Ana Sayfa Dergi Sayıları 145. Sayı Niçin hâlâ Robespierreciyiz?*

Niçin hâlâ Robespierreciyiz?*

3790
0

Jakobenizm, Jakobenlerin tarih sahnesine çıkmalarıyla ortaya çıkan, onların yenilgileriyle birlikte de ortadan kaybolmuş bir ideolojiden ziyade; 1793’te doğmuş, asıl anlamını ise çok daha sonraları bulmuş genel bir devrimci yönelimi, bir siyaset stratejisini ifade eder. Dolayısıyla Jakobenizmi güncel siyasal gelişmeleri değerlendirirken temel bir referans noktası olarak almak hâlâ mümkün, hatta gereklidir.

Popüler tarih anlatılarında, efsanelerde, destanlarda veya filmlerde, hatta gündelik yaşamımızı idame ettirirken tanıklık ettiğimiz ev, işyeri ya da sokak sohbetlerinde; bazen bir hayvan türünün, bazen birilerinin, bazen de bir düşüncenin lanetli olduğunu okur ya da duyarız. Bir bakıma etrafımız lanetlenme hikâyeleriyle çevrilidir. O hikâyeleri okuduğumuzda ya da duyduğumuzda,  hemen hepsinin en basit fizik yasalarına, mantığımıza ve olgulara aykırı olduğu hemen gözümüze çarpar.  Ortada uydurma, dolayısıyla itibar edilmemesi gereken gerçek-dışı hikâyeler olduğu herkesin malumudur, ama yine de o herkesin malumu olan hikâyeler kuşaktan kuşağa geçer, birtakım güncellemelerle bambaşka toplumsal yapılara uyum sağlar ve o yapıların içinde yeni roller de üstlenerek yaşamaya devam eder.

Aydınlanma mücadelesinde, arkasına egemen sınıfların desteğini de alan hurafeye karşı kati bir üstünlük sağlanamaması böyle bir tablonun ortaya çıkmasında elbette etkilidir. Ancak meseleyi hurafeler toplamından ibaret sanırsak, yanılırız. O hikâyeler, şimdi çok gerilerde kalmış zamanların gerçek çelişki ve çatışmalarının anlatılarıdır ve tam da o nedenle, kendileri ölse dahi etkileri sürmüş, bambaşka koşullarda yeniden üretilebilmişlerdir. Hikâyelerinin nedeni olan çelişkiler ve o çelişkilerden kaynaklanan çatışmalar o denli büyük olmuş ve o kadar yıkıcı sonuçlara yol açmıştır ki, galebe çalanlar karşı tarafın sadece maddi varlıklarını değil, kültürlerini, alışkanlıklarını, simgelerini hedef almışlar, deyim yerindeyse, karşı tarafın dirilme ihtimaline karşı onları lanetlemişlerdir.

Antik Mısır’da bir tanrıçayı sembolize eden kara kedinin bugün halk arasında bir uğursuzluk simgesine dönüşme süreci; Hıristiyanlığın, yayılma ve kurumsallaşması esnasında kendisinin dışındaki din ve inançların tamamını, bütün sembolleriyle birlikte, tarih sahnesinden ve insanoğlunun zihninden silmeye çalışmasından başka bir şey değildir. Kara kedinin hikâyesi lanetlenme hikâyeleri arasında en sıradan, belki de en masumane olanıdır ve bilinmelidir ki bu hikâyelerden çok azı o denli masumane bir sona sahiptir. Arap-İslam tarihinin dönüm noktalarından “Mekke’nin Fethi”nde put kırma eyleminin yüz yıllar sürecek İslami bir ritüel başlatmasıyla, bugünün Suriye’sindeki gerici barbarlığın Palmira Antik kentini havaya uçurması arasındaki ilişkinin -elbette bambaşka tarihsel koşullarda cereyan eden- bir lanetlenme hikayesi olmadığını kim söyleyebilir? Ya da Bedrettin’in eşitlikçi/komünal toplum pratiklerinin, kimi gerici zihinlerde, tarihin tanıklık ettiği en iğrenç lanetlenme hikâyelerinden biri olan “mum söndü oyunu” iftiralarıyla birlikte hatırlanması cahilce üretilmiş bir hurafeden mi ibarettir? Yoksa o iftiranın arkasında egemen sınıf kini ya da aynı anlama gelmek üzere Osmanlı’nın düzeni mi vardır?

Uzun lafın kısası, geçmişin gerçek çelişkilerinden türeyen lanetlenme hikâyeleri insanlık tarihine hiç yabancı değildir. Hele de o tarih, toplumsal mücadelelerin içinde çıkarları farklılaşmış, saflara ayrılmış, birbiriyle kıyasıya bir savaşıma giren öznelerden meydana geliyorsa…

Jakobenizm, Robespierre ve burjuvazinin laneti üzerine…

Jakobenizmin ya da Robespierre’in hikâyesi de yukarıda bahsi geçen lanetlenme hikâyelerindendir. Jakobenizm, insanlığın uzun yürüyüşünde bir mihenk taşı, mümkün olan en ileri noktaya doğru sıçrama hikâyesi; mirası maddi varlığından çok daha büyük, yankısı çok uzaklardan işitilen bir devrim anlatısıdır. Egemen sınıflarca lanetlenmesinin ardında yatan neden de tam olarak budur.

Kendisi burjuvazinin ilk çocuklarından olmasına karşın, makul sınırlara bir türlü çekilememiş; bu yüzden de bıraktığı miras burjuva paradigmasının çok ötesine geçmiştir. Düşmanlarını ehlileştirip yola getirmede, bunu yapamıyorsa fikri mirasını dejenere etmede, o da olmadı, takipçilerini çekim alanına sokup dolaylı yollardan kendi peşine takmada, tarihin gördüğü en yetenekli egemen sınıf olan burjuvazinin mevzu bahis Jakobenizm olunca neden sınıfta kaldığını daha detaylı ele almamız gerekecektir.

Jakobenizmin ya da Robespierre’in hikâyesi, yankısı çok uzaklardan işitilen bir devrim anlatısıdır.

Ancak öncelikle burjuvazinin bu meselede ne kadar başarılı olduğunu, birtakım değerlerimiz aracılığıyla hatırlamamızda yarar var: Marksizm ile başlayalım. Marksizm meşhur 11.Tez’de çizilen çerçevenin dışına çıkarıldığı an, ehlileştirilmiş, yola getirilmiş olur. (2) Bir başka ifadeyle, dünyayı değiştirme kılavuzuyken eleştirel bir düşünce okuluna dönüşmüş; devrim ve sosyalizm gibi büyük anlatılardan vazgeçmiş, hitap ettiği emekçi sınıfları herhangi bir sosyo-ekonomik kategori ya da kültürel kimlik olarak ele alan bir Marksizm’in burjuvazi tarafından lanetlenmesine dahi gerek yoktur. Ya da sosyalizm fikri, üretim araçlarının kolektifleştirilmesi ve egemen sınıfların zor aracılığıyla mülksüzleştirilmesi hedefinden koptuğunda, AB kapsamında kurulan “Emeğin Avrupa’sı” hayallerinin peşine takıldığında, sosyalizmden her söz edildiğinde cümleye reel sosyalizm eleştirileriyle başlandığında, anti-emperyalizme burun kıvırıp söz gelimi “vegantikapitalist” (3) arayışlara girişildiğinde, devrim stratejilerinin yerine “türcülük” tartışmaları yapıldığında ya da sosyalizm maddi temellerinden uzaklaştırılıp duyarlı insanların vicdanlarına sıkıştırıldığında, ortada burjuvazinin saldırıp lanetlemesini gerektirecek bir neden de yok demektir.

Burjuvazi dejenere etmede o kadar işinin ehlidir ki, “devrim” mefhumunun kendisini dahi yeniden üretmeye çalışmış ve bunda başarılı da olmuştur. “Makul devrim” arayışlarında parti, öncü, kolektif irade, önderlik falan yoktur. Bu arayışlar esnasında, kimileri hali hazırdaki devrimleri fazla yukarıdan bulduğundan daha aşağıdan olanları aramaya koyulmuş, kimileri iktidar olmadan devrim yapabileceğini varsaymış, kimileri de dans edemeyeceği bir devrimi devrimden saymamıştır. Bu yeni arayışların hemen hepsi her zaman daha radikal bir devrim fikrine sahip olduklarını iddia etmişler; deyim yerindeyse, devrimi modernitenin prangalarından kurtarıp daha özgürlükçü ve demokratik kılmaya çalıştıklarını düşünmüşlerdir.

Ancak çok ilginçtir: Beğenilmeyen o eski devrimler emekçi sınıfların zaferleriyle eş anlamlıyken, arayış içindeki zamane “devrimcileri” birtakım turuncu girişimler dışında, henüz muzaffer olamamışlardır. Dikkat çekici son bir örnek verelim: Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in bile -burjuva düzenine meydan okumakla kalmayıp devrimci bir pratikle onu aşmayı başaran ender siyasi liderlerden olmasına karşın- bir ehlileştirme operasyonuna tabi tutulduğu iddia edilebilir. Esas itibariyle karikatürize bir hikâyeden ibaret olmasına karşın -Stalin tarafından kandırılmış- mağdur bir lider olarak Lenin figürü maalesef çoğumuza yabancı değildir. (4) Ya da, emperyalizm tahlili, öncü parti teorisi veya siyasi iktidarın fethi tartışmalarında Lenin’e çok uzak oldukları çok belli çok sayıda liberalin konu ulusal sorun olduğunda ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edip Lenin’den alıntılar yapmaya başlaması da aynı ehlileştirme operasyonunun başka bir versiyonudur.

Özetle, nitelikleri ve dereceleri farklı farklı da olsa, yukarıda sayılan devrimci figür, düşünce ya da eylemlerin tamamı birtakım ehlileştirme operasyonlarına tabi kılınmıştır ve bu sayede burjuvazi düşmanlarından birtakım dostlar türetmeyi başarmıştır. Bunlar burjuvazinin maharetleridir.

Jakobenizm ve Robespierre ise o maharetli ellerle hiç tanışmamıştır. Peki, burjuvazi, Jakobenizmi ve Robespierre’i ciddi bir tehdit olarak görmediğinden ehlileştirmeye tenezzül mü etmemiştir? Yoksa Fransız halkının verdiği isimle “satın alınamaz” olarak nitelenen Robespierre aynı zamanda ehlileştirilemez midir? Bize göre ikincisidir, çünkü tarihin Jakobenizme karşı geliştirilen bin bir çeşit düşmanlıklarla dolu olduğunu biliyoruz. Bu düşmanlıklar öyle sınır tanımaz bir hal almıştır ki, Robespierre’in Usame Bin Ladin’e benzediğine dair savlar ileri sürülmüş, Jakobenlerin iktidarda olduğu 1793-94 dönemiyle Nazi Almanya’sı arasında paralellikler kurulmuş, Robespierre’in Batı’da soykırımın mantığını yaratan lider olduğu bile iddia edilmiştir. (5) Dolayısıyla burjuvazinin Jakobenizmi makulleştirmeye çalışmaması, böyle bir şeye tenezzül etmemesinden değil, o doğrultuda yapılacak bir hamlenin karşılığının olamayacağını kestirebilmesinden kaynaklanmıştır. Bu nedenden ötürü, burjuvazi Robespierre’in devrimci praksisine ve bıraktığı düşünsel mirasına açıktan düşmanlık yapmak ve onu lanetlemek dışında herhangi bir seçeneği gündemine almamıştır.

1793-94 devrimciliğinin ehlileştirilmeye çalışılmamasının birinci nedeninin şunla ilgili olduğu söylenebilir: Jakobenizm, devrimi burjuvazinin elinden çalmaya kalkışmak, hatta bir yıllığına bu kalkışmayı ete kemiğe büründürmek gibi çok büyük bir suç işlemiş, deyim yerindeyse, kendi sınıfına ihanet edip taraf değiştirmiştir. O günden itibaren burjuvazinin laneti de, bu hayırlı ihanetin mimarı Robespierre’in ve genel olarak da Jakobenizmin üzerindedir. Özel mülkiyet hakkının kutsallığı ve dokunulmazlığı iddiasının karşısına kamucu/halkçı bir genel irade tasavvuruyla çıkan, mülk sahipliği esasına göre belirlenmiş seçme ve seçilme özgürlüğüne karşı genel oy hakkı ilkesini yasallaştıran, anayasal monarşiye dünden razı bir sınıfa cumhuriyeti dayatan, direnme hakkına anayasal bir statü veren, aydınlanma düşüncesini dar bir elit çevreden geniş halk kesimlerine (6) doğru taşıyan devrimci bir dönüşüm süreci -elbette burjuvazi açısından- neresinden bakarsanız bakın ihanetin konusu olacak kadar ciddi bir paradigma değişikliğidir. Tabiri caizse burjuvazi, bir yabancının ya da tarihin derinliklerinden gelen bir düşmanının değil, saf değiştiren kendi öz çocuğunun ihanetine uğramış, belki biraz da bu nedenle ondan bir dost türetmek için uğraş vermek yerine, onu hiç vakit kaybetmeden lanetlemeyi yeğlemiştir.

Fransız halkının verdiği adla “satın alınamaz” olan Robespierre aynı zamanda ehlileştirilemezdir.

İkinci nedene gelince, Jakobenler devrimi çalmakla kalmamışlar, politik cüretlerini devrimci bir inşa süreciyle birleştirmeyi başarmışlardır. Bir diğer deyişle, Robespierre, Prometheus’un tanrılardan ateşi çalması misali, devrimi burjuvaziden çalıp halk sınıflarına vermekle yetinmemiştir. Burada burjuvaziye kafa tutan bir siyaset stratejisinin, sadece yıkıcı değil aynı zamanda kurucu niteliği de olan bir pratiği söz konusudur. (7) Şöyle ki, Robespierre eski rejimin en büyük düşmanlarındandır ve bu yönüyle ehlileştirilemeyecek kadar yıkıcıdır. Ancak sadece bu yönüyle var olsaydı, ondan çok daha yıkıcı olan devrimci figürler Babeuf ve Blanquie’yle Robespierre’i aynı tarihsel bağlamda ele almak gerekirdi. Oysa ki o, Babauef ya da Blanquie’nin aksine, bir yıllığına da olsa, tasavvur ettiği düzeni uygulama fırsatı bulmuş, iktidar deneyimi yaşamıştır. Bir diğer anlatımla, eski rejimi yıkan halk sınıflarına burjuva iktidarına mecbur olmadıklarını göstermeyi başarmıştır.

Jakobenlerin tarihsel evrimi

Bazı dönemlerde sınıf savaşımları o kadar sert ve inişli-çıkışlı seyreder ki, sınıflar arasındaki mücadeleler -sınıf içi çelişkileri ve çatışmaları da kapsayacak şekilde- anlık gelişmeler sergilerler. Tarih o dönemlerde çok hızlı akar. Bugünün ittifak halinde olan unsurları yarın birbirlerinin en yeminli düşmanları kesilebilirler. 1789-1794 Fransa’sında da öyle olmuştur. (8) Robespierre’in karısının ölümü üzerine Danton’a yazdığı yoldaşça mektubun tarihi ile aynı Danton’u giyotine gönderdiği tarih arasında sadece on dört ay vardır. Liberal tarihçiler ve karşı-devrimciler için bu tür çelişkiler Robespierre’in ne denli dengesiz bir kişilik, eli kanlı bir diktatör olduğunu gösteren veriler olabilir. Ancak bilimsel sosyalistler tarihe bu kadar sığ bakmazlar ve o kavgayı iki dostu birbirilerine düşman yapan tarihsel çelişkilerin ve sınıf savaşımlarının bir sonucu olarak değerlendirirler. İşte o çelişkiler ve savaşımlar, Robespierre ve Danton arasındaki ilişkinin seyrinde görülebileceği gibi, “Anayasanın Dostları Derneği”nin beş yıl içindeki dönüşüm sürecinde de tespit edilebilir.

Jakobenlerin -ama Jakobenizmin değil- tarihi üç dönem halinde ele alınabilir. (9) Birinci dönemde Jakobenler son derece heterojen bir toplama tekabül ederler. Ulusal Kurucu Meclis’te, liberal soylulardan burjuva siyasetçilere, kentli ve meslek sahibi kesimlerden ılımlı cumhuriyetçilere ve radikal devrimcilere kadar oldukça geniş bir siyasi yelpazeden Jakoben üyeler vardır. Bu dönemde Brissot, Marat ve Robespierre gibi radikaller azınlıktadır ve yönetim, Duport, La Fayette ve Lameth gibi merkezci eğilimleri temsil eden burjuva siyasetçilerin elindedir. Kabaca 1789-1791 yıllarını kapsayan bu dönem, kralcılara karşı burjuvaziden yana tutum almış ılımlı soyluların -temsilcileri Mirabeau önderliğinde- kan kaybettiği, burjuva siyasetçilerin hegemonya alanlarını genişlettiği, radikallerin tarih sahnesine çıkması için henüz erken olan bir dönemdir. (10) Mülkiyet ve servet esasına dayalı yasal ve anayasal düzenlemeler yapılırken, seçme ve seçilme hürriyeti (11) dönemin Fransa’sında yurttaşların yüzde 40’ını dışarıda bırakacak şekilde yeni egemen sınıfların lehine düzenlenirken, yoksul-emekçi kesimlerin Jakobenler Kulübüne üye olmaları yasaklanırken, köylü isyanları sert bir şekilde bastırılırken, kilise mülklerine el koyulurken, Protestanlara dinsel özgürlükler verilirken döneme ruhunu veren sınıfın burjuvazi olduğu açıktır.

Ancak yukarıda da ifade edildiği üzere, tarih çok hızlı aktığından kısa sürede ulusal düzeyde dengeler değişmeye başlamış, Jakobenlerin kendi arasındaki ayrışmalar netleşmiş ve 1791’de yeni bir dönem başlamıştır. Bir yandan kıtlık ve sonu gelmeyen ekonomik krizler, diğer yandan köylü isyanları ve baldırı çıplakların radikal eylemleri, sadece 1789’daki ittifakı çatırdatmakla kalmamış, diğer yandan Kral XVI. Louis ve monarşistlerin harekete geçip karşı bir hamle yapmalarına da zemin hazırlamıştır. 20 Haziran 1791’de Louis ülke dışına çıkmaya çalıştığında bardak taşmış ve Jakobenler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklar sürdürülemez bir hal almıştır. Ilımlı cumhuriyetçiler ve devrimci radikaller bu olayı monarşistlerin yurtdışındaki karşı-devrimci unsurlarla birleşme hamlesi olarak görürler ve kralın görev ve yetkilerini acilen üstlenecek anayasal düzenlemeler önerirler. Merkezciler ise kralın kaçmadığını fakat kaçırıldığını, dolayısıyla suçsuz olduğunu, anayasayı kabul etmesi durumunda yetki ve görevlerinin iade edilmesi gerektiğini savunurlar. Nihayet Jakobenler Kulübü bölünür. Kulüp Ulusal Meclis’te azınlık olan radikallerin elinde kalır ve birinci dönem de böylece kapanmış olur. (12)

Jakobenler Kulübü’nün 1791-93 yıllarını kapsayan ikinci dönemi birincisine göre daha az heterojen ve daha radikal bir dönemdir. Bu dönemde devrimin ardından yurtdışına kaçan eski rejim yanlılarının cezalandırılması ve ruhban kesiminin bağımsız yapısının ortadan kaldırılıp din adamlarının kamu otoritesine tabi kılınması gibi daha radikal adımlar atılır. Ancak tarihin akışı yavaşlayacağına sürekli ivme kazandığından dönemin önde gelen karakterleri Brissot ile Robespierre’ın yan yana gelişinde ifadesini bulan sınıfsal ittifak da çok geçmeden çözülür ve saflar yeniden belirlenmeye başlar. Bu sefer, kralın herhangi bir hamlesi değil; Fransa ile Prusya ve Avusturya arasındaki savaş, kartların yeniden karılmasına sebep olur. Hâlihazırdaki politik krizi fırsata çevirme hamlesi bu sefer Brissotçular’dan gelir. (13) Sav şudur: Madem karşı-devrimciler ülke dışına çıkmış ve yabancı güçlerle işbirliği yapmak suretiyle Fransa’yı işgale hazırlanmaktadırlar; o halde karşı bir hamleyle düşmanı ulusal sınırların dışında karşılamak gerekir. Böylelikle hem devrim ve kazanımları olası bir yıkımdan kurtarılacak, hem de devrimi yurtdışına ihraç etmenin maddi zemini hazırlanmış olacaktır. Üstelik bu sayede içerideki devrim düşmanları çok daha kolay cezalandırabilecek ve kral tamamen köşeye sıkıştırılacaktır.

XVI. Louis giyotinde.

Fransa dışında devrimi boğmak için işgali de göze almış bir düşmanın olduğu ve o düşmanın da Fransız monarşistlerden ve Avrupalı gerici rejimlerden meydana geldiği doğrudur. Ancak ne yıllar süren savaş ve iç savaşlarda yorgun düşmüş Fransız Ordusu -ki bu ordu Kral’ın ordusudur- böyle bir savaşı zaferle sonlandırabilecek kadar güçlüdür, ne de Brissotçular eski rejimin veya Ulusal Meclis’teki merkezci odakların desteğini almaksızın sadece kendi güçlerine dayanarak böyle bir savaşı kazanabilecek durumdadır. Sonuç itibariyle, karşı-devrimi engellemek amacıyla başlatılan savaş, ancak içerideki karşı-devrimcilerin desteğiyle sürdürülebilir kılınır. Brissot ve arkadaşlarının stratejik yanlışları öyle bir tablonun oluşmasına yol açar ki, bir süre sonra Fransa’da devrimi daha ileriye taşımak isteyen kim varsa, artık XVI. Louis ile aynı safta yer alan Brissotçuların karşısına geçmeye başlar. Köylülerin ve baldırı çıplakların kitlesel eylemlerini bazı ordu birliklerinin isyanları izlediğinde, Brissotçular dışarıdaki bozgunu içeride sert önlemler almaya çalışarak telafi etmeye çalışırlar ve fakat başarılı olamazlar.

Bu süreçte hem barıştan hem de yoksul halktan yana tutum alan Robespierre ve savaş karşıtı tutumu (14) Meclis içinde önceleri cılız kalmasına karşın, halk sınıfları içinde ve Jakobenler Kulübünün taşra teşkilatlarında hızla güçlenmiş, bu durum Meclis’teki gücünü tekrar artırmasını da sağlamıştır: Robespierre Brissotçuların Jakobenler Kulübü’nden çıkarılmalarını sağlamış ve ardından onları Meclis’te zora düşürecek pek çok hamle yapmıştır. 1792 yılının Temmuz ayında Robespierre kralın tahttan indirilmesi çağrısı yapacak kadar etkili bir figürdür. Nitekim aynı yılın Eylül ayında Cumhuriyet ilan edilmiş; Aralık ayında Kral vatana ihanetten yargılanmaya başlanmış; Ocak 1793’te Louis giyotine gönderildiğinde ise sadece eski rejim değil, Brissotçular’da cisimleşen ılımlılığın da kaybettiği artık tescillenmiştir.

2 Haziran 1793’te Brissotçuların önde gelen liderleri Meclis’ten atılıp Louis’in kaderini paylaştıklarında, Jakobenler için de Robespierre ile özdeşleşecek olan üçüncü dönem başlamıştır. 1794’ün Temmuz ayına kadar sürecek olan üçüncü dönem bir yandan Jakobenlerin bir olgu olarak tarih sahnesinden çekilişine tanıklık ederken, diğer yandan bir siyaset stratejisi olarak Jakobenizmin doğuşunu müjdeleyecektir.

Özetle, Jakobenlerin tarihi dönemin Fransa’sındaki sınıf mücadelelerinin tarihidir. Üçüncü döneme kadarki her dönem, döneme önderlik eden unsurların devrimci iddialarını yitirmesiyle birlikte kapanmış ve hemen ardından devrimci iddiaları olan başka grupların öne çıktığı yeni bir dönem başlamıştır. Ancak çelişkiler o kadar keskindir ki, devrimci iddiasını yitirenin köşesine çekilip emekliliğini bekleme lüksü olmamıştır. Tarihin hızlı aktığı her devirde olduğu gibi 1789-1794 yılları arasında da, devrimci iddiasını yitirenler karşı-devrimcilerin safına geçmiş ve çelişkilerin çözüm yeri her zaman giyotinler olmuştur.

Jakobenizm nedir ve ne değildir?

Peki, Jakobenleri iktidara taşıyan veya Jakobenizmi yaratan tarihsel neden onların devrimci iddiaları mıdır? Ya da aynı soru şu şekilde yeniden formüle edilebilir: 1789-1793 yılları arasındaki süreçte neden devrimciliğini sürdürenler kazanmış, vazgeçip devrimin önüne set çekmeye çalışanlar tarihin çöplüğüne süpürülmüştür? İstisnai dönemler dışında tarihin böyle işlemediğini biliyoruz. O halde öncelikle 1789-1793 döneminin özel bir dönem olduğunu vurgulamalıyız. Bu dönemi özel kılan nedenlere gelince; bunları, egemen sınıfların konumlarıyla ilgili olanlar, halk sınıflarını ilgilendirenler ve doğrudan Robespierre ve arkadaşlarının eğilimlerine bağlı olanlar olarak kategorize etmek anlamlı olabilir.

Öncelikle Bu dönem Fransız burjuvazisinin en deneyimsiz olduğu dönemdir. Bir başka ifadeyle, o dönemin burjuvazinin hafızasında ürkütücü bir devrim anısı yoktur. Söz gelimi 1848 yılına gelindiğinde, burjuvazi devrim denilen mefhumun kendi huzurunu kaçırabilecek, düzenini bozabilecek sonuçlar doğurabileceğini çok iyi öğrendiğinden gerekli önlemleri almayı da akıl edebilmiştir. (15) Ayrıca, burjuvazinin Robespierre’e ve Jakobenizme bir süreliğine mecbur kaldığı çok açıktır. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bu saptama şunları kapsar: Dönemin Fransa’sında, Kral’ın idamı, merkezcilerin ve Brissotçuların ise tasfiyesi koşullarında Robespierre dışında kurucu bir irade kalmamıştır. Robespierre’in alternatifi herhangi bir ılımlı grup değil, sınırsız bir şiddet ve yıkıcılıkla özdeşleşen baldırı çıplaklardır. Bununla birlikte 1793 yılında Robespierre’in kaybetmesi, Fransa’nın, Avrupa’nın en gerici yabancı güçlerce işgaliyle ve onlarla işbirliği içindeki aristokrasinin hortlama ihtimaliyle aynı anlama gelecektir. Burjuvazinin aristokrasi ya da başka bir gerici sınıfla iktidarını paylaşmaya -henüz- niyeti yoktur. Ayrıca kendisi dışında devrimin zevki sefasını sürecek yiyici bir kasta tahammül etme niyeti de yoktur. Robespierre’in radikalizmi yeni filizlenen yiyiciler tabakasını da tasfiyesi edecekse, bu o kadar da kötü bir şey değildir. (16) Sonuç olarak burjuvazi ya Robespierre’e razı olacaktı ya da ülkesiyle beraber bir yok oluşa sürüklenecekti. (17)

Sürekli daha fazlasını talep eden Jakobenlerle, hiçbir şeyin tatmin edemeyeceği ve ne istediklerini de tam olarak bilmeyen baldırı çıplaklar arasında örtülü bir ittifak vardı.

Halk sınıflarıyla ilgili olan nedenler ise Robespierre’de cisimleşen Jakoben pratikle devrimin yıkıcı gücü olan yoksul emekçi sınıflar arasındaki ilişkide kümeleniyordu. Devlet yönetiminde söz sahibi olup da “tamam artık bu kadar yeter” demeyen ve sürekli daha fazlasını talep eden Jakobenlerle, hiçbir şeyin tatmin edemeyeceği ve ne istediklerini de tam olarak bilmeyen baldırı çıplaklar arasında örtülü bir ittifak vardı. Ancak 1789-1793 dönemini özel kılan nedenler arasında hiçbiri, ne egemen sınıflar arasındaki ilişkiler ne de halk sınıflarının Jakobenizme bakışı, Robespierre’de cisimleşen radikalizmin niteliği kadar belirleyici olamazdı. Robespierre’de cisimleşen radikalizm; devrimi ve cumhuriyeti bir araç olmaktan çıkarıp, kendisi için bir amaç haline dönüştürmüştü ve bu yönüyle biricikti.

Robespierre için devrim ve cumhuriyet, ne savaşın kazanılması için geliştirilmiş araçlardan, ne de zenginler daha iyi ticaret yapabilsin diye yaşatılması gereken kurumlardan ibaretti. Aslında ezilen yoksul kesimlerin merkezinde olduğu ve temel derdi onların çıkarlarını savunmak olan birtakım kazanımlara da tekabül etmiyordu. Devrim ve cumhuriyet her şeyden önce birer idealdi. (18) Fakat tarih o ideali emekçi sınıfların idealiyle bir süreliğine öyle güçlü kesiştirdi ki, “…Onun iktidarı, halkın, Paris kitlelerinin iktidarı; onun terörü, halkın terörü demekti. Nitekim onu terk ettiklerinde o da düştü…” O düşüşle birlikte 1793-94 devrimciliği tarihsel bir olgu olarak bitti ve fakat insanlığın devrimci birikiminin mihenk taşlarından birisine ve belki de en önemlisine dönüştü.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, Jakobenlerin tarihi o gün orada bitmişti ve fakat jakobenizmin tarihi henüz yeni başlıyordu. Zirve noktasına 1917’de ulaşacak bir devrim stratejisi olarak Jakobenizmin ölümsüzleşmesi sürecinde Robespierre o sürecin mimarı olarak tarihe geçti. Tam da bu nedenle bugün sadece Robespierre ve çizgisi Jakoben olarak anılmaktadır. Hiç kuşkusuz böyle bir durumun ortaya çıkması, o çizginin kendisini yaratan sınıfsal temelleri aşmasıyla ilgilidir. Jakobenizm, devrimi egemen sınıfların bilincinin en derinlerine kadar işleyen bir korkuya çevirmiş; onun dışındaki siyasi çizgilerin ise neredeyse tamamı -az ya da çok ama mutlaka- burjuvaziyle uzlaştıklarından, erimişler ve düzenle bütünleşmişlerdir.

Jakobenizm, aleyhine o kadar çok şey söylenmiş ve öyle bir lanete tabi tutulmuştur ki, onu en iyi anlatabilmenin yolu öncelikle ne olmadığını kavrayabilmekten geçer. Jakobenizme karşı en önemli ideolojik cephe liberalizm tarafından açıldığından, onunla başlayabiliriz. Liberal tasavvur, bilhassa 1793-94 yıllarını kapsayan dönemdeki devrimci pratikleri kendine göre geliştirdiği ve tek referansı yine kendisi olan bir kavram seti aracılığıyla okuduğundan, hem tarihsel olguları maddi zemininden kopartarak değerlendirir hem de bunu yaparken sahte bir “tarafsızlık” zırhının ardına saklanır.

Durumu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Eğer liberalizme karşı onu toptan reddedici bir yaklaşımınız yoksa ve liberal eleştiriden birtakım şeyleri gerçekten öğrenebileceğinizi düşünüyorsanız şöyle bir durumun ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir: Jakobenizm “tepeden inmecilik” parametresiyle değerlendirildiğinde sesiniz çıkmıyorsa, tepeden inmecilik diye tabir edilen şeyi bir referans noktası olarak kabul etmeye başlıyorsunuz demektir. Bundan sonra size düşen tepeden inmecilik diye bir şeyin analitik gücünü sorgulamak değildir. Jakobenizm ya da onunla özdeşleştirilen herhangi bir düşünce akımı ya da örgüt tepeden inmeci olarak yaftalandığında, onun aslında tepeden inmeci olmadığını ileri sürüp, çok demokratik olduğunu falan ispatlamaya çalışırsanız, baştan kaybedersiniz. Bu boş bir çabadır, zira oyunun kurallarını koyan liberallerdir. Bu durumda, “Hadi ateyizler bunu da açıklayın?” formatında sorulmuş -”Madem Jakobenler tepeden inmeci değil, o halde neden şu kadar muhalifini idam ettirdiler?” gibi- bir soru sizin başınızı öne eğdirmeye yetecektir.

Benzer bir biçimde “Robespierre otoriter bir liderdir” yargısına dayanan herhangi bir liberal argümana karşı “hayır değildir” ya da “Aslında Brissot daha otoriterdir” diyerek baş edebilme şansınız yoktur. Liberal eleştirinin gücü tam olarak böyle bir yanılsama yaratıp, kendi oyununu size siz henüz fark etmeden dayatabilmesinde yatar. (19) Hele akademik bir platformdaysanız ve önleminizi almamışsanız, o yanılsamanın ikiye katlanması neredeyse kaçınılmazdır.

Danton, Marat, Robespierre…

Tarafsızlık zırhına gelince, liberalizm özellikle devrimci yıkım ve yeniden kuruluş süreçlerine damgasını vuran amansız savaşımların gerçek niteliğini o kadar sahte bir tarafsızlık zırhının ardına saklanarak tasavvur ettirir ki; bu zırh sadece ardına gizlenen burjuvazinin sınıf çıkarını gizlemekle kalmaz, tuhaf bir tarih algısı da yaratır. Bir anda kendinizi analitik kapasitesi liberal projeksiyondan geçmiş bir okuyucu olarak buluverirsiniz.

Sonuç, Robespierre ile XVI. Louis’yi onları var eden her türlü politik bağlamdan bağımsız kavgaya tutuşan iki naif çocuk ya da iki kötü adam olarak düşünmeye başlamak olur. Siz istemeseniz de vicdanınız sizi ortalamacılığa; hem Louis’de temsil olunan monarşizme hem de Robespierre’in temsil ettiği devrimci radikalizme mesafeli bir pozisyona doğru tüm kuvvetiyle itecektir. Siz tarihe tarafsız bir yerden baktığınızı sanırsınız ancak kafanızı uzattığınız yer burjuvazinin penceresinden başka bir yer değildir.

Tartışmayı daha fazla uzatmadan burada bitirelim: Jakobenizm, her şeyden önce, liberal tasavvurun dayattığı bir “tepeden inmecilik” ya da bağlamından koparılmış “kendinde kötü bir otoriterizm” değildir.

Jakobenizm, liberal tasavvurun yarattığı benzer bir yanılsama olan darbecilik demek de değildir. Liberalizm, bu sefer,  tepeden inmecilik yaftalamasında yaptığı gibi kendinde kötü bir kavram icat edip onu Jakobenizme yapıştırmamış; uyarlama yoluna başvurmuş, ustaca bir müdahaleyle darbe mefhumunu devrimle eşleştirmiştir: Mantık basittir: Mademki Jakobenizm parlamento aracılığıyla değil de darbecilerin/cuntacıların yaptığı gibi zor yoluyla iktidara gelmiştir, o halde Jakobenler de darbecidir. Bu yaklaşım liberal-demokrasiyi ve onun yöntemlerini o kadar tarih-dışı bir yere koyup kutsar ki, onun bulunduğu yerden, darbecilikle devrimcilik eş anlamlı hale gelir.

Liberal bir perspektiften; 1793 ile 1851, Robespierre ile de III. Napolyon bir anda otoriterizm üst-başlığı altında yan yana koyulabilir. Temsil edilen sınıflardan ya da sınıfsal ittifaklardan soyutlandıklarında Jakobenizm ile Bonapartizm, bir tür tek adam yönetimi ya da diktatörlük olarak kodlanıverir. Burada burjuvazinin yaptığına sıradan bir çarpıtma denemez. Bu aynı zamanda tarihin öznesizleştirilmesi sürecidir. Bir yandan devrimciler diktatörlük ithamına tabi tutulurken, diğer yandan emekçi sınıfların tarihe müdahalesi liberal birtakım üfürmeler tarafından görünmez hale getirilmiş, kitlelerin belleğinden silinmiş olur.

Robespierre de giyotinde.

Jakobenizm, konspiratif eylemleri merkeze alan komplocu radikalizm örnekleri arasında gösterilmemelidir. 1796’daki Eşitler Komplosu girişiminin önderi Babeuf’un bir Jakoben olduğu doğrudur; ancak Jakobenizm, tarihsel olarak yenilmiş bir siyasi öznenin son bir hamle ve dar bir kadroyla iktidara el koyma girişimine indirgenemez. Her şeyden önce Robespierre 1793’te halk adına hareket eden ve fakat halk sınıflarının bu durumdan bihaber olduğu bir pratikle iktidara gelmemiştir. Tam aksine 1793-94 dönemi baldırı çıplakların iktidar ortağı olduğu bir döneme denk düşer. Robespierre’i iktidara getiren devrimci stratejinin de, sözü geçen dönemdeki icraatların da arkasındaki halk desteği gayet görünürdür. (20)

Dolayısıyla, daha sonraları birçok Marksist aydın ve hatta siyasetçiyi (21) de etkisi altına alacak olan, “emekçi sınıfların yeterince güçlü olmadığı koşullarda kendisini işçi sınıfının yerine koyan bir fedailik kültürü olarak Jakobenizm” düşüncesi doğru bir tarihsel algıyı yansıtmaz. Bu algı en iyi ihtimalle, ileride Baböfizm-Blankizm çizgisi olarak tarihe geçecek olan konspiratif devrimciliğin Jakobenizmin yerine ikame edilmesi yanlışıyla ilgilidir. Kötü ihtimal ise hiç kuşkusuz Fransız Devrimi’ni 1789-1793 yılları arasına sıkıştırma girişimidir ve tarihteki reformist eğilimleri devrimci çıkışlara tercih etmek anlamına gelecektir.

Jironden Brissot. 1793’te Louis ile aynı
kaderi paylaştı.

Sonuç yerine: Jakobenizm ve insanlığa bırakılan miras

Bu denemenin ilgili yerlerinde de ifade edildiği üzere, Jakobenizm, Jakobenlerin tarih sahnesine çıkmalarıyla ortaya çıkan, onların yenilgileriyle birlikte de ortadan kaybolmuş bir ideolojiden ziyade; 1793’te doğmuş, asıl anlamını ise çok daha sonraları bulmuş genel bir devrimci yönelimi, bir siyaset stratejisini ifade eder. Dolayısıyla Jakobenizmi güncel siyasal gelişmeleri değerlendirirken temel bir referans noktası olarak almak hâlâ mümkün, hatta gereklidir.

Jakobenizm “her devrimin temel meselesi iktidar meselesidir” kavrayışının, yani Leninist devrim teorisinin öncülüdür. Sözü geçen öncüllüğü teorize eden Lenin’den başkası değildir ve bu nedenden ötürü günümüzde Leninist olmayan bir Jakobenizmden söz etmek anlamlı olmayacaktır.

Ancak tersi de doğrudur: 1917’den bugüne sosyalist devrim stratejileri ile Jakobenizm öylesine bütünleşmiştir ki, Jakoben olmayan bir Leninizm’den söz edilmesi de abes ve iştigalle meşgul olmakla eş değerdir, zira Jakobenizm Marksizm’in devrimci yorumuna çoktan eklemlenmiştir ve bu eklemlenme keyfi ve zorlama hamlelerle bertaraf edilemeyecek kadar kuvvetlidir.

Jakobenizm “her devrimin temel meselesi iktidar meselesidir” kavrayışının, yani Leninist devrim teorisinin öncülüdür. Sözü geçen öncüllüğü teorize eden de Lenin’den başkası değildir.

Jakobenizmin tarihsel bir dönem, politikalar ve olgular toplamı olmaktan çıkıp, bir devrim stratejisi olarak sosyalist yazın içine girişi, ister tutkuyla bir sahipleniş, ister küstahça hedef tahtasına konuş şeklinde olsun, o kuvvetli eklemlenme sayesinde olmuştur ve bunda başrolü oynayan tarihsel figür de Lenin’dir. Tam da Jakobenizm ve Leninizm arasındaki o kuvvetli ilişki nedeniyle, devrim mefhumunu çalışmanın başında belirtilen yeni devrim arayışlarına kurban vermemek ve günümüzdeki post-yapısalcı tahakkümün hamlelerini boşa çıkarabilmek için Jakobenizm biçilmiş bir kaftandır. Bu kaftan giyilecekse, Jakobenizmin “otoriter değil demokratik bir siyasal eğilim olduğunu” ispatlamaya girişmekle değil, tarihin tanıklık ettiği en devrimci akımlardan biri olarak Jakobenizmin ve Robespierre’in tutkulu bir savunusuyla yola koyulmak gerekir.

Dipnotlar

*Bu denemenin başlığını, 1989 yılında Michel Vovelle’in konuşmasının başlığından esinlenerek belirledim. Bu konuda bkz: McPhee, Peter (2015) Robespierre: Devrimci bir yaşam, çev. S. Sertabiboğlu. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, s.XXVI.

2) Karl Marks’ın Feuerbach Üzerine 11. Tezi: “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır. Oysa sorun onu değiştirebilmektir”.

3) “Vegantikapitalist” ve “türcülük” gibi ifadeler, post-yapısalcı hegemonyanın özellikle akademik tartışma başlıkları üzerindeki etkisinin ne denli kuvvetli olduğunu göstermesi açısından sadece örnek vermek amaçlı seçilmişlerdir. “Vegantikapitalist”, hayvan ürünlerinden faydalanmayı reddetme eğilimiyle anti-kapitalist mücadele arasında içsel ilişki kuran bir ibareye tekabül ederken; “türcülük” insan türünün yeryüzündeki ayrıcalıklı konumuna muhalefet eden bir düşünce sistematiğinin eleştirel argümanlarından biridir. Evet, post-yapısalcılık moderniteyi böyle aşmaktadır!

4) Sol-liberal entelijansiya Stalin ile Lenin arasındaki ilişkiyi bazen her iki devrimci figürü lanetleyip reddederek, bazen ise -tabiri caizse- Lenin’i Stalin’den kurtarmaya çalışarak resmetmektedir.  Sol-liberalizmin bu konuda hiç de yalnız olmadığını gösteren, bir çalışma için bkz: Gerratana, Valentino (…) “Stalin-Lenin ve Leninizm”, http://www.birikimdergisi.com/images/UserFiles/images/Spot/70/34/stalin-lenin_ve_leninizm_valentino_gerratana.pdf, Erişim Tarihi: 20.02.2015.

5) McPhee, Peter (2015) a.g.e., s.251.

6) Timur, Taner (1999) “Sivil Toplum, Jakobenler ve Devrim”, Mülkiye Dergisi, 23 (219), s.85-94.

7) Devrimci siyasi öznelerin hem yıkıcı hem de kurucu olmaları gerektiğinin altını çizen; kurucu olamayan yıkıcıların ancak başkaları için yıkabileceklerini, yıkıcı olamayan kurucuların ise devrimci olamayacağını savlayan etkileyici bir yazı için bkz: Helvacıoğlu, Ender (2010) “Yıkıcı-kurucu diyalektiği”, http://www.yarinlar.net/guncel-yazilar/yikici-kurucu-diyalektigi-ender-helvacioglu.html, Erişim Tarihi: 20.02.2015.

8) Sadece 1789-94 dönemi için değil, aslında 1789’dan 1871’e kadar olan sürecin tamamı için tarihin çok hızlı aktığı ileri sürülebilir. Bu konuda Marx’ın Fransa’nın devrimci tarihi üzerine üçlemeleri olan “Fransa’da Sınıf Savaşımları”, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumeire’i” ve “Fransa’da İç Savaş” adlı eserlerine bakılabilir.

9) Jakobenlerin tarihini üç dönem halinde ele alan bir çalışma için bkz: Ağaoğulları, Mehmet Ali (2011) “Jakobenler ve Jakobenizm”, Bilim ve Ütopya, 205, s.6-26.

10) Merkezcilerden Duport’un şu konuşması Jakobenler Kulübünün birinci döneminin sınıf karakterini ortaya koyması açısından önemlidir: “Devrim bitmiştir. Aşırılıklarla mücadele ederek devrimi koruyup noktalamak gerekir. Eşitliği sınırlamak, özgürlüğü kısmak ve kamuoyunu belirlemek gerekir. Yönetim güçlü, sağlam ve durağan olmak zorundadır”. bkz: Ağaoğulları, Mehmet Ali (2011), a.g.e., s.8.

11) Kadınların seçme ve seçilme özgürlüğü henüz yoktur. Dolayısıyla oranlar sadece yetişkin erkeklerin dahil olduğu bir toplam üzerinden hesaplanmaktadır.

12) Merkezciler krizin sonuçlarını radikallerin üzerine yıkmak için bir hamle yaparlar ve yeni bir kulüp kurarak Jakobenler Kulübü’nden ayrılırlar. Kurulan yeni kulübün adı Feuillantlar Kulübü olarak bilinmektedir. Bkz: Ağaoğulları, Mehmet Ali (2011), a.g.e., s.9.

13) Brissotçular daha sonra Jirondenler olarak anılacak ve ılımlı-reformist bir eğilim benimseyecek olan gruba atfen kullanılmaktadır.

14) Burada birbiriyle alakalı iki husustan kısaca söz etmek gerekebilir. Birincisi Robespierre’e göre,  Jirondenler’in savaş gerekçesi olarak sunduğu ne varsa hepsi aslında savaşa neden karşı çıkılmasının gerekçesi olarak değerlendirilmelidir. Bir diğer ifadeyle savaş, devrimi ihraç etmek bir yana, devrimin karşı-devrimciler tarafından boğulması anlamına gelecektir. Ayrıca yine ifade edilmesi gerekir ki Robespierre’in apolitik bir barış tutumu yoktur. 1793’te iktidara geldiğinde, yumurta küfesini sırtlamış devrimci bir lider olarak, devrimi yaşatabilmek için işgalci ordulara ve karşı-devrimcilere karşı amansız bir savaş vermiştir.

15) Hobsbawn, Eric (2003) Devrim Çağı 1789-1848. Ankara: Dost Yayınları, s.73.

16) Devrim sürecinde arasında zevki sefa içinde olan yeni zenginleşmiş bir tabakadan söz edilmektedir. Metni yazarken bu tabakanın daha çok Danton’un çevresinde toplandığına dair iki ayrı kaynakta benzer iddialara rastladım. Bu konuda bkz: McPhee, Peter (2015) a.g.e., s.207 ve Hobsbawn, Eric (2003) a.g.e., s.82.

17) Burjuvazi 1794 yazında karar değiştirecek; Robespierre ve arkadaşları idama gönderilirken, Jakobenizmin sınır tanımaz devrimciliğine karşı topyekûn bir yok oluşu dahi göze aldığını ispat edecektir.

18) Hobsbawn o ideali şöyle tasvir eder: “…Tüm iyi yurttaşların ulusun nazarında eşit olduğu ve halkın, hainlerin hakkından geldiği, adalet ve erdemin korkunç ve görkemli hükümranlığıydı bu ideal…” Bkz: Hobsbawn, Eric (2003) a.g.e., s.81.

19) Sol-liberal ve post-modern paradigmanın çok güçlü bir eleştirisi için bkz: Atamanalp, Alp (2015), “Liberal/postmodern tasallutun yeni oyuncağı: Vicdanizm ve neo-peygamberlik”, Bilim ve Gelecek, 139, s.42-47.

20) Rude, George (2015) Fransız Devrimi, İstanbul: İletişim Yayınları, s.131-141.

21) Almanya’da Kautsky, Rusya’da ise Menşevikler sözü edilen etkinin kapsama alanını göstermesi bakımından verilebilecek yerinde örneklerdir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz