imgenin kendisi arasındaki çizginin ortadan kaldırılması ve tarihdışı bir imgeye karşı empati geliştirip vicdani tepki vermemizin talep edilmesidir. Birinci örnekte sıkı bir hayvan hakları kontrolüyle çözülebilecek bir konu, atların şehir hayatının tamamen silinmesi gibi bir talebe dönüşür. İkinci örnek ise aynı formül tarafından üretilmekle birlikte daha çetrefildir, aşağıda değineceğimiz Suçlu/Mağdur formülüyle daha sıkı ilişki içindedir ve doğrudan tarihe karşı çarpıtılmış bir bakış açısı yaratır. Çarpıklık illa ele alınan olayın gerçekliğinde değil, sadece bugüne dair vicdani değerleri ilahi kılan, tarihdışı bir perspektifin inşasında yatar.

Vicdan, kaşıması en kolay ve ideolojikleştirmeye en uygun formüllerden biri. Bireysel empatiyi tetikleyerek Change.org gibi mecralar ya da sosyal medya yayılımları üzerinden toplumsal bir empati dalgası yaratır. Ama bu kadarla kalsa anlaşılabilir, hümanist/new age bir söylem olarak kalabilirdi. Yazın kediler için kapımıza su bırakmamız gerektiğini hatırlar, tarihin acımasız çarkının sonu gelmez kurbanlarının acısını yüreğimizde hissederdik; etmeliyiz de… Oysa burada karşımıza çıkan durumun boyutları çok daha farklıdır, toplumsal bir suçluluk duygusunun kitleler üzerinde egemen kılınmasıyla ilgilidir.

Suçlu/Mağdur: Bizden vicdani tepkinin istendiği siyasi ve tarihi durumlar daha çetrefilli demiştik, çünkü burada “Adalardaki faytonların” durumundan farklı olarak siyasi bir tavır da talep edilir. Burada suçlu/mağdur ikileminden doyasıya faydalanılır. Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı, Pontus Soykırımı gibi tarihsel olaylar, tarihi bağlamlar içinde değil, birer yalıtılmış imge olarak sunulur. Bu imgenin iki aktörü Suçlu ve Mağdur’dur ve o imge içinde bu kimlikler dondurulmuş, tarihdışı bir hale getirilmiş, bugüne kilitlenmiştir. Elbette vicdan sahibi bireyler olarak mağdur tarafında yer almak zorunluluğuyla karşı karşıyayızdır. Bireysel vicdanımız suçlu/mağdur imgeleri karşısında ürettiğimiz tepkiyi çoğaltıp büyüterek toplumsal vicdana tedavül eder, mağdur ile empati kurarız. Bu imgedeki mağdur her zaman mağdur, suçlu ise her zaman suçludur. Örneğin, idam cezasının kaldırıldığı çağdaş bir Fransa’da, Marie Antoniette, kafasının kesildiği an mağdur ise her zaman mağdur olarak kalacaktır. Gerçekten de, postmodernizmin dorukta olduğu Fransız Devrimi’nin 200. yıl dönümünde Le Figaro gibi muhafazakâr gazeteler Fransız Devrimi’ni toplumsal hafızadan silmeyi öneren, Fransız Devrimi’nin kan ve zulümden ibaret olduğuna dair geniş çaplı bir tartışma başlatmışlardı. Postmodernizmin önde gelen bir başka ismi Baudrillard ise o dönemde bu tartışmaları toplumsal bunaklık olarak nitelemişti. Demek ki bu formül sağ ideolojinin küresel formüllerinden biri. Yalnız değiliz bu evrende.

Konuyu bulandırmamak adına, Ermeni soykırımı, Dersim katliamı gibi ağır güncel siyasi temaların dışında bir başka örnek seçelim. Birkaç yıl önce etrafta bolca dolaşan Sinan Çetin imzalı Alaturka Yasağı temalı kısa filmde (https://goo.gl/39o2tj), tarihi bir gerçeğin belli bir anının alınıp nasıl kurgusal bir boyuta taşınıp bu kurgusallığın bir gerçek olarak sunulabileceğini görebiliriz.

Filmin girişindeki yazıyla “T.C. Hükümetinin” 1934 yılında radyolarda alaturka müziğin çalınmasını batı kültürünün gelişmesi adına yasakladığı bilgisi veriliyor. Eh yalan değil, ama ortada resmi değil, bir bakanın şifahi yasağı olduğu ve bu yasağın 8 ay sonra kaldırıldığı bilgisi es geçiliyor. Bağlamın tamamını kafamızda canlandırabileceğimiz bu tür tamamlayıcı bilgilerin verilmemesi normaldir, gereğinden fazla bilgi sıkıcıdır. Sonrasında kendi kendilerine türkü çalıp eğlenen bir köy evini jandarmaların bastığını ve alaturka müzik yasağını silah zoruyla tebliğ etmelerini, köylülerin de saz eşliğinde Beethoven ve Dvorak çalarak jandarmaları nasıl ters köşeye yatırdıklarını izleriz. AKP’nin o dönemdeki “tek parti” propagandası içinde üretilen bu sempatik film bize tatlı tatlı radyo yasağı döneminde jandarmaların türkü çalınıyor diye ev bastıklarını ve bu yasağın belirsiz bir zaman boyunca (ideolojik olarak söylenmeye çalışılan aslında bugüne kadar) devam ettiğidir. Elbette türkü çalan köylüler tarafındadır vicdanımız. Kendi halindeki Anadolu köylüsü mağdur, ev basan jandarmalar ve onlara emir veren “tek parti” suçludur. Bu suç sonsuzdur ve bugün içinde yargılanmalıdır. Alt metinde “Allah’tan AKP iktidardadır ki bu masum Anadolu halkı artık iktidardadır” önermesi rahatlıkla okunabilmektedir. Peki seyirci bu kaba saba suçlu/mağdur ikileminde nerede konumlanmaktadır? Elbette jandarma karakterinde…

Bireysel bir “özür histerisi” örneği. Vicdan ve Suçlu/Mağdur formülleri kullanılarak “yeniden üretilmiş” toplumsal suçluluk duygusu…

Bireysel bir “özür histerisi” örneği. Vicdan ve Suçlu/Mağdur formülleri kullanılarak “yeniden üretilmiş” toplumsal suçluluk duygusu…

İşte bu formülizasyona asıl güç katan Toplumsal Empati=Siyasi Empati eşitliğidir. Bireysel vicdan aracılığıyla toplumsal empati yaratıldıktan sonra toplumsal olarak vicdani empati kurduğumuz bu imgeyi siyasi olarak da desteklememiz istenir. İkisi arasındaki olası bir rasyonel ayrım, mesafe yok edilir. Karşılığında bize sunulan şey “mağdurlar”dan ibaret bir tarihsel olaylar silsilesi karşısında tarihdışı bir toplumsal suçluluk duygusu ve derin bir ezikliktir. Neredeyse her hafta tarihi (Ermeni soykırımı, Dersim katliamı vb.) ya da güncel bir olay dolayısıyla (seçim öncesi HDP’nin Diyarbakır mitingindeki patlama) ortalığı özür dileme histerisinin kaplaması bu formülün eseridir. Son kertede, özür kitlelere katharsis sağlar ve arkalarına yaslanarak ve sandığa oy atarak hayatlarına devam ederler.

Ütopya: Tanımı gereği ütopya bir yapıdır. Ama bizim kullandığımız bağlamda ütopya sadece aydınlık bir gelecek vaadidir. Tam olarak tanımlanmamış, bilinçli olarak yapısı oluşturulmamış bir ütopya, tarihdışılığın yaratılması için uygun ve etkili bir formüldür. Bunların içinde ilk akla gelen “Yeni Türkiye”dir. Cannetti’nin tarifiyle AKP’nin kendi kapalı kitlesine sunduğu ütopyadır “Yeni Türkiye”. Bu ütopyanın özelliği belirsizliğe endekslenmiş olmasıdır.

HDP tarafında ise partiye destek veren kalemlerin seçim boyunca sistematik bir şekilde “HDP barajı geçtiğinde…” ile başlayan “AKP’nin geriletilmesi/nefes alınması/yeni bir yaşam kurulması” gibi cennetin kapısının aralanması tarzı pragmatik ve mesnetsiz hayaller anılabilir. Ama HDP’nin şekillendirdiği ve sahiplendiği resmi çatı ütopya “Barış”tır.

Gündemimizde bir de “Kanton” ütopyası var ki, kendi başına incelenmesi, tartışılması gereken apayrı bir durum.

CHP’nin “Yaşanacak Bir Türkiye” sloganının ise ütopik bir hedeften ziyade, ekonomik bir vaat içerdiği söylenebilir ancak. Bu CHP’nin yeni konumlanışıyla ilgili bir durum, dolayısıyla konu dışı, ama aşağıda değineceğiz!

Hem “Yeni Türkiye”, hem de “Barış” ütopyaları tarihdışılık formülüne uygun olarak uçucu, gündeme göre esneyebilen, daralabilen karakterlere sahiptir. AKP’nin “Yeni Türkiyesi”nin temel dinamiği, ancien regime’e kafa tutmaktan ibarettir ama kendi içi “Onlar Konuşur Biz Yaparız”dan fazlasını içermez. Dolayısıyla hedef kitlenin kendi arzu ve hayallerine göre içini doldurabileceği, iktidarın da her tür değişikliği “Yeni Türkiye”nin karakteri olarak içine tıkıştırabileceği bir cılklıktan söz ediyoruz. Yerli aşı yapmaktan duble yol yapmaya kadar her şey “Yeni Türkiye”nin parçası olabilir ama alt metinde iletilen temel mesaj bu Türkiye’nin dinleşme koşuluyla liberalizmin her türüne girebilme becerisine haiz olduğudur.

“Barış” ise Dolmabahçe Mutabakatı adı verilen 10 maddelik açıklamayla taçlandırılmış ve barışı nötr bir değer olarak önümüze koyan muğlaklığından sual olunmaz bir ütopyadır. 10 maddelik açıklamaya baktığımız zaman İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini tekrar okur gibi oluyoruz ve biraz demokratlıktan nasibini almış herkesin üzerinde uzlaşabileceği (ah, şu uzlaşma kelimesi) bu çerçevenin nasıl olup da somut bir barışa dönüşebileceği konusunda hiçbir ipucu vermiyor. Ütopyanın tarihdışı kullanımının da amacı bu zaten. Reddedilemeyecek bir ütopya üzerinden iletişim yapmak ve karmaşık toplumsal bam tellerini es geçerek “Barış” kelimesini dünü ve yarını olmayan ilahi bir bugün hedefi olarak, bir ütopya olarak konumlamak. Bu sayede gelebilecek her türlü eleştiri ve argümanı “analar ağlamaya devam mı etsin?”, “insanlar mı ölsün?”, “barış istemiyor musun?” gibi retorik sorularla bertaraf etmek, ütopyayı yalıtmak mümkün oluyor. Bu formül aracılığıyla kitleler, kitlesel bir eleştiri üretemeyecek kadar irrasyonel ve bilimdışı bir ütopya ile çevreleniyor ve çözümün somut adımları kapalı kapılar ardında tutulabiliyor.

Bu açıdan pop siyaset dilindeki ütopyaların, realpolitik’i kırmak için değil, realpolitik’i ne pahasına olursa olsun ayakta tutmak, tarihdışılığı tek geçerli politik tasavvur kılmak amacını taşıdığını iddia edebiliriz.

Pop siyaset ve değişim fantazmagoryası

Pop siyaset dili, basit ama kendini tüm gözlerden gizleyen yapısıyla sağ ideolojiyi biteviye yeniden inşa ediyorsa, hegemonik mücadele için bu yapıyı deşifre etmek hayatidir. Ki ancak ondan sonra sol bir dille siyaset çarkına çomak sokmak mümkün olabilir. Oysa sağ ideolojinin ve KOBİ’lerinin afişe edilmesindense, kaypaklıklarının samimiyet sanıldığı bir dönemden geçiyoruz. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tüm formülleri bugüne kadar AKP ideolojisini kurmak ve yaşatmak için kullanan KOBİ’lerin genel seçimler öncesi saf değiştirmesi ve aynı formülleri sol bir paketle tekrar dolaşıma sokmalarına kimsenin ses çıkarmaması bu yüzdendir herhalde.

Yazının başında Haziran Ayaklanmalarının, sağ siyaset dilinin revizyonu için bir milat olduğunu söylemiştik. Bir milattır, çünkü Haziran Ayaklanmaları Türkiye’de siyasi ve toplumsal bir travmanın başlangıcıdır. Onun için çok şey söylendi ve muhtemelen çok şey de söylenmeye devam edecek, çünkü kaba kategorilerle anlamlandırılması ve tek yere mıhlanması zor toplumsal bir isyandan söz ediyoruz. Haziran Ayaklanmaları modernist anlamıyla Türkiye’de ideolojinin doğum zemininin oluştuğu an olarak görülmelidir, çünkü uluslaşma sürecinin kritik merhalelerinden biridir. İlk bakışta büyük bir önerme olarak görünse de, 150 yıllık tarih içinden yorumlandığında, 15-20 milyon bireyin bizzat sokağa inip toplumsal devrim talebini dışa vurduğu dönemeçtir. Haziran Ayaklanmalarının dinamikleri ne Arap Baharı ile ne de Güney Avrupa’nın ekonomik krize başkaldırışıyla benzeşiyor. Kim ne tarafa çekiştirirse çekiştirsin, Haziran Ayaklanmalarının kıvılcımının orta-sınıf temelli olduğu ve bu alemde Gemeinschaft (toplum) olmayı reddeden bireyleri Gesellschaft (cemaat) olarak birleştiren bazın laiklik olduğu ayan beyan ortadadır. Heyhat bu enerjiyi taşıyacak siyasi irade yoktu ve hâlâ yok. Yine de Haziran Ayaklanmaları vücutta ölümcül olabilecek (illa değil) bir bıçak yarası açmış ve travma sürecini başlatmıştır. O günden bu yana AKP ideolojisi façayı kurtarmaya çalışırken yanında toplumsal sözleşmeyi de götürmeye niyetlidir. Bugün “nizam”ın görüntüsü dahi yoktur bu yüzden. Hegemonya çökmüş, geriye lime lime olmuş bir ‘erk’ler manzarası kalmıştır. Panik bundandır. Sağ ideoloji kendisine yöneltilen bu büyük tehdidi görmüş ve hızla revizyona gitmiştir. Buradaki amaç, çokça dile getirildiği gibi ancien regime’in yıkılması amacında değil, Hegel’in meşhur sözünde gizlidir: “Bazen hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekir”.

Toplumsal değişim fantazmagoryasının yaratılması ve hiçbir şeyin değişmemesi adına “Haziran Ruhu”nun acilen terbiye edilmesi ve sistem içinde eritilmesi gerektiği aşikardır. Buradaki fantazmagorya kelimesinin Marx ve Benjamin hattından geldiğini vurgulamak lazım. Metanın üretim sürecindeki karmaşık ilişkilerin yarattığı bu büyüleyici ama aldatıcı fetişizm siyaset dilinin de asli bir unsuru olmuş ve toplumsal değişim fetişist bir meta olarak kurgulanıp satılır olmuştur. Haziran ruhunun önüne geçmenin en iyi yöntemi onunla yarışacak, onu ikame etmeye aday bir toplumsal değişim fantazmagoryası yaratmaktır çünkü. Genel seçimlerle birlikte parlamenter demokrasinin ve “sandık” mitinin yaldızlanarak tekrar önümüze sürülmesinin nedeni de budur. Önümüze konan tek seçenek ‘büyük uzlaşma’dır. Pop siyaset dili buna göre kurgulanmış ve KOBİ’ler buna göre resetlenmiştir. “HDP’nin barajı geçmesi”, “RTE’nin başkanlığının önlenmesi” gibi nefes aldırıcı hedeflerle evlerimize geri çekilmemiz önerilmiştir. Böylece suni denge devam edebilecek, siyasi nema bugüne kadar olduğu gibi dağıtılmaya devam edilecek, sistem kendi ayarını kendi yapacaktır. Aslolan bugündür. Dün yoktur. Yarın hiçbir zaman gelmeyecektir. Tarihdışı bir kapsülde sistem ilelebet payidar kalacaktır.

Bu yüzden, CHP ve HDP’nin de seçim söylemlerini tarihdışılık üzerine kurmaları ve aralarında sessiz bir işbölümü yapmış olmaları rastlantı değildir. Her iki partinin de kendilerini bugün kurulmuş saydıklarını, geçmişin yükünü üstlerinden atıverdiklerine şahit olmadık mı? CHP siyasetin siyaset ayağından tamamen ricat etmiş ve sisteme sadece teknokrasi hizmeti sunmayı vaat edecek şekilde yeniden konumlanmıştır. Kemal Derviş / Selin Sayek Böke ikilisi CHP’nin yeni, teknokrat, soğuk, sisteme güven veren çehresidir artık. CHP tüm siyasi çizgilerinden (geriye bir tek laiklik kalmıştı zaten) çekilerek kendi tarihini toprağa gömmüştür.

IPSOS Sandık Sonrası Bulgular Araştırması (09.06.2015)

Diğer tarafta HDP “seni başkan yaptırmayacağız” sloganı dışında tek bir kırmızı çizgi üretmeden ve Selahattin Demirtaş’ın müthiş cazibesiyle tamamen apolitik bir seçim söylemi yaratmıştır. Daha okurken apolitik tanımlamasına itirazların yükseldiğini duyar gibiyim ama nesnel olarak baktığımızda HDP’nin yarattığı çekim alanının bu apolitiklikten kaynaklandığı görülüyor. HDP’nin çok profesyonel bir iletişimle bir avantaja çevirdiği şey “her şeyi söyleyen parti” olması değil miydi? Aşırı soldan (“NATO’dan çıkacağız”) aşırı sağa kadar (Said-i Nursi anma geceleri, “gerçek İslam” söylemleri) bütün bir yelpazeye yayılan bir söylem temelde apolitiktir, çünkü tarihdışıdır. Her nabza şerbet verebilen HDP temelde S.D.’nin karizmasına, sazına, aile fotoğrafına dayandı. Klasik parti yapıları tarafından artık temsil edilmediğine ikna olan kitlelerin bir kısmı HDP’de esneklik, şekillendirilmeye müsait bir hamur gördü. Yüklendi. Ama siyasi dil yelpazesinin tümüne seslenebilen bir yapı esnek değil, amorf olarak tanımlanabilir ancak. Bu yüzden de seçim sonrası araştırmalarda HDP’nin politika ve vaatlerinin diğer partilerden daha çok belirleyici olmadığını, aksine lider faktörünün diğer tüm partilerden (hatta AKP’den bile) daha baskın olduğunu görüyoruz. CHP sisteme teknokrasiyi sunarken, HDP de elmanın diğer yarısını, toplumsal değişim fantazmagoryasını sundu. Eğer ki küresel sağ Olimpos dağında oturmuş Türkiye için bir koalisyon hayal ediyorsa, match made in heaven, CHP-HDP simbiosidir.

KOBİ’ler bu seçim sürecinde işlerini o kadar başarıyla ifa ettiler ki 13 yıldır AKP ideolojisi olarak bildiğimiz tüm söylemler yeni paketlerle bu partiler için dolaşıma sokuldu. CHP övüldü, HDP göklere çıkarıldı. Bu ayar değişikliği o kadar başarılıydı ki bunca zaman küfür ettiğimiz KOBİ’lerin yazılarını bayıla bayıla paylaşır hale geldik, toplumsal değişim fantazmagoryasını satın aldık. Dahası “Haziran Ruhu=7 Haziran Ruhu” denklemini ezberlettiler bize. Kısaca pop siyasetin Haziran ruhunu cebellezi edişini temaşa ediyoruz.

KOBİ’ler toplumsal değişim için tartışma kabul etmiyorlar. Her tür eleştiri “sağlı sollu şoven Türk milliyetçileri / bölünme paranoyasıyla malul Kürt düşmanı ulusalcılar / 21. yüzyılın zihniyet dünyasını ve bölgeyi kavramaktan aciz tekçi, asimilasyonist, otoriter / ceberrut eski-yeni vesayetçiler” olarak saldırı altında. Bırakın bin taneyi, yanında ikinci bir çiçeğe bile tahammül edemeyen bu toplumsal değişim anlayışının iki nadide örneği için Oya Baydar yazısına (http://goo.gl/Q7Tq82) ve Ümit Kıvanç yazısına (http://goo.gl/oiIUlr) bakmak yeter.

Pop siyaset dilinin ipliğini pazara çıkarmak sol bir dilin asli işlevlerinden biridir. Sol söylemin tam da yukarıda andıklarımızın karşısına dikilen kendi formüllerini, kendi iletişim hallerini bulmak bu sağır edici uğultuda bile bir öncelik olmak zorundadır. Aksi halde onlar yapar, biz yorumlarız.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz