Ana Sayfa Dergi Sayıları 142. Sayı İrrasyonel korkuların rasyonel araçları

İrrasyonel korkuların rasyonel araçları

1171
0

İnsanın arada kalmışlığı sanat aracılığı ile dışavurulurken, korkuları, cisimleşerek filmlerde, romanlarda ve hikâyelerde tatmin ediliyor. Postmodern diye adlandırılan günümüz dünyası, belki de geçmiş insanların bütün kırılma noktalarında yaşadığı yabancılaşmanın ve belirsizlik hissinin tamamının görüldüğü bir dönem olarak değerlendirilebilir. Bir arada ama aynı zamanda birbirinden uzakta olma durumunun ruh-madde ikilemi için de geçerli olması, bugün de aşılması gereken bir sorun olarak önümüzde duruyor.

İnsan korkan bir varlıktır. Hatta denilebilir ki korku, insanın hayatta kalmasını sağlayan en temel duygudur. İlk insanların doğadaki tehlikelerden korunmak için mağarada, sonrasında ise barınaklarda yaşaması, silahlar icat etmesi ve bu sayede hem kendi yaşamlarını hem de sonraki nesillerin yaşamlarını sürdürmesi, korkunun hayatta kalmak için vazgeçilmez bir duygu olduğuna işarettir (Köknel, 1990:18).

Bilinmeyene olan korkunun sonucu olarak insan, bu duygudan kurtulmak için korkularına hükmetmek istemiştir. “Başka bir deyişle, doğal ortamdan korkan insan kimi kez bu koşullardan kaçmak, kimi kez bu koşullara uymak, kimi kez de bunlarla savaşmak yolunu seçmiş, böylece seçtiği yollara uygun araç gereci üreterek teknolojik gelişmeyi ve kültürü yaratmıştır.” (Köknel, 1990: 30)

Tarih boyunca korkuların kaynakları değişse de, korku duygusunun kendisi değişmemiştir. Bilinemeyen yerler ve çözülemeyen doğa olayları, ilksel insanların hayal güçlerinde dinsel, mitolojik varsayımlarla anlaşılmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır. “İlk ve ilkel insanlar doğa olayları karşısında duydukları korkularını şeytan, büyücü, cadı, cin, dev, hortlak, kötü ruh vb. gibi dehşet veren çeşitli simgeler biçiminde tasarlamışlardır.” (Köknel, 1990:30) Ancak şu unutulmamalıdır ki, insanların korkularını anlamlandırması aklın dışarıda bırakılmasıyla olmamıştır. Bu tür tahayyüller, insanların gözlemleri ve neden sonuç ilişkilerini çözmeye çalışırken kendi mantıklarıyla ileri sürdükleri fikirlerin eseridir. Ne kadar ilkel olursa olsun rasyonel düşünce olmadan, aklın gücüne güvenmeden ve bilimsel temeller olmadan hiçbir beceri gelişmediği gibi inanç ve inancın cisimleştirilmesi de gerçekleşemez. (Malinowski, 2000:7)

İnsan, bilimin gelişmesiyle doğaüstü olanı bilim ile açıklayarak veya bilimsel bir kılıf uydurarak korkularının üstesinden gelmeye çalışırken, dinsel ve fantastik olan, bilinmezliği “henüz” keşfedilmemiş olana yönlendirmiştir. Örneğin; bir selin Tanrının gazabı değil, aşırı yağmurların oluşturduğu su akıntısı olduğunun anlaşılmasıyla, doğaüstü olduğu düşünülen kavrayış kaybolmuş, keşifler ve icatlar çoğaldıkça da, doğaüstü olan, uzayın derinliklerine, yedi kat semaya çıkmış veya mikro düzeylerdeki dünyaya indirgenmiştir. Önceleri cisimleşen tanrı algısı, cisme indirgenemez hale gelmiştir. Ancak inananlar, bir yandan görünmezden ve bilinmezden doğan korkularının düşünsel temellendirmelerini yaparken, diğer yandan hayallerinde tasarladıkları varlıkları teknik aracılığı ile cisimleştirme yoluna gitmişlerdir. Dinlerin gelişme dönemi boyunca tapınaklar inşa etmişler, tanrılarının heykellerini ve resimlerini yapmışlar, mitolojik hikâyeler üretip korkularını anlamlandırmaya çalışmışlardır.

Uhrevi bir his, içinde korkuyu da barındırır. Cisimleştirilerek tasvir edilen dinsel varlıklar veya mitolojik hikâyeler, inananların öte dünya hakkındaki umut ve korkulardan oluşan inançlarını sağlamlaştırmayı amaçlar. Cisimleştirme işlemi, ruhani bir müdahale yerine aklın ürettiği araçlar sayesinde gerçekleştirilir. Cisimleştirme, sadece tanrıları ve diğer dinsel karakterleri putlarda veya totemlerde somut hale getirmek değildir. Bir tapınağın dış ve iç mimarisinin uhrevi bir his vermesi için tasarlanması, tanrısal bir gücün varlığını hissettirmenin farklı bir yoludur. Dünyanın yedi harikasından biri olan Zeus heykeli ve onun bulunduğu Antik Yunan Tapınağı böyle bir tasarıma örnek olarak verilebilir.

İnançlar sistematikleştirilerek çeşitli ritüellere bağlandıkça hem bir arınma hem de bir kontrol aracı haline gelmiştir. Tapınak rahiplerinden şamanlara, kilise papazlarından Newage tarikatlardaki liderlerin ortaya çıkışlarına kadar geçen süreç boyunca din veya spritüalist yönelimler, her zaman birilerinin egemenliğinde olmuştur. Burada irrasyonel inançları kontrol eden insani güç ile bu güce boyun eğen inananlar arasında kesin bir ayrım yapılabilse de, doğal hale getirilmiş, hayatın bir parçası, hatta bütününü kaplayabilecek bir hegemonyaya dönüştürülmüş dinsel ideolojiler, sadece güç odakları değil, ona inananlar tarafından da yeniden üretilir hale getirilebilmektedir.

Teknoloji, felsefe ve mitoloji, sadece korkulana karşı keşif ve mücadele için değil, korkulanı cisimleştirmek veya korkulan üzerinden kitleleri kontrol etmek için de verimli alanlardır. Tarih boyunca irrasyonel korkuların yeniden üretilmesi ve süreklilik sağlaması, insan eylemlerinin sonucunda gerçekleşmiştir. Dinlerin gelişmesiyle cehennem tasvirleri, canavar hikâyeleri, resimleri ve filmleri gibi birçok korku unsuru, zaman içinde insanın hayal gücüyle değişerek veya değiştirilerek nesnel dünyaya taşınmıştır. Kutsal kitaplardaki korkutucu tasvirler ve tarifler ise, inancın değişmez bir kuralı olarak sorgulanmadan kabul edilmektedir.

İrrasyonel korkuların aklın ürettiği araçlarla görselleştirilerek sürdürülmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri felsefedir. Çünkü kutsal kitaplardaki mitolojik unsurların ve peygamberlerin gerçekliği, bir tanrının varlığını gerektirir. İşte özellikle Ortaçağ filozofları da bu inancı felsefi olarak temellendirmeye çalışmışlardır.

İrrasyonel korkuların felsefesi ve ideolojisi

Korku sadece dış etkenlere bağlı bir duygu değildir. Bir hayvan saldırısından korkmak gibi tamamen dış etkene bağlı oluşabildiği gibi, bilinmeyenden, görülemeyenden kaynaklanan kuruntulardan oluşması da mümkündür. Korku, işte tam da bu noktada idealizm ve materyalizm karşıtlığının içine konumlanır. İrrasyonel korkuları sistematikleştirerek anlamlandıran din ile korkunun kaynaklarını rasyonel zemine taşıyan bilim, insanoğlunun korkulana dair bilme ihtiyacını farklı yollardan karşılayan iki ayrı kutup olarak ele alınabilir. Din, bir yandan doğaüstü olayların gerçekliğini inanç ekseninde açıklamaya girişerek ve genelde değişmez bir metinsel yapıya sahip olmasından kaynaklı olarak bu iddiasından geri adım atmazken, bilim, korkuların gerçekliğini akıl ve deneyle açıklama gayretiyle bunların üstesinden nasıl gelineceğine dair rasyonel yollar aramaktadır. Böyle bir açıklama gayreti, ister istemez dinin inanç temelinde çeşitli sarsıntılar meydana getirir. Felsefe, bu ikilemi ve sarsıntıyı gidermek isteyen din için, Rönesans ve Aydınlanma gibi derin kırılma dönemlerine kadar can simidi olmuştur.

Günah işleyen bir kul şeytana uymuştur ve öte dünyadaki cezası cehennemdir. Öte dünyadaki azap ve işkence tasvirleri ile o zamanki işkence ve acının biçimleri birebir uyuşmaktadır.

Dini felsefi temellere oturtmak isteyen filozoflar, özellikle Ortaçağ’da tanrının varlığını ispat etmeye yönelmişlerdir. Salt akli delillerin dışında, felsefi odaklı olan bu temellendirme uğraşları, skolastik felsefenin de ana merkezini oluşturur. “Skolastik felsefenin en önemli probleminin iman ile aklı bağdaştırma, Hıristiyan inancıyla Aristoteles felsefesinin bir sentezini yapma problemi olduğu söylenebilir.” (Cevizci, 2012:159) Hıristiyan filozofların yanı sıra İslam filozofları da dini temellendirmek için felsefenin imkânlarını kullanmışlardır. Hatta Avrupa’nın karanlık çağ olarak adlandırılan zaman diliminde, İslam felsefesi ve bilimi büyük bir gelişme kaydetmiş, kültür tarihinde bilginin korunmasının yanı sıra yeni katkılarla zenginleşmesini sağlamıştır. (Cevizci, 2012:164)

İslam felsefesinin konuları arasında üç temel ya da önemli mesele öne çıkar. Bunlardan birincisi, Tanrı’yı ve varlık sebebi olduğu varlıkları nasıl kavramak gerektiği meselesidir. Buna göre istisnasız tüm İslam filozofları, Tanrı’nın varlığını ve birliğini akıl yoluyla ispatladıktan sonra, var olanları O’ndan hareketle anlama ve açıklama cihetine gitmişlerdir. Şu halde öncelikle Tanrı’yı ve varlıkların düzenini açıklama yolundan giden Müslüman filozoflar, ikinci olarak ruhun nasıl bir doğası bulunduğu ve insan aklının nasıl tanımlanabileceği meselesi üzerinde yoğunlaşmışlardır. İslam felsefesinin üçüncü konusu, bu dünyadaki mutluluk ile ebedi saadeti açıklamak ve bu amacın nasıl bir sosyal ve politik düzende gerçekleştirilebileceğini gözler önüne sermektir. (Cevizci, 2012:167)

İster Hıristiyan ister Müslüman olsun, filozofların kutsal metinlerde geçen birçok doğadışı olay ve kıssaları böyle bir felsefi zemin üzerine taşımamış olmaları, Tanrı’nın varlığının ispatlanması ile doğaüstü noktaların da ispatlanmış olacağı kanaatine varmış olmalarından ileri gelebilir. Tanrı’nın felsefi anlamda akıl yürütülerek ispatlandığını varsaysak bile, kutsal kitaplarda tamamen maddeye dayalı doğaüstü olayların geçmesi, felsefi ve maddi iki ayrı yaklaşımı gerektirir. Filozoflar burada zekice bir diyalektik manevra yaparak, teknoloji ve bilim gibi aklın ürettiği eserlerin Tanrı tarafından bahşedildiğini ve bunun da Tanrı’nın varlığının bir göstergesi olduğu yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir. Burada akıl ve bilimin açıklayamadığı doğaüstü olaylar ön kabul olarak fazla dokunulmadan geçiştirilmiştir. Böylece doğaüstü olaylar için, Tanrı’nın felsefi olarak temellendirilmeye çalışıldığı üstünlüğü ve eşsizliğinin bir tezahürü olarak tümdengelimci bir sonuca varılmıştır (Kadir-i Mutlak ve Alim-i Mutlak). Doğaüstü olayların felsefi olarak ele alınmayışı, kutsal kitaplara bütüncül bir bakıştan yoksun seçmeci bir geleneği de beraberinde getirmiştir. Bütünsel bakış iddiasında ama teolojik hermenötiğin sunduğu geniş tali yollarda, kelimeler üzerinden genellemeler ve yorumlar yapılagelmiştir. Örneğin Arap filozoflar, Kuran’daki vahiy ile Yunan felsefesi arasında bir orta yol bulmaya çalışmışlar ve bu uğraşlar, akıl ve iman arasında karşılıklı bir ödünü de beraberinde getirmiştir. (Tanilli, 1995:114)

Gerçekten, Hz. Muhammed’in aracılığıyla vahyedilen İman, tanrısal bir mesajda bulunmuştur insanlara; peki biliminsanı, dünya hakkındaki gerçeği tek başına bulabilir ve kendi aklını, dogmaların değeri konusunda hakem yapabilir mi? Bu ikilem karşısında, bütün filozoflarımız, hünerli, belki de pek hünerli birer diyalektikçi olmuşlardır. İbn Sina, diyor Maxime Rodinson, “havada bir dahi değildi, buldu.” Ve, sadece ona has olmayan bulduğu çözüm de aşağı-yukarı şu: Peygamberler, “mitoslar, masallar, simgeler, temsili söyleşiler biçiminde”, yüce değerleri vahyetmişlerdir; kalabalık için onun mutluluğunu sağlamaya yönelik bir dildir bu. Filozofa gelince, bu dilin çok ötesine gitmek hakkına sahiptir o. Böylece, filozofun, bu iki dil arasındaki çelişme ortadan kaldırılamaz bir halde de olsa, büyük bir seçme özgürlüğü vardır. (Tanilli, 1995:114)

Aslına bakılırsa, bu diyalektik sorunun hâlâ güncelliğini koruduğu söylenebilir. Semavi dinler özelinde bakılacak olursa, Hıristiyanlığın, ilk yıllarında öte dünyadan ibaret ve eşitlikçi olan din anlayışının, Roma’nın toplumsal ve siyasal düzeninin yıkılmasıyla örgütlü bir kurum olarak ortaya çıkması ve nesnel dünyayı düzenleyici bir ideoloji haline gelmesi bahsettiğimiz ideolojik sorunların başlangıçlarından biri olarak sayılabilir. (Şenel, 2013:238) Akıl ve iman arasındaki ikilem, dinsel ideolojilerin öte dünyacı tasvirleriyle tıpkı rasyonel ideolojideki gibi insan odaklı ancak onu nesneleştiren ve kulluk düzeyine indirgeyen bir hale bürünür.

Korku, dinlerin ideolojilerini sürdürmelerinde belki de en önemli araçtır. Dinlerin çoğu, sadece öte dünya değil, yaşadığımız dünyadaki yasak ve cezaları da sistematikleştirerek nesnel düzenlemeler yapar. Günah işleyen bir kul şeytana uymuştur ve öte dünyadaki cezası cehennemdir. İslam dininde, öte dünyadaki azap ve işkence tasvirleri ile o zamanki işkence ve acının biçimleri birebir uyuşmaktadır. Metnin değişmezliği göz önünde bulundurulduğunda cehennem, Ortaçağ ve öncesindeki korkuların gerçeğe dönüştüğü yerdir. Örneğin, Kuran’ın birkaç ayetinde cehennem şöyle tarif edilmektedir:

– Ey iman sahipleri! Kendilerinizi ve ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, yakıtı insanlarla taşlardır. O ateşin başında çok katı, çok sert melekler vardır. Onlar, kendilerine emir verdiği konuda Allah’a isyan etmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar. (Tahrim:106:6)

– Ey Peygamber! Küfre sapanlarla ve münafıklarla mücadele et ve onlara karşı sert davran! Varacakları yer cehennemdir onların. Ne kötü dönüş yeridir o! (Tahrim,106:9)

– Ve siz de ey sapık yalanlayıcılar! Zakkumdan bir ağaçtan mutlaka yiyeceksiniz/yiyecekler. Karınları dolduracaklar onlardan, üzerine içecekler kaynar sudan, susuzluktan çıkmış develerin içişi gibi içecekler. Din gününde ağırlanışları böyledir. (Vakıa, 46: 51-56)

– Soran birisi, geleceği kuşkusuz azabı sordu. Küfre sapanlar içindir o. Yoktur onu savacak. Yükselme boyutlarının/derecelerinin sahibi Allah’tandır o. Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na. Artık güzel bir sabırla sabret. Onlar onu çok uzak görüyorlar. Biz ise ona çok yakın görüyoruz. O gün gök, erimiş bir maden gibi olur. Dağlar, atılmış, renkli yün gibi olur. En yakın dostlar birbirlerinin halini sormaz, bir dost bir dostundan bir şey isteyemez. Birbirlerine gösterilirler. Suçlu, o günün azabından kurtulmak için oğullarını fidye vermeyi bile ister. Eşini, kardeşini, kendisini kucaklayıp barındıran ailesini. Ve yeryüzündeki insanların tümünü fidye verip kendisini kurtarmayı ister. Hayır, hayır! O, alevlenen bir ateştir. Yakar-kavurur deriyi / koparıp götürür kolu-bacağı. (Mearic, 79: 1-16)

Günümüzdeki teknolojik gelişmelere bakıldığında kutsal kitaplarda ve sonrasındaki yorumlarda cehennem, şeytan vb. tasvirlerin arkaik kaldığını söyleyebiliriz. Filmlerde veya diğer sanatlardaki korkuya ait öte dünya tasvirleri de genellikle geçmiş inançların anlattıklarından hareketle yansıtılmaktadır.

Geçmişteki filozofların yaşadıkları çağlardaki teknoloji tahayyülleri ile kutsal kitapların ortaya çıktığı çağlar arasında çok büyük farklar olmaması, bu tip bir sorgulamayı gerektirmemiş olabilir. Cüzi irade gibi, aklında cüzi olmasına ve bilebildiğimizden ötesini Tanrı’nın biliyor olmasına dair olan inanç, aklın konumunu sabitleyerek ileri sorgulamalara kapıyı kapatmış olur. Böylece içtihadın Hıristiyanlıktaki gibi belli kişilerin tekelinde olmasının kapıları da açılmış olur.

John Duns Scot (1265-1308)

Avrupa’da kırılmalar

Avrupa’da Rönesans ve Aydınlanma felsefesinin sorgulayıcı düşüncesinin ve bundan kaynaklı bilimsel gelişmelerin fitilini ateşleyenin Hıristiyan skolastiği değil İslam felsefesi olduğunu söylemek mümkündür. Razi, İbn Rüşd gibi rasyonel yönleri ağır basan düşünürler, birbirilerini etkiledikleri gibi, Avrupa’daki Rönesans düşünürlerini de etkileyerek yeni bir felsefi düzlemin zeminini hazırlamışlardır. (Şenel, 2013:273)

John Duns Scot ve Ockhamlı William ile başlayan süreçte iman ile akıl arasında bir çözülme yaşanır. Pratik bilgi ile teorik bilgi arasında bir ayrım yapılarak, hakikatin Tanrı katından dünyaya, insan algısına indirilmesinin kapıları aralanır. (Le-Goff, 1994:174) Tanrı’nın günahkâr kulları artık kendi kararlarını kendi akıllarıyla, bilgileriyle, deneyimleriyle verebileceklerdir. Rönesans ile iyice belirginleşen insan merkezli dünya ve evren tahayyülünün temelinde, kapitalizmin gelişmesiyle değişen yeni ekonomik düzenin payı büyüktür. Bilimin, yeni ticaret yollarının keşfi, aydınlanmacı sömürünün temel taşları olacaktır. (Cevizci, 2012:228) Ancak “Ortaçağ ile Reformasyon arasına bir çizgi çekmek, bu türden herhangi bir ayrım yapmak kadar keyfidir. Geçiş bir bütün olarak değişik ve aşamalıydı; 14. yüzyıl ve 16. yüzyıl arasındaki entelektüel ve toplumsal benzerlikler, farklılıklardan daha büyüktür.” (Russell, 2001:367)

Ockhamlı William (1300-1349)

Hakikatin kaynağı ekseninde gelişen din-bilim karşıtlığı, hayatın bütün alanlarını etkilemeye başlamıştır. Hakikatin sorgulanmasının dinden akla geçişiyle birlikte dinin gerçekliği sorgulanmaya başlanır. “Çünkü dinin en önemli işlevi insana bir anlam ve değerler hiyerarşisi sunarak, onun varoluşsal bir yabancılaşmaya duçar olmasına engel olmaktır.” (Çınar, 2013:52) Ruh ve bedenin birbirinden ayrılmasıyla birlikte, din ile bilim arasında kalan insan, varoluşsal bir yabancılaşmanın içine düşer. Rasyonalite, akıl ve iman arasındaki ikilemde aklı önceleyerek bu yabancılaşmanın önüne geçmeye çalışır. İnsan etkinliğinin yüceltilmesi bir süre sonra egemenlerin etkinliğine dönüşerek insanın nesneleştiğini söyleyen bir aydınlanma eleştirisini de beraberinde getirecektir.

Akıl çağıyla birlikte dinden uzaklaşıldığı, hatta kopuş yaşandığını ve tekrar geri dönüş yapıldığını söylemek büyük bir iddiadır. Çünkü din, hiçbir zaman yok olmamış, bilimsel zihnin, ticaretin içine sızmıştır. Ele geçirilip sömürülen her ülkeye tacirlerin yanı sıra misyonerlerin de gitmiş olması, bu yoldaşlığın göstergelerinden biridir. Din, ister Newtoncu doğrusal, mekanik bilim olsun, ister Einstein sonrası göreceli bilim anlayışı olsun, hermenötik sayesinde varlığını sürdürerek düşünce akımlarının içinde yer almış, ideolojisini ve çıkarlarını korumayı bilmiştir. Hatta denilebilir ki, 19. yüzyıl Romantizmi ve göreceli fiziğin parladığı 20. yüzyıl bilimi, hem felsefi yönden hem de bilimsel yönden dinin geri çekilişini durdurup, aydınlanmacılık karşısında atak yapmasının önünü açan gelişmeler olmuştur.

Mistisizmin yoğun etkisinden dolayı İslam’ın, Avrupa’daki rasyonel eğilimlere karşı uzun süre dayandığı ve varlığını sürdürdüğü söylenebilir. Tasvirin Kuran’da net bir şekilde yasak olmamasına rağmen, İslam’ın egemenleri tarafından yasaklanması, korku unsurlarının sözlü kültürdeki hayali ve düşünsel boyutta tasavvur edilmesine yol açmıştır. Doğa olaylarının veya tıbbi tedavilerin Allah’tan geldiğine inanılmıştır. Felaketlerin, sanrıların, illüzyonların irrasyonel açıklaması yine tümdengelimci bir felsefenin uzantılarıdır. Dolayısıyla korku, İslam toplumlarında tasvirden uzak ama sözlü kültürün etkisindeki anlatılarda yaşatılmıştır (Korku içerikli minyatürler var olsa da Hıristiyanlıktaki korkunun cisimleştirilmesiyle oluşan geniş çapta bir kültürel etki yaratmamıştır). Aynı zamanda cezalandırma -ki bu beşeri hukuk için- dinsel korkunun dünyevi aracı olmuştur. Bu cezalandırmada korku, teknolojik bir manipülasyon yerine hukuki uygulamada kendini göstermiştir.

Aydınlanmacılığın Batı merkezli olması, bilimin de tıpkı din gibi kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek dünyayı düzenlemesine neden oldu. Burada, hakikatte değil ancak hakikatler üzerinden yürüyen güçler savaşından ve ittifaklarından söz edilebilir. Din, ruhani dünyayı nesnel dünyanın araçlarıyla sunarak ittifakı, bilim de tanrı merkezli bilgi anlayışını reddederek ayrılmayı gerçekleştirir. Kapitalist ideolojinin kontrolündeki modernlik ise dinsel anlayışın belli kitlelere yayılmasını olumlu karşılayarak din ile ittifak kurmuş olur.

İrrasyonel korkuların bilimi

Din, ruhani olduğu kadar dünyevi ve kültüreldir. Bir dine mensup olan kişi, çoğu zaman gündelik yaşantısını inandığı dinin kurallarına ve düşünce biçimine göre belirler. Toplumsal açıdan bakıldığında, din, inancın sürdürülebilirliği ve bu sayede toplumun bir arada olmasını sağlayan birleştirici bir öğedir. Örneğin, “Durkheim, Tanrı inancı altında insanların, aslında kendilerini aşan ve kendileri üzerine yükselen toplumun bilincine vardıklarını göstermeye çalışır.” (Arslan, 2012:364) Bu açıklamayı doğru varsayarsak, bahsedilen birliğin sağlanması için kutsal kitaplar, öğretiler ve düşünsel etkinliklerin dışında insanların inançlarını kuvvetlendirecek çeşitli araçlara da ihtiyaç vardır. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl Batı dünyasında din, ideolojisini, burjuva ideolojisinin de çıkarları doğrultusunda rasyonel aklın ürettiği araçları ile görselleştirerek insanların öte dünyaya olan inançlarını perçinlemiştir. Ancak tekniğin ve aklın bu amaç doğrultusunda kullanılmasının kökeni çok daha eskiye dayanır ve tarihin belli dönemlerinde aralıklarla devam etmiştir.

İrrasyonel korkuların aktarıldığı birçok yol sayılabilir: Ritüeller, ayinler, büyü, spiritüalizm, mimari, otomatlar, mekanik, kimya, matbaa, elektronik, sanat, illüzyonlar, iletişim araçları vs. teknolojinin gelişmesine ve kültürün yapısına göre çeşitlilik gösteren araçlardır. Her biri ayrı bir araştırma konusu olabilecek olan bu araçların, geçmişten bugüne yapıları değişse de korku duygusu değişmemiş ve aktarılmaya devam etmiştir.

Antik dünyada din ve teknolojiyi birleştiren en ilginç figürlerinden biri İskenderiyeli Heron’dur. MS 1. yüzyılda Roma hakimiyetindeki İskenderiye’de yaşamış olan Heron, mekanik, pnomatik ve matematik üzerine çalışmalar yapmış olan bir mucittir. İcat ettiği otomatlar ve makinelerin bazıları hem tapınaklardaki illüzyonlarda hem de gösterilerde eğlence için kullanılmıştır. Tapınak için icat ettiği otomatik kapı, o dönemin teknolojisi için büyük bir gelişmeydi. Pnömatik (hava basıncı) prensibine göre çalışan tapınak kapısı, ateşin suyu ısıtarak havaya basınç uygulaması sayesinde kapılara bağlı zincirlerin hareket ederek kapıyı açmasını sağlayan bir düzenekti. (Rossi, Russo, Russo, 2009:270). Bu düzenek sayesinde, tapınağa gelen inananlar uhrevi bir ortama geldiklerini daha fazla hissetmiş ve ürpermiş olmalılar. Buradaki amaç, tapınak gibi kutsal bir mekânın bu tip mekanik oyunlarla inancı perçinleyebilme olasılıklarıdır.

Heron’un bir başka icadı da, para atıldıkça akan kutsal su çeşmesidir. Tapınağa gelen inananlar, kutsal su içebilmek için mekanizmaya para attıklarında, suyun ağırlığıyla valf açılmakta, çeşmeden belli bir miktar su akmakta ve bu sayede tapınak rahipleri kutsal su üzerinden para kazanmaktaydı. Bu mekanizma, dinin, ideolojilere ek olarak ekonomik çıkarlar için de kullanılmasına bir örnektir.

16. yüzyıla gelindiğinde ise, İngiltere’nin Boxley kasabasındaki kilisede “Haç’ın Lütfu” adlı İsa heykelinin yüklü bağışlar karşılığında canlanması vakası karşımıza çıkar. Heron’un icatlarını andıran bir mekanizmayla İsa heykeli gülümseyebilmekte, gözlerini açıp ağzını oynatabilmekteydi. 8. Henry’nin Katolik Kilisesini reddetmesiyle foyası meydana çıkan bu heykel yakıldığından, ardında hakkında yazılanlardan başka herhangi bir kanıt kalmamıştır. (Riskin, 2010: 27)

Otomatların çoğalması ve yaygınlaşması 18. ve 19. yüzyılda burjuvanın eğlencesi haline gelmesiyle sonuçlandı. Newton’cu doğrusal fiziğin bir örneği sayılabilecek ve robotların öncülü olan otomatlar, belli süreler içinde belli hareketleri yapmaktaydı. Saat kuleleri, horozlar, çeşmeler, su içen kuğular vs. gibi birçok otomat, burjuva eğlencesinin unsurlarından biri olmuştu. Antik dönemde korku aracı ve inancın pekiştiricisi olan otomatlar, bilimin gelişmesi ve ardında yatan sırrın keşfedilmesiyle, efsaneden eğlenceye dönüşmüştü. Ancak irrasyonel korkular, kendisini 19. yüzyılda farklı bir alanda gösterecekti. Bunun adı spiritüalizmdi.

Spiritüalizm ile din arasında bir ayrım yapmak gerekir. Din sistematikleşmiş ve örgütlenmiş bir inanç sistemiyken, spiritüalizm öte dünya ile iletişim kurma anlamındadır. Herhangi bir dine mensup olmayan bir kişi de spiritüalizme inanıyor olabilir. (Cirhinlioğlu, 2010:8)

19. Yüzyılın ortalarında ruh çağırma, medyumluk gibi uygulamalar çılgınlık boyutuna varacak şekilde ilgi görmekteydi.

Spiritüalizm ilk önce 19. yüzyılın ortalarında ABD’de kendisi göstermişti ancak asıl popüler olduğu ülke İngiltere’ydi. Sanayi devrimiyle sağlıksız koşullarda yaşayan ve modern köle olan işçiler, korku ve bilimkurgu edebiyatının irrasyonel dünyalarının dışında spiritüalist furyanın da nesneleri olmuşlardı. Sadece işçiler değil, kentlerde yaşayan diğer insanlar da gazetelerde veya öykü kitaplarındaki spiritüalist hikâyeleri tüketiyorlardı. Spiritüalizm sadece edebiyatta yaşamıyordu. Ruh çağırma, medyumluk gibi uygulamalar çılgınlık boyutuna varacak şekilde ilgi görmekte, fotoğrafın icadından sonra ise fotomontaj hileleriyle “ruhlar” görünür kılınmaktaydı. Bu hilenin ileri versiyonu sayısal teknolojideki fotoğraf düzenleme programları olacaktı.

Dinin gerilemesi olarak düşünülen 19. ve 20. yüzyıllarda aslında dinden bir kopuş değil teknolojinin gelişmesiyle irrasyonalitenin bireye kadar ulaşabilmesi gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir. Dindarlığın artışını veya azalmasını mabetlere gidiş sıklığı ve sayısı üzerinden değerlendirmek her zaman gerçek bilgileri vermeyebilir. Ağır iş koşulları ve kent yaşamının karmaşıklaşmasından dolayı mabetlere gidemeyen bir kişi evinde, gazetede okuduğu, radyoda dinlediği veya televizyonda seyrettiği dini bilgileri alımlayarak inancını sürdürebilmekteydi ve halen sürdürebilmektedir.

Sinemanın icadıyla birlikte irrasyonel korkular görünür kılınmakla kalmadı, bu görünürlük kitlesel bir şekilde yayılmaya başladı. İlk korku filmi olarak sayılan Lumiere Kardeşlerin “Trenin Gara Girişi” filminde hissedilen korku, aslında ilk defa sinema deneyimi yaşayan insanların tepkilerinin yorumlanmasıdır. Korku sinemasının asıl amacı korkutmaktır. Lumiere Kardeşlerin ise bu filmde korkutmak gibi bir amaçları olmadığı çok açıktı. Korku filmlerinin amaçlı bir şekilde yapılması 1910’lu yıllardan sonra olmuştur. Korku edebiyatı uyarlamalarının ağırlıkta olduğu korku sineması, esas çıkışını dışavurumcu Alman sinemasının biçimci filmleriyle yapmıştır.

Amerikan korku sinemasının altın çağları olarak nitelenen 1930’lu yıllarda birçok edebiyat uyarlaması ve özgün film salonları dolduran seyircileri irrasyonel korkuyla baş başa bırakmaktaydı. Tekniğin ve aklın ürettiği araçlar, doğaüstü hikâyeleri ve arkaik korkuları modern çağa taşıyarak görselleştirmekteydi ve halen de bunu yapmaktadır.

Televizyonun icadıyla birlikte binlerce dinsel ve spritüel yayın evlere kadar girmiş, hatta çocukların zihinlerine kadar yerleşme imkânı bulmuştur. Dinin kurumsal ideolojisinin dikey bir şekilde yayıldığı geçmiş dönemlerden farklı olarak 19. ve 20. yüzyıl, sözlü kültürdeki masalların dilden dile dolaşması gibi, kişilerin korkuları kültürel bir formda kurumsallaşmaya gerek duymadan yeniden ürettiği bir dönemdir. Cehennem, şeytan, hortlak, hayalet belgeselleri yapılmakta, bilimkurgu-gizem temalı televizyon kanalları kurulmaktadır. Dini kanallarda hacılar, hocalar, papazlar, rahipler dinsel yasak ve cezalardan söz ederek arkaik korkuları taze tutmakta, hipnoz gösterileri yapan, Tanrıyla iletişime geçtiğini söyleyen tarikat liderleri ekranların en çok izlenenleri arasına girmektedir. Bu kanallarda aynı zamanda yüzlerce dinsel ürün de pazarlanmaktadır. Namaz kıldıran “otomatik” seccade, “akıllı” Kuran okuma kalemi, ilahi CD’leri gibi teknolojik ürünler kanalların reklâmlarında sıkça yer almaktadır. Kim bilir, belki ileride cehennem yanıkları için krem bile piyasaya sürülebilir. Özetle medya dünyasında din, iyi satmaktadır.

İnternet, küresel kullanımın yaygınlaştığı 21. yüzyılda arkaik korkuların yeni mecrası olmuştur. İnananlar, en yoğun iletişim ortamı olan internette, kendi dinleriyle ilgili siteler açmakta, sesli ve görsel yayınlar yapmaktadırlar. Yayınların büyük bir oranı yasaklar, cezalar ve inanmayanlara karşı yanıtlardan oluşur. İnanmayanların düşeceği korkunç durumları canlandırarak inanmaya davet ederler. Eğer inanmazlarsa, büyük bir azabın onları beklediğini, sonsuz cehennemde yanacaklarını, kancalarla vücutlarından asılacaklarını, derilerinin koparılacağını, iyileşip tekrar aynı işkencelerin devam edeceğini teknolojinin sunduğu olanaklarla yaymaktadırlar.

Sonuç

Korku, sadece siyasi güçlerin yarattığı bir duygu olarak algılanmamalıdır. İnsanlar dolaylı veya dolaysız bir şekilde korkuyu yeniden üretirler. Bunda belirleyici olan, dini inançların büyük rolünün yanı sıra, korkunun insan doğasının belki de en temel duygusu olmasıdır. Halk hikâyeleri ve efsaneleri, dine ek olarak doğaüstü olanın, bilinmeyenin ve bilme arzusunun yansımalarıdır.

İnsanın metafizik ile olan karmaşık ilişkisi ve tinsel ihtiyacı, dinin ve aydınlanmacılığın kıskacında gidip gelen bir yolculuktur. Din, tinsel olanla yetinmeyip nesnel dünyanın kurallarını dayatırken, Ortodoks aydınlanmacılık, din temelli tinselliğe sırt çeviren ve bunu karşıtı olan din gibi belirleyen bir zihniyettir.

Kapitalist zihniyetin güdümündeki rasyonalizmin neden olduğu katliamlar ve kıyımlar dinin egemenliğindeki kayıpları unutturacak düzeyde gerçekleşti. Tabi burada günah keçisi, akıl ve rasyonel felsefe oldu. Aklın ideolojilerden bağımsız olabilecek yapısı göz ardı edilerek, insan doğasının içine eklemlenerek tanrısal ütopyanın gerekliliğine olan vurguyu harekete geçirdi.

Din, popülist politikalara kolayca uyabilen bir olgudur. Müslüman ülkelerin ilerlemeye olan inancı, dinin vicdani olmak yerine hayatın her alanına müdahale edebilen ideologların hizmetindeki bir araç haline gelmesiyle her zaman siyasetin malzemesi olmuştur. Örneğin, 1930’lu ve daha sonraki yıllarda çekilen Mısır ve Arap sinemasına yakından bakıldığında, Arapların aslında ilerlemeye olan inancı kolayca görülebilir. Ancak bugünkü Ortadoğu ve Arap dünyasına baktığımızda politik çıkarların dini araçsallaştırarak toplumu kendi çıkarcı ideolojileriyle yönlendirmelerinin korkunç sonuçlara yol açtığını görmekteyiz.

Aslında denilebilir ki, insan, özgürleşemeyen ve her daim kendisiyle yabancılaşan bir varlıktır. Din de, rasyonel ideoloji de onu bu şekilde görmekte ve farklı biçimlerde düzenlemeye çalışmaktadır. 21. yüzyılın “postmodern” bireyinin ruh hali, site devletlerinin bitimiyle ortaya çıkan yabancılaşmaya benzetilebilir. Helenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı etikti. Çünkü site devletleri içinde kendini güvende hisseden insan, yıkılmayla birlikte bilinen dünyanın genişlemesi ve İmparatorluğun getirdiği yeni anlayışın sonucunda kaçınılmaz bir şekilde kendisini başıboş hissetmiş ve hem toplumla hem de kendisiyle yabancılaşmıştı. (Cevizci, 2012:91) Bu anlamda, önce ruh-beden ayrımı, sonrasında gelen modernlik ve nihayetinde neoliberal dünya, bugünkü bireyi başıboş ve temelden yoksun bırakacak sürecin mimarları olarak görülebilir.

İnsanın arada kalmışlığı sanat aracılığı ile dışavurulurken, korkuları, cisimleşerek filmlerde, romanlarda ve hikâyelerde tatmin ediliyor. Postmodern diye adlandırılan günümüz dünyası, belki de geçmiş insanların bütün kırılma noktalarında yaşadığı yabancılaşmanın ve belirsizlik hissinin tamamının görüldüğü bir dönem olarak değerlendirilebilir. Bir arada ama aynı zamanda birbirinden uzakta olma durumunun ruh-madde ikilemi için de geçerli olması, bugün de aşılması gereken bir sorun olarak önümüzde duruyor.

Kaynaklar

– Cevizci, Ahmet, Felsefenin Kısa Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2012.

– Cirhinlioğlu, Fatma Gül, Din Psikolojisi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2010.

– Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Adres Yayınları, Ankara, 2012.

– Çınar, Aliye, Modernitenin Arka Planı, Sentez Yayıncılık, Ankara, 2013.

– Russell, Jeffrey Burton, Lucifer: Ortaçağda Şeytan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001.

– Şenel, Alaeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2013.

– Malinowski, Bronislaw, Büyü, Bilim ve Din, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000.

– Köknel, Özcan, Korkular: Takıntılar Saplantılar, Altın Kitaplar, İstanbul, 1990.

– Le Goff, Jacques, Ortaçağda Entelektüeller, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994.

– Tanilli, Servet, İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995.

Kur’an, Çeviren: Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2000.

– Rossi, Cesare, FlavioRusso ve FeruciRusso, Ancient Engineers’ Inventions, Springer Science + Business Media, 2009.

Riskin, Jessica, Machines in the Garden, Republics of Letters: A Journalfort he Study of Knowledge, Politics and the Arts 1, no.2. April 30, 2010.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz