Dinsel düşünüşle bilimsel düşünüş hiçbir noktada çakışmaz, hiçbir biçimde uzlaştırılamaz. Bilim “maddeyi”, maddesel varlıkları olan canlıları konu alır. Din daha çok maddesel varlıklarının bulunmadığı ileri sürülen ruh, tanrı gibi “kavramları”. Bilim olayları “nedenlerle” açıklar, din cansız doğa olaylarını bile “niçinlerle”! Bu bakımdan bilim “nedensellikçi”, din “ereksellikçidir”. Bilimci faylara, dinci günahlara bakar. Dinci her olayı tanrının ödüllendirme ya da cezalandırma ereğinin sonucu olarak (kolaylıkla!) açıklayabilir. Bilimci açıklayamadığında “bilmiyorum” der susar.
Konu, sonunda “bilimde inancın yeri” sorununa getirilmek üzere, genel olarak “inancın değeri” tartışmasıyla başlatılabilir. Bilimciler polemik uzatılmadan “inanç uzmanı” dincilerin sürüklemek istedikleri noktadan (cepheden) saldırarak savaşım vermekten çekinmemeli. Bu alanda dinciler “inanç insanın doğal bir gereksinimidir” demekteler, “insan inançsız yaşayamaz” savındadırlar. “Dinsizlerin, Allahsızların bile bir inancı vardır. Gerçekten onlar da Allah’ın yokluğuna inanmaktadırlar” görüşünü ileri sürmekteler.
Dinsel terminolojinin oyununa düşmek ya da düşmemek
Üç önerme de yanlış. Üçü de gerçekliği yansıtmamakta ya da nesnel gerçeklikle yeterince çakışmamakta. Dinciler ayrıca tartışmayı kendi terminolojileri alanında kapatıp malı götürmeye çalışmaktalar. Korkaklık göstermeyeceğiz diye “tamam ben ateistim” (Türkçesi “tanrısızım”) dediniz mi yandınız. Tribünleri kazanmaktan öte, sizi bir olumsuzluk çukuruna düşürmüş olurlar. Çünkü dinsel söylemde insanlar dinli-dinsiz, Allahlı-Allahsız, giderek imanlı-imansız olarak birbirine zıt kamplara bölünmekte. Bu sınıflandırmada birincilere olumluluk, ikincilere olumsuzluk yüklenmekte. Dinsiz, imansız nitelemeleri, olumlu bir değerden yoksun olma gizli yargısını taşımakta. Sizi yargılamadan mahkûm etmekte.
Oysa imansız, Allahsız denip (gerekli görülünce sırtından vurulup) bir çukura itilivermek istenenlerin çoğu başka (olumlu) değerlerin sahibi olabilirler. Aralarında, dinlerin, mezheplerin birleştirici olmaktan çok ayırıcı olduğunu görüp, evrenin bir yaratıcısı olması gerektiğine inanıp, kurulu dinlere vahiylere inanmayan “deistler” (Tanrıcılar) vardır. Bir yaratıcının varlığı ya da yokluğu hakkında ileri sürülen kanıtları inandırıcı bulmayan ve inanmadığı bir konuda yan tutmak istemeyen dürüst “agnostikler” (Bilinemezciler) bulunmaktadır. Son olarak, varlığı en azından iki bin yıldır kimsenin yadsıyamayacağı biçimde kanıtlanabilmiş olmayan (1) bir aşkın öznenin varlığından kuşkulananlar vardır. Bunlar yaşayan ve varlığından kimsenin kuşkulanamayacağı gerçek özneler olan insanı (her insanı) başlı başına ve başlıca değer olarak gören hümanistler (İnsancılar) denmesi gereken kimselerdir.
“Hümanist” nitelemesi, onların bir değerden yoksun olduklarını değil, başka bir değere sahip olduklarını gösteren doğru, yansız, nesnel adlandırma olacaktır. Gerçekten bir adlandırma daha çok, sahip olunmayan şeye değil, sahip olunan şeye göre yapılır. Tahtayla uğraşana “tahtacı”, demirle uğraşana “demirci” denir. “Tahtasız” ya da (işin şakası “kafasının tahtaları eksik”) denmez. Sonuç olarak ateist, dinsiz, Allahsız adları, sıfatları kabul edilmemeli, kullanılmamalıdır. Bunlar dinsel ideolojini kurduğu hegemonyanın dayatmalarıdır. Dahası, “dinsiz, Allahsız, imansız, ahlaksız” olarak uzatılıp giden bir söylemin parçalarıdır. Dinsel terminolojinin oyununa düşmemek gerek! Dincilere “bilimsiz”, imanı bütünlere “düşüncesiz” diyen var mı ki insancılara Allahsız deniyor?
KÜLTÜRDE İNANCIN YERİ
İnancın iki biçimi: Mutlak doğru sanılana inanç ile olası doğruya inanma
Bilimde inancın yeri yoktur. Ama bir kimse o ya da bu şeyin varlığına yokluğuna, olumluluğuna olumsuzluğuna, yanlışlığına doğruluğuna inanabilir. İnsanda (belli koşullarda) inanma eğilimi vardır. Yurttaşlara, inanma hakkı, hatta nesnel bir yanlışa (örneğin büyüye) inanma hakkı tanınabilir.
Ne var ki inancın, neredeyse birbirinin zıddı iki biçimi vardır. Bunlardan biri, bir kimsenin bir şey hakkında eksiksiz mutlak doğru bilgiye sahip olduğu sanısıdır. İnanmanın öteki biçimi, bir kimsenin, sonul, kesin bir yargıya varabilmesi için yeterli bilgiye sahip olmamakla birlikte, bir tepki gösterme, bir tutum takınma, bir görüş edinme zorunluluğu ya da istekliliği karşısında kendine en olası görünen doğruya inanmasıdır. Örneğin o kimse, “edindiğim bilgilere, duygularıma, sezgilerime (bunların toplamına) göre onun suçsuz olduğuna inanıyorum” demiş olabilir. Bu, inanmanın kuşkuya, eleştiriye, araştırmaya, sonuçta değişmeye açık biçimidir. Bilimsel düşünüşle çelişmeyebilir. Buna karşılık birinci biçimi kuşkuya, eleştiriye, araştırmaya, değiştirilmeye kapalı biçimidir. İnançtan imana geçiş onun kanalıyla olur.
İnançtan imana sıçrama
Bilimde inancın yeri sorununa geçmeden, genel olarak inanç kavramının çözümlenmesinde (inancın iki biçimi yanı sıra) “neye inanç” sorunu tartışılmalıdır. Bu sorunun kaynağında, ondan çeşitli inançların türetildiği “tanrıya inanç” bulunmaktadır. Söz konusu olan “her şeyin yoktan yaratıcısı bir aşkın özne”nin varlığına olan inançtır. Ona koşullar getirilerek “koşulsuz, kuşkusuz, eksiksiz, mutlak inanma” yani “iman” biçimine sokuluverir (2).
Gerisi gelir: İnsanlar, bir peygambere (onun sunduğu kitaba, dine) iman edenler-etmeyenler olarak ikiye bölünüp sınıflandırılır. İman edenler Musevi, Hıristiyan vb. olarak etiketlendirilir. Onlara böylece “toplumsal kimlik” yüklenir. Örneğin, kuşkulanmadan inanan (yani iman eden) kimselerden kendini düşünsel olarak (hatta bu düşüncelerle ilgili eylem, davranış alanlarında) verenlere, teslim olan anlamında “Müslüman” denir.
Böylece, size nüfus kâğıdınızdaki dininizle birlikte bir kimlik yüklendi mi yüklendi. Ardından “Müslüman olan şunu yapmaz, bunu yapmaz” telkinleri gelir. Onları da, özellikle bunalım dönemlerinde, “şunu yapar, bunu yapar, Müslümanlığın gereği budur, Müslüman’ın görevi şudur” buyrukları izler. Tektanrıcılığın bütün dinlerinde bu buyrukların gerisinde, aşkın öznenin arkasına saklanan farklı egemen sınıfların, yöneticilerin adamları, olsa olsa Kitap’a tam bir inançla bağlı “saf dinciler” takımı bulunmaktadır. Böyle bir inanç (iman) anlayışının ve davranışının bilimsel etkinlikte yeri olabilir mi?
Soruna katlanıcı kültür aşamasında inancın yeri ve önemi
Çağımızın sınıflı toplumlarında inancın toplumsal ideolojik işlevi böyle. Ya tüm sınıflı toplumlarda böyle miydi? Önce inanç kavramının ilk sınıflı toplumlarda işbölümünün kafa işi – kol işi farklılaşması derecesine ulaşınca (din ile birlikte) çıktığı belirtilmeli. Toplumsal artı aktarımıyla kendi temel gereksinimlerini üretme yükünden kurtarılmış bir dinciler kesimi beslenmeye başlanmıştı. Bu olanak onların “profesyonel düşünce üreticileri” biçimine gelmelerini sağladı. Onların egemen sınıflardan yana yontan kurulu (sınıflı) düzeni savunan düşüncelerini, yaşamın maddi gereksinimlerini üreten kesimlerinin irdelemeleri, doğruluğunu eğriliğini araştırmaları, kendi yararlarına olup olmadığını anlamaları olanakları yoktu. Kendilerine mitoslar (dinsel dogmalar) biçiminde sunulan söz konusu düşünceleri olduğu gibi kabul edip benimsemekten ya da yadsımaktan başka seçenekleri bulunmamaktaydı. Yadsımaları ise dine, tanrılara karşı çıkma çılgınlığı olarak görülüp ağır cezalara uğramalarına yol açacaktı. Sonuçta toplumun, düşünce üreticileri ile düşünce tüketicileri olarak farklılaştığı söylenebilir. Tüketicilerin hazır bilgiler, düşünceler karşısındaki tutumu, onları irdelemek eleştirmek değil, ister istemez “inanmak” olacaktı. Böylece “inanma” tutumu topluma egemen oldu. Öyle ki, düşünce üreticilerini de burgacına çekip, onların daha önce üretilmiş düşünceleri benimseyip geliştirmek, zamana ve koşullara uyarlamak dışında özgür, eleştirel düşünme olanaklarını bile ortadan kaldırdı (3).
İnanma, insanlığın toplumsal-kültürel evriminin yaşamsal sorunları çözebilecek maddi ve simgesel araç takımlarını geliştiremediği dönemlerinde bir başka işlev daha kazandı. İnsanlara “soruna katlanma” gücü verdi. Böylece bu aşamada “soruna katlanıcı” kültürler geliştirildi. Çünkü insanların, olmasını istedikleri şeyin olacağına, olmasını istemedikleri şeyin olmayacağına inanıp umut etmekten başka seçenekleri yoktu. İnançlar onlara soruna katlanma ve (belki de) yaşarkalma yolunda psikolojik gücü sağladı.
İnsanlığın maddi araçları (teknoloji) ve simgesel araçları (bilgi birikimi) başlıca temel sorunlarını çözebilecek düzeye ulaşınca, soruna katlanıcı kültür araçları (bu ara inançlar) çalıştırılan, üreten, yönetilen sınıflara miras bırakıldı. Sorun çözücü kültürel evrim aşamasında, sorunların çözümlerini düşünmek yerine, başkalarınca üretilen hazır düşüncelere “inanma” alışkanlığı, her şeyden önce “düşünme” yetisinden ve özgürlüğünden vazgeçme anlamına geldiği gibi beraberinde büyük zararlar getirebilmektedir (4).
Düşünce üretiminde kulluk ilişkileri
Sorun çözücü kültür aşamasında, sorun çözücü düşünme yerine soruna katlanıcı inançları benimseme, köleci ve serfal (feodal) üretim ilişkileriyle büyük benzerlik gösterir. Emekçilere nasıl egemen sınıflar için ürün, mal ve hizmet ürettiriliyorsa, zamanın düşünce üreticileri (dinciler) de egemen sınıfların dünya görüşüyle, düzeni koruyup sürdürecek, sömürüyü gizleyecek (kendileri de bir kesimini oluşturdukları) egemen sınıfların çıkarına işleyecek düşünceler (inançlar) üretip, onları yönetilenlerin tüketimine sunarlar.
BİLİMDE İNANCIN YERSİZLİĞİ
Soruna katlanıcı kültür aşamasında inanca gereksinim vardı diyelim. Sorun çözücü aşamasında gerek kalmadı. Bu aşamanın bilimsel düşünüş ve pratik evresinde ise inancın ne gereği ne yeri vardır. Çünkü bilimsel yargıların doğruluğu yanlışlığı her zaman soruşturmaya açıktır. Onların inançla dondurulup savunulması gerekmez.
İnanç yerine merak, kuşku, güven
Bilimde yetersiz bilgilere dayanılıp, bunun ötesinin, tahmin, sezgi vb. ile desteklenerek bir şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı sonucuna varılamaz. Bilimsel yöntemlere inanç değil “güven” söz konusudur. Güven, merakı, kuşkuyu, soruşturmayı dışlamaz. Tersine “güven tazeleme” bunları gerektirir. Kuşkuların sınavından geçirilmeye açıktır. Bu sınavların en önemlisi, bilimsel yasaların, kuramların, varsayımların endüstrinin ve teknolojinin tezgahından geçirilmeleridir. Pratik sonuçlar verince kalır, vermeyince giderler.
İmanı bütün bilimci olur mu?
Bilimde inancın yeri yoktur. Ya inançlının yeri var mıdır? Aynı şey değil. Bir kişi “arkadaş ben dine de bilime de inanırım” deyip, bir yolunu bulup, bir bilim kurumuna girmişse, “din ile bilim çatışmaz, çakışır” diyorsa, kanıt olarak yaratılışın bilimce kanıtlandığı inancını getiriyorsa, Peygamberin “bilim Çin’de bile olsa gidip getiriniz”(5) hadisini aktarıyorsa, ne olacak? Bir başkası (St. Thomas’ı izleyerek) “din (inanç) alanı ile bilim (akıl) alanı ayrıdır. İnancımı bilime karıştırmam” derse, ona ne diyebiliriz?
Çağımıza egemen olan inanç (inanç ile din kavramlarının birbirleri yerine kullanılabilirliğine bakın!) yoktan var eden bir aşkın öznenin varlığı düşüncesine dayanan tektanrıcılıktır. Bu durumda tanrıya inancı, yetkin yaratıcının yaratışının (dünyanın, dünya olaylarının) da kusursuz, yetkin olacağı inancı izleyecektir. Böyle bir inançla doğa, toplum, tarih olayları anlaşılamaz ya da yanlış anlaşılır. O zaman bunca bozuklukların, bunca olumsuzlukların, bunca kötülüklerin aslında iyi oldukları ama insan aklının bunun iyiliğini anlamaya yeterli olmadığı ileri sürülecektir. Ya da bozukluklar kabul edilip, sorumluluğu (ilk günah gibi günah keçileriyle) insanlara yüklenip, sorumlulardan ilerde, öte dünyada hesap sorulacağı söylenecektir. İkisi de bilimsel etkinlik, bilimsel tutum, bilimsel çözüm değildir. Bu dünya sorunları çözülememişken, bir de öte dünya, ruhun ölümsüzlüğü gibi sorunlar yüklenmiş olur.
Bu neden böyledir? Çünkü dinsel düşünüşle bilimsel düşünüş hiçbir noktada çakışmaz, hiçbir biçimde uzlaştırılamaz. Bilim “maddeyi”, maddesel varlıkları olan canlıları konu alır. Din daha çok maddesel varlıklarının bulunmadığı ileri sürülen ruh, tanrı gibi “kavramları”. Bilim olayları “nedenlerle” açıklar, din cansız doğa olaylarını bile “niçinlerle”! Bu bakımdan bilim “nedensellikçi”, din “ereksellikçidir”. Bilimci faylara, dinci günahlara bakar. Dinci her olayı tanrının ödüllendirme ya da cezalandırma ereğinin sonucu olarak (kolaylıkla!) açıklayabilir. Bilimci açıklayamadığında “bilmiyorum” der susar.
Kafalarda kompartımanlaşma
“Bir dine, kutsal kitaba, tanrıya inanan ama bu inançlarını bilimsel etkinliğine karıştırmayan bilimciler olamaz mı?” denecektir. Olabilir, vardır, hatta böyleleri her toplumda bol bol bulunup gösterilebilir. Bu nasıl olabiliyor? Bu kimselerin beyninde “kompartımanlaşma” denebilecek bir eğilim oluşmuştur. Bilimsel uzmanlık alanlarında nedenleri, özel yaşamlarında (inançlarında) tanrının ereklerini kavramaya çalışırlar. Beyinlerinin bu iki bölümü arasında sanki bir duvar örmüşlerdir. İyi de, bu, bilimsel etkinlikte kullanılabilecek düşünsel gizilgüçlerinin yarısını bilimden esirgemek olmaz mı? Ve duvarda sızma olup, bir gün bir nedenle tümden yıkılmayacağına (örneğin bir nükleer fizikçinin bilgilerini emperyalist, ırkçı, dinci değerleri uğruna kullanmaya kalkmayacağına) kim güvence verebilir?
Durumu biraz karikatürleştirerek şöyle bir oyun sahnelenebilir: Adam tanrının evreni ve canlıları yoktan altı günde yarattığına inanan bir dinci-bilimci. Hatta tanrının varlığı başında yaratmakla kalmayan, her şeyi her an yeniden yarattığına inanan bir Harun Yahya’cı. Laboratuarda lenf kanserine neden olan geni arıyor. Olası sorumlu genleri bir bir eleyip sonuncusunu tam yakalayacakken, gen yok oluveriyor. Ya da elektronik mikroskobunda taze yaratılmış yüz gen daha görüyor. Bu durumda bilim yapabilir mi? Bilimcimiz kanser hastalığına çözüm getirebilir mi? Getiremeyince, kanseri tanrının inançları azalıp günahları çoğalan insanlığa “armağanı” görmez mi?
Bilim kuramında ve eyleminde inanç eleştirisinin yeri
Kuramsal bilim etkinliği (bilimsel düşünüş) Eski Yunan’da, İyonya’da (Batı Anadolu kıyı kentlerinde) “ön bilim” sayılabilecek “Doğa Felsefesi” ile (MÖ 6. yüzyılda) doğmuştur. Doğuşunda soylarını tanrılara dayandıran aristokratlardan yana yontan (Homeros Destanları içinde dile getirilen) dinsel inançlara tepki vardı. “İyi soylu” (aristokrat) sayılmayan kentli sınıfların tanrısal yasalar sayılan nomos kavramı yerine, önce doğa, sonra toplum olaylarını “doğa yasaları” gibi bir anlama gelen physis (Fizik) ile açıklama çabası olarak üzeri örtük bir din (inanç) eleştirisi ürünü özgür düşünme ile başlatılmıştı.
Bilimsel eylem sayılabilecek çağdaş teknolojinin (endüstrinin) doğup gelişmesinde de din-inanç eleştirisinin rolü, katkısı oldu. Burjuvazinin yükselişine, ticaret ve endüstri kapitalinin birikimine koşut olarak, düşünce, ideoloji alanında feodal egemen sınıfların dinsel inançlarına cephe alındı (6). Hümanizma, masonluk, deizm, Protestanlık bu tutumun yol açtığı düşünsel akımlar olup, bilimsel kuramın ve eylemin geliştirilmesine dolaylı dolaysız etkileri, katkıları olmuştur.
Aynı olgu kendini Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunda yinelemiştir. Bilimsel düşünüşlü çağdaş Batı kültürüne yöneliş, kültür devrimiyle dinsel düşünüşü ve inançları besleyen damarların kesilmesiyle gerçekleştirilebilmiştir. Her üç örnekte bilimin doğuşu (neden?) din eleştirisiyle başlamıştır.
Özetle, bilimsel düşünüş, dinsel düşünüş ve inançların eleştirilmesi ve yadsınması kanalıyla, insanlığı kültürel, düşünsel evriminde bir üst basamağa yükseltmiştir. Sonra ne olmuştur.?
Batı burjuvazinin geri vitesleri
Bir yazımda, Avrupa (özellikle Fransız) burjuvazisinin çıkarları alt katmanların (serflerin, proleterlerin) çıkarlarıyla çakıştığı devrimci yükseliş evresinde, dini karşısına almasından, gerici evresindeyse yanına almaya çalışmasından söz etmiştim. Gerçekten devrim yönetimlerinin kilise mülklerine el koyup, papazları devrime bağlılık yeminine zorlayıp, kilisenin pazar okullarını kapatıp, bazı kiliselerde “insanlık dini” diye bilim ve yersel (laik) etik eğitimine kalktığı görülmüştür. Kısacası din eleştirisini, dinsel inançlar eleştirisini serbest bırakıp desteklenmiştir.
Ancak kapitalizm gelişip devrim sırasında “halk” adı altında toplanan kesimler, burjuvazi yanı sıra köylü, işçi sınıflarına dönüşünce, dinsel eleştiri politikasını bırakmıştır. Dinin, buyruklara boyun eğilmesini kolaylaştırıcı, emekçi sınıfların beklentilerini öte dünyaya erteleyerek devrimci kalkışmalarını uysallaştırıcı işlevini kavramıştır. Bunun üzerine (Napoleon yönetimi sırasında, devrimin bilimler öğretilen yeni okulları yanında kilisenin din okullarının yeniden açılmasına izin verilmesiyle) geri gidiş başlatılmıştır. Bunda burjuvazinin çıkarları kadar “temsili demokrasi” numarasıyla oligarşik yönetimini demokrasi olarak gösterme çabasının da payı vardır. Kitlelerin inançlarını sömürme yolunda birbiriyle yarışan burjuva partilerinin oy tasalarının da rolü olmuştur. Sonuçta ateistlikten, deistlikten, masonluktan ters geri edişle, dinsel hoşgörü, dinsel inançlara saygı, halkın inançlarını incitenlerin cezalandırılması politikaları birbirini izlemiştir. “Hıristiyan Demokrat” partiler siyasal erki ele geçirebilmiştir.
Bilimsel eğitimin arkadan hançerlenmesi. Üniversitelere Troya atının sokulması
Cumhuriyet Türkiyesi’nde de benzeri gelişmeler (gerilemeler) görülmüştür. Geriye dönüş, bilindiği gibi çok (burjuva) partili düzene geçiş sırasında Arapça ezana dönüşle başlatılmıştır. Mahalle (din) mektepleri hoş görülüp kuran hatim kursları açılmıştır. Her semtte bir İmam Hatip (meslek?) lisesi açılması ise, bilimsel eğitimi arkadan hançerlemiştir.
Üniversitelere ilahiyat fakültelerinin açılması en yüksek bilimsel eğitim kurumları içine Troya atı yerleştirmekten başka ne anlama gelir? Atın karnından, kapıları dinsel eğitime (yalnız orta öğretimde ve yüksek öğretimde çocuklara gençlere değil) gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda Dr. ve Prof. bilimsel sanlarını kullanarak ardına dek açacak kadrolarla, halk kitlelerinin bir parça bilimsel kültürü de silinip süpürülmüştür.
POSTMODERNİZMİN ÇARPIK BİLİM, EŞİTLİK, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞLARI
Sonra karşımıza mimarlıktan devşirilme postmodernizm çıkarılmıştır, endüstri toplumunun uygun üstyapısını oluşturan bilimsel kültüre ve düşünüşe karşı. Neymiş? Bilim inanç biçimini alıp dine dönüştüğü gibi öteki bilim alanlarında hegemonya kurmaklaymış. Bu da demokrasiye, eşitliğe özgürlüğe uymazmış!
Çözüm: dinsel ve sihirsel kültüre, bilime eşit saygınlık ve söz hakkı kazandırıp, eğitim kurumlarına sokmada arandı. Bilimsel yöntemleri yıkılıp, bilimin yöntemsizliğe kurban edilmesinde görüldü.
Çağdaş demokrasinin sorunu ekonomik eşitsizliğin artışından kaynaklanır
Michael P. Foucault (1926-1984) toplumda büyük erk odaklarını bir yana bırakıp, ilgiyi kişiler, küçük gruplar arasındaki erk ilişkilerine çekmiştir. Bu, bir bir ağaçları gösterip ormanı gözden kaçırmadır. Öyle ki ideoloji alanında büyük ekonomik güçlerin çağdaş kitle iletişim araçlarıyla küresel çapta işlettiği ideolojileri görmeyip, ideolojiyi söylemler çapına indirgemiş, hegemonyanın bedenler üzerinde fizik, kafalar içinde düşünsel denetimle kurulup yıkıldığını ileri sürmüştür.
Bu yolda kendisini Paul K. Feyerabend (1924-1994) izlemiş ve daha ötelere gitmiştir. Türkçeye Yönteme Hayır (1975) başlığıyla çevrilen kitabında, o ya da bu kuramın ötekine üstünlüğünün nesnel, yansız, rasyonel ölçütünün bulunamayacağını ileri sürmüştür. Öyleyse tüm bilgi edinme biçimlerine eşit değer verilmeli, onlara eğitim kurumlarında eşit söz hakkı tanınmalıdır, demiştir. Öyle ki, dinsel inançlar kadar Haiti yerlilerinin emperyalizme karşı geliştirdikleri Katoliklik – yerli inançlar karışımı olup katılanları transa geçiren “Voodoo” sihirsel törenlerinden de (bilgi edinmede) yararlanılmasını savunmuştur.
Böyle bir anlayış insanlığın 1. asalaklık, 2. tarımcı, 3. endüstrici ekonomi evrelerine koşut oluşturulmuş sihirsel, dinsel, bilimsel düşünüş aşamalarını (bilgi birikimini) yadsımak olup, yukarıya taşıyan hareketli merdivende aşağıya inmeye çalışmaya benzemektedir.
Her iki düşünürün (ve onların düşüncelerini benimseyenlerin) yanılgısının altında çağdaş demokrasinin temel sorununu yanlış anlama yatmaktadır. Sorun, bilimdışı düşünüş ve kültürlere eşit söz hakkı verilmemesi değildir. Geçmişte olduğu gibi, ekonomik erkin siyasal, ideolojik erke (hegemonyaya) dönüşmesindedir. Kısacası ekonomik eşitsizliğin artışına hiçbir sınırlama getirilmeksizin siyasal eşitliğin sağlanabileceği gibi birlikte gerçekleştirilmesi olanaksız bir düşün ardında koşulması, daha doğrusu koşuluyor gösterilmesidir.
Özgürlük sorunumuzun temelinde inançlara baskı değil, inançların baskısı ve sorumsuzluk yatmaktadır
Demokrasi sorununa benzer biçimde, çağımızın özgürlük sorununun temelinde (inançlara, başörtüsüne, din devleti düşüncesine yeterince söz hakkı verilmemesi değil) özgürlüğü sorumluluk ile birlikte yürütememek yatmaktadır. Bir kez inanç, özgür, eleştirel düşünmekten (gönüllü gönülsüz) vazgeçme, vazgeçirilme olduğu için (bir hak sayılabilse de) bir özgürlük değildir.
Başörtüsü takıntısı ise, gönüllü kulluğa benzer bir tutumun ürünüdür. Temelinde erkek egemen kültürün baskı ve şiddeti yatması bir yana, takanın yararına olmayan bir kısıtlamadır. Saçın görülmesi evli olmayanlar arası cinselliği kışkırtmaksa, İslam’da erkeklere tanınan yarı bellerine kadar soyunuk görünme hakkı nedir? Erkeklik simgeleri olan bıyıklarını, sakallarını gösterme ayrıcalığı tanımanın anlamı ne? Başörtüsünde diretmek (gönüllü gönülsüz) benimsetilip içselleştirilmesi olduğu ölçüde bir özgürlük sanrısı “hatta gönüllü kulluk” (7) durumuna benzeyen bir tutumdur. Sorumsuzluk yapar.
Özgürlük sorunumuzun temelinde “sorumsuzca özgürlük” anlayışı ve davranışı yatmaktadır. Bu durumda özgürlüğün bir uçta anarşiye, öteki uçta (ekonomik güçten, kaba güçten ve ideolojik güçten yararlanılarak) çeşitli erk odaklarının toplumsal yaşamın her alanında zorbalığa kayabildiği, çeşitli düşünürlerce açıklanmış, tarihte çeşitli toplumlarda görülmüş bir gerçektir. Özgürlüğün sorumlulukla birlikte gerçekleştirilmesi olanaklıdır. Onu olanaksızlaştıran, ekonomik eşitsizliktir. Varsıla kim soru sorup özgürlüğünü kötüye kullanmaktan sorumlu tutabilir? Tutuldu diyelim, ekonomik gücünü kullanarak sorumluluktan sıyırtması hiç de güç değildir.
Öte yandan sorumluk, ister bilimsel ister dinsel düşünce ve etkinlik alanında olsun, savunma hakkı kadar eleştiri olanağını gerektirir. İnançlar bu olanağın kullanılmasını engelleyebildiği gibi, kullananların susturulmasında da kullanılabilmektedir. “Halkın inançlarına saygısız davrandı, onları inciterek kışkırttı” diye Sivas’ta otuz altı insanımızın yakılabildiği bir düşünsel tutum için nasıl eşitlik istenip, nasıl saygı beslenip, nasıl eğitim ve bilim kurumlarında yeniden üretilmesi ne yüzle istenebilir? Onun bilimsel düşünüşü, bilim etkinliğini geliştireceği nasıl ileri sürülebilir? Özgürlük ve saygı insan öznelere tanınıp gösterilir. İnançlara saygı, hele onları benimsemiş, benimsetilmiş kişilerin (Brahmancılıkta ölen dinciyle birlikte yaşayan karısının da yakılması “sati” göreneğindeki gibi) harcandığı durumlarda (8) putperestliktir. Taş putlara tapınmadan pek farkı olmayan “simgesel putlara” tapınmadır. Putlara tapan insana değil üstünlük, eşitlik bile tanınamaz!
DİPNOTLAR
1) Kaldı ki tanrının varlığını mantıksal yoldan kanıtlayanlar vardır: Madde-ruh ikilisinde ruhtan bağımsız (taş gibi) maddelerin (cansız maddelerin) varlığı yadsınamaz, apaçık gerçektir. Ruh dendiğinde amaçlanan canlılık, duyular ve düşüncelerdir. Canlılık ölümle sona erer. Duyu organları bulunmayan (bakteriler gibi) canlıların duyularından, duygularından söz edilemez. Bu ara duyguların duyularla düşüncelerin karışımı olduğunu biliyoruz. Düşünce ise sağlıklı beynin türevidir. Beyin (ölümle) durunca, dağılınca hatta ölmeden (bitkisel yaşamda olduğu gibi) işleyemez duruma düşünce, düşünce üretilemez olur. Tüm bunlar varlığı bir maddeye bağımlı olmayan ruh durumunun olamayacağını gösterir. Maddeden bağımsız bir ruhun varlığından bile söz edilemiyorsa maddeyi ve canlıları yaratan maddesiz bir ruhun varlığından nasıl söz edilebilir? Onun varlığına nasıl inanılabilir?
Bir nesnenin, bir öznenin yokluğunun olgusal kanıtlanmasıysa olanaksızdır. Benzeri biçimde somut (maddi) varlıktan arınmış (münezzeh) bir aşkın öznenin (örneğin görünerek) varlığını kanıtlaması isteklerine de kapılar kapanmıştır.
2) İman kavramı belki en açık biçimde Kuran’da (Enam suresinin 8. ayetinde) dile getirilmiştir. Allah’ın peygamberin ağzından konuşması yerine bir melek indirip ona söyletseydi inanacaklarını söyleyenlere verilen yanıt: “Bir melek indirmiş olsaydık (Diyanet çevirisinde) ‘iş bitmiş olurdu’ (Nebioğlu çevirisinde) onlara mühlet verilmezdi” (Diyanet çevirisine dönersek) “onlara göz bile açtırılmazdı” olur. Söz konusu edilen kuşkulanılmadan inanma süresi tanınmasıdır. Kuşkulanandan bu süre alınıp kendisinin hemen cezalandırılacağı belirtilmektedir.
3) Bu olgunun en açık yansıtıldığı belge Enuma Eliş (Babil Yaratılış Mitosu) içinde dincilerin tanrıların insanları kendilerine hizmet edecek kulları (köleleri) olarak yarattıklarının yazılı oluşudur. Bunun yönetilenlere benimsetilmesi, böylece ortaya konan tanrı-kul ilişkisi örneğinden sınıflı toplumun öteki eşitsizlikçi ilişkilerinin kurulup açıklanabilmesidir.
4) Bu olasılığa örnek olarak kimi Musevi ve Hıristiyan çevrelerde sezaryenle (az sancılı) doğuma karşı çıkılması verilebilir. Böyle bir tutum altında, Kitabı Mukaddes (Tekvin 3/16’da) yasakladığı meyveden yedi diye, Allah’ın Havva’yı “zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın; ve arzun kocana olacak; o da sana hakim olacaktır” diye cezalandırdığına (günah gibi bu cezanın da kuşaktan kuşağa geçtiğine) inanç yatmaktadır.
5) Bilim anlayışının doğup gelişmediği bir toplumda söz konusu “ilim” in “dinsel bilgiler”, doğru inanç ve davranışlar (fazilet) gibi bir anlama geldiğini, konunun uzmanları söylemekteler.
6) Gerçekten varlığın dinsel açıklaması olan “yoktan yaratma” anlayışına, karşısındaki bilimsel anlayışın temel ilkesini “maddenin ve enerjinin sakınımı yasası”nı (hiçbir şeyin yoktan var, vardan yok olmadığı düşüncesini) dile getiren Lavoisier onu tektanrıcılığın “yaratılış” inancının tam karşısına konacak biçimde formülleştirmiş görünüyor.
7) Bu kavramı toplum bilimlerine kazandıran Fransız Devrimi dönemi düşünürü ve yapıtı için bkz. Etienne de la Boetie, Gönüllü Kulluk Üstüne, çev. M.Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi.
8) Sati göreneğinin yasaklanması-göreneklere, inançlara saygı tartışması için bkz. Barrington Moore, Jr, Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, çev. Ş. Tekeli ve A. Şenel, çeşitli tarihlerde çeşitli baskıları, Hindistan Bölümü.